Söyleşiler

“Ayhan, özetlemek gerekirse ne içinden çıktığı sınıfla uyum sağlayabilmiş ne de bilinçle tercih ettiği sınıfı benimseyebilmiştir.”

Romanda bilinçlenme ve Eroğlu’nun romanı

Mehmet Eroğlu’nun yayınlanmış olan ilk romanı Issızlığın Ortası, birçok açıdan kendisiyle aynı tarihsel zaman parçasını işleyen romanları aşmış bir kitap. Ayrıca bu sonuca ulaşmasını sağlayan özellikleri nedeniyle de çok boyutlu, çok yönlü bir kitap. Bu nedenle de çok katlı bir okumayı gerektiriyor.

Eroğlu’nun yapıtını, dediğim gibi, 1970’leri öncesi ve sonrasıyla ele almaya çalışan (ancak çalışan ve ne yazık ki çalışan) diğer romanların önüne geçiren en belirgin özelliği, ete kemiğe bürülü bir bireyin bakış açısıyla verilmesidir. O birey, ki romanda Ayhan’dır, üstüne üstlük, birey olması nedeniyle alabildiğine problematik bir tiptir. Doğrudan doğruya kendi bireyselliğine yönelik sorunlarda olduğu kadar bunları besleyen ve nesnel gerçekliği simgeleyen olgularda da getirdiği tartışma paradigmalarıyla bu özelliğinin altını tüm roman boyunca çiziyor. Bunun önemi şurada: Eroğlu, böyle bir yapı kurmakla ancak büyük romanlarda tanıdığımız ve görmeye alıştığımız bir tip yaratmış. Romanın temel var olma nedenini birey-toplum etkileşimi olarak saptamış. Ne var ki, birey-toplum diyalektiğini toplumdan bireye akan bir elektriklenme olarak değil, tersiyle gelişen bir etkinlik şeklinde oturtmuş. Böylece, örneğin Oblomov gibi, yönsemelerinden hareket ederek içinde yer aldığı toplumsal yapıyı tartışabileceğimiz bir tip koymuş ortaya. Oysa bugüne değin yapılan bunun tersiydi. Ne olursa olsun, olayın, ki bu olay belirli ve maddi bir zaman kesitidir, saptanmasından sonra roman kişileri bunun içine oturtuluyordu. 12 Mart dönemini eksen alan romanlarda, maddi zaman bir anlamda romanın temel öğesi olan bireyi sınırlayan, davranışını ve tavrını önceden belirleyen bir jargon olarak alınmıştır. Giderek olayın dramatik (bunu tarihsel olayın herhangi bir kesitini nitelemek için söylemiyorum: Artistik anlamda kullanıyorum) boyutu ve gelişimi, salt olayın içinde yer almış bireyin topografyasını izlemeye olanak vermeyecek kadar belirleyici olmuştur.

Mehmet Eroğlu’nun, romanıyla önce bunu aştığını görüyoruz. Eroğlu romanında her şeyi üzerine oturtabileceği bir diyalektik söylem geliştirmiştir öncelikle. Her tip belirli bir sorunsalı simgelerken aynı zamanda buna karşı geliştirilen karşıtıyla varolmakta, yaşar kılınmaktadır: Ayrıca buna ek olarak herkes romanda simgelediği somut paradigmalardan öte kendi bireysel sorunuyla söz konusudur. Ne roman örgüsü içinde o kişiyi yerinden oynatabilirsiniz ne de tartıştığı ilkeyi getirdiği bakış açısını kaldırırsanız o kişi varolmayı sürdürebilir. Dolayısıyla, bu yönlerden ele alınınca Issızlığın Ortası bizim edebiyatımızda, getirdiği Ayhan tipinin canlı ve birey, dolayısıyla da kalıcı olmasının ötesinde 12 Mart dönemi romanları içinde değerlendirilecekse ilk bilinçlenme romanıdır. Önemli olan yanı işin, Ayhan’ın, ilk kez, kimilerine çok ters gelebilecek bir konumda da olsa, getirdiği savlarla bir parçası olduğu eylemi, bu arada da kendi bilincini sınama yürekliliğini göstermiş bulunmasıdır. Nitekim varlıksal bakış açısı ikinci aşamada, bugüne değin hep kuramsal düzeyde ve bireye yansıtılmadan işlenmiş iki çok önemli tartışma odağının, doğu-batı bileşimi, eylem gerçeğinin öznel bir boyuta indirgenmesine de olanak veriyor. Böylece bilinçlenme diye tanımladığım olgu da yerli yerine oturuyor.

Ayhan karşılaştığı ölüm gerçekleri sonucunda evreni kozmik bir yabancılaşma ile algılamaya başlıyor. Bu yabancılaşmanın, ikinci aşamada, eylemci olarak yaşadığı geçmişine ve bugüne aktarılabilmiş çevrelerine ve kişilerine yönelmesi, bu arada da genel olarak ‘eylem’ olgusunu içermesi son derece doğal. Çünkü Ayhan karşılaştığı Papaz ve ona yönelik işlevsellik doğrultusunda, işin başında iken eylem olgusunu sınıfsal bir gerçeklik olarak algılamadığını saptamaktadır. Belirli bir sınıfa, daha doğrusu giriştiği eylemin nihai amacının yönelik olduğu sınıfa karşı henüz işin başında yabancıdır. Bu yabancılığın altında yatan neden, de hiç kuşkusuz Ayhan’ın başka bir sınıfa eklemlenmiş olmasıdır; o sınıfın bilincine (bu terim, maddi anlamıyla kültür öğesini de kuşatıyor) sahip bulunmasıdır. Nitekim eylemini genel bir amaca “dünyayı değiştirmek, tersyüz etmek” güdümlerken bunu son derecede bireyci bir yaklaşımla ele almaktadır: Kurtarmak ve şövalyelik. Üstüne üstlük her iki kavram da dışsal bir kültürün geliştirdiği simgelerdir ve nitekim Naci tarafından bu anlamda suçlanacaktır.. Kaldı ki Naci’nin suçlamasında bir başka boyut Ayhan’ın Hıristiyan bir papaz yerine yerli bir imamla karşılaşmış olması durumunda aynı özdeşliğin, en azından benimsemenin gene kurulup kurulamayacağına yöneliktir. Ayhan kitabın sonunda öğrendiğimize göre (bunu bir başka yabancıya Mösyö Pierre’e yazdığı o güzel mektuptan öğreniyoruz) Papaz’la kendisini ‘inanma’ gerçekliği üstünde özdeşleştirmektedir. Papaz inançlarını yitirdiği ve artık bağlanamadığı için kendisini öldürecektir. Aynı sorunlar Ayhan için de geçerlidir. Çünkü Ayhan karşılaştığı olaylar sonucunda sınıfsal konumunu ve gerçeğini kavramıştır. Dolayısıyla başlangıçta bir ‘benlik’ sorunu olarak benimsediği eylemin ancak bilinç sorunu olarak sürdürülebileceğini gözlemiştir. Halit  bunun simgesini  oluşturmaktadır, karşısında. Başlangıçtaki özdeşleşmenin altında yatan nedenin de o aşamada üyesi bulunduğu sınıfın bilinç düzeyine erişememe olup olmadığını bilmiyoruz. Yani Ayhan’ın eylemin içinde yer aldığı dönemde kendi sınıfsal bilincinin düzeyi konusunda verilmiş bir bilgimiz yok. Ne var ki bunların kendisine anımsatılması ya da bunlarla karşılaşması sonucunda geriye çekilmesi, o dönemi için olumlu şeyler düşünmemize olanak vermiyor. Ayhan, denebilir ki, sınıf bilincinin eksikliği nedeniyle eyleme sürüklenmiş ve bununla yüz yüze geldiğinde, ait olduğu sınıfı kavradığında gerilemiştir.

“Ayhan, sınıf bilincinin eksikliği nedeniyle eyleme sürüklenmiş ve bununla yüz yüze geldiğinde, ait olduğu sınıfı kavradığında gerilemiştir.”

Aynı tavır öteki uçta yer almış bulunan Halit için de geçerlidir. O da gene kendi sınıfsal bilinciyle yargılamaktadır Ayhan’ı. Kitabın en çarpıcı boyutlarından birisi Halit’in de Ayhan’ın da iki ayrı sınıfsallığın, ‘soyu tükenmiş’ iki yaklaşımın son örnekleri olması; her iki tarafında karşısındakini aradan bunca deneyim geçtikten sonra bir başka gözle yargılamaya başlamasıdır. Halit de Ayhan’ı ve çevresini tüm etkinliklerine ve hatta belirli bir zaman parçası içinde ‘güçlüklerine’  ‘kazanmışlıklarına’ karşın benimseyememesi, o öteden beri vurguladığım nihai amacın kendi sınıfsal gerçeğine daha yakın olduğunu duyumsaması nedeniyle tartmaktadır. Bunun sonucunda Ayhan gerçekten boşluğa düşmüştür. Ayakları havada, boşlukta kalmanın getirdiği yabancılaşmaya sürüklenmiştir.

Ayhan, özetlemek gerekirse ne içinden çıktığı sınıfla uyum sağlayabilmiş ne de bilinçle tercih ettiği sınıfı benimseyebilmiştir. Bir ara katta yer almakta, bu nedenle de giderek, kökü olmayan birisinin başıboşluğunu yaşamaktadır. Dolayısıyla hem geliştirdiği tavır bireyci yaklaşımları içermekte, bunlarla bütünlenmekte hem de bir sentez ve bağlanma peşinde koşan Papaz’la çok doğal olarak özdeşleşebilmektedir. İşte Ayhan’ın ‘bilinçlenme’ dediğim ve kendisine yönelik olarak yaşadığı gerçek budur.

Şimdi bunun önemi nerede?

Bana kalırsa Ayhan bir ‘tipik’ kişiliktir. Tipik bir roman kahramanıdır. Maddi ilişkilerin doğurduğu bir bilinçtir. Bu nedenle Issızlığın Ortası’ndaki Ayhan olmaktan öte bir işlevi, bir gerçekliği vardır. Ayhan bir yandan 1970 kuşağının dramını somutlaştırmakta ama ondan daha çok 1970 kuşağını bugün sınamamıza olanak veren malzemeyi sağlamaktadır. Bugüne kadar geliştirilmiş olan tiplerin yaşadığı tüm biçimsel kısıtlamalardan arınmıştır. 1970 kuşağı, bana kalırsa, bugün Ayhan’la yerli yerine oturtulmuştur. Unutmamak gerekir ki, gerek  Papaz’la gerekse Halit’le yürüttüğü tartışmalar, Ayhan’ı kökü Tanzimat dönemine kadar uzanan aydının yabancılığı bağlamı içine yerleştirmiştir. Kısacası Ayhan bana kalırsa aydın geleneğimizin çarpık bilincini, yaşadığımız en son örnekte simgeleyen ve edebiyatımızın son yirmi yılda tanıdığı en önemli tipidir; o oranda da çok boyutludur.

Bu açılardan bakılınca Issızlığın Ortası hem çok ilginç bir bilinçlenme romanı (bildungsroman)  hem de üzerine çok yazılması gereken bir kitaptır. Söylediğimiz her sözün başka sözleri gerektirdiğini düşünürsek bu yazıyı burada bırakmanın ve elimizdeki yapıtı parmak basamadığım yanlarıyla başka yazıların konusu etmenin gereğini son cümle olarak ifade ediyorum.

SANAT OLAYI TARİH           : TEMMUZ 1984
SAYI              :
SAYFA          :
HASAN BÜLENT KAHRAMAN