Issızlığın Ortasında’nın yazarı Mehmet Eroğlu:
“Kişileri keskin sözleriyle değil, yaptıkları ile değerlendirmeye çalışıyorum.”
Ayhan İlyasoğlu’nun kişiliğinde ‘inanç’ sorgulanıyor. İlyasoğlu, sürekli hesaplaşma içinde. Durmadan insan harcıyor. Ölümse umurunda değil, ‘İnançtan bıktım’ diyor ve ekliyor: “İnançsızlığa varmama neden olan o kavram değil mi?” Fonda 70 kuşağını görüyoruz. Bana göre 70 kuşağının bir prototipi değil Ayhan. Halit, Ali, Nalan için bu söylenebilir ama Ayhan İlyasoğlu için değil. Romanınızın 70 kuşağının üzerine oturtulmasından yana mısınız? “70 kuşağını anlatmaktayım” diyebilir misiniz?
Soruyu cevaplamadan önce 1970 döneminden, 70 kuşağından ne anlıyorum onu belirteyim. Türkiye 1965-1970 arasını % 7’lilk bir büyüme hızı ve toplum yapısının tarihinin hiçbir döneminde olmadığı biçimde belirginleşmesiyle sonuçlanan bir dinamizmle yaşadı. Bunun sonucu olarak da, daha önce kitaplarda sözü edilen kitleler, somut biçimi ve yine ilk kez, iktidar isteği ile ortaya çıktı. Bu iktidar mücadelesine, kökleri ve geleneği Jön Türklere kadar uzanan bir kesim de katıldı: Küçük burjuva radikalizmi. Bence 1970’lerdeki gençlik hareketlerinin özü budur. Küçük burjuva radikalizminin, şehirli ve batı kültürü ile yetişen kısmı, genellikle solcu; geleneksel kültür değerleriyle yetişip, kırsal bölgelerden gelenleri de çoğunlukla sağcı oldular. Konumuz batı kültürü ile yetişen ve onlara ısmarlanmayan bir kurtarıcılığın öncülüğünü yapan gençler. Toplumsal olaylar, fiziki tabın olmayan, soyut ilkelerden (kahramanlık, cesaret, öncülük) güç alan yöntemlerle değişmezdi; değişmedi de. Bunu, trajediyi yaşayarak öğrendik.
Şimdi gelelim prototip meselesine. Prototip nedir? En çok rastlanan mı, yoksa en iyi temsil eden mi? Bence en iyi temsil eden. Prototipler (ya da bir düşünceyi, bir insanlık durumunu, bir duyguyu en saf, en algılanabilir şekli ile özetleyen kişiler) işlevlerine uygun olarak keskinleştirilmiş, bir tek duygunun çerçevesinde yalınlaştırılmış tipler değiller midir? Her şövalye Don Kişot’a, her muhteris Macbeth’e, her tembel Oblomov’a ve her aşık Romeo ya da Julyet’e mi benzer? Tabii ki hayır. Ama her insan, biraz Don Kişot’a, benzer Macbeth’e, biraz Oblomov ve biraz da Romeo ya da Julyet’tir. Issızlığın Ortasında‘ ki Ayhan’a gelince, lider değildir, önemli eylemci bile sayılmaz. Ayhan, gazete manşetlerinde, mahkeme salonlarında gördüğümüz ve belki de hareketin genişliği yanında buzdağının su üstündeki kısmı kadar küçük olan bir gruba değil, suyun altında buzdağını yüzdüren kesime ait. Bence hem o dağın en sivri tepesindeki, hem de aşağıdaki geniş tabanda yer alan kişilerin önemli bir yönünü özetliyor: Bilinçaltındaki ölme ve öldürme içgüdüsü, intihar etme refleksi. Konuya bu açıdan bakarak Ayhan’ın prototip olup olmadığına siz karar verin. Aslında Ayhan’ın prototip olup olmadığı beni çok ilgilendirmiyor; ilgilendiğim ve bildiğim, Ayhan’ın idealize edilmiş eylemci karikatürü olmadığı. İdealize edilmiş tipler bence gerçeğin yarısı. Bir gerçeğin yanlızca yarısını söylemek de bildiğiniz gibi hiçbir şey söylememektir.
Bu açıklamalara eklenmesi gereken bir konu da, Issızlığın Ortasında’nın, 1970 kuşağının üzerine oturtulup oturtulamayacağı, romanın 70 kuşağını anlatıp anlatmadığı. Cevabı tartmak için bir dönemi, bir kuşağı anlatmak ne demek bunu tespit etmek gerekiyor. Tolstoy’un romanları, ışığı, renkleri, kompozisyonu, hatta kişilerin yüzleri iyi düşünülmüş, dengelenmiş tabloları hatırlatır. Dostoyevski’deyse yalnızca yanan ateş vardır. Dostoyevski’nin hiç manzara tasvir ettiğini, hiç yüz çizdiğini hatırlamıyorum. Sizce, bütün garipliğine karşılık, Stavrogin bir eylemci prototipini, Ecinniler de devrim öncesi Rusya’sının (hem de şehir adı bile verilmeden) belli bir dönemini ve kuşağını anlatmıyor mu? Bence anlatıyor. Bir dönemi anlatmak o olayı (zaten geçmişte kaldığı için biliyoruz) gazete manşetlerinde, iddianamelerde olduğu gibi anlatmak değildir. Onun adı anlatı olur ki, bu yazarın ilgileneceği konu değildir.
Uzun cevabın kısa sonuna gelince: İnancın (eğer aynı şeyi anlıyorsak) toplumsal bir tabanı, boyutu ve referans noktası olmalı. İnancın gerçek sahibi toplumdur. Kişiye düşen onu paylaşmak, yüceltmektir. Toplumdan kopartılmış, kişilik sorunlarına göre revize edilen inanç, çoğu zaman yitirilmeye mahkumdur. Soruna bu açıdan bakarsak Issızlığın Ortasında’ da inanç değil, kişiselleştirilmiş inanç, yani inançsızlık sorgulanıp yargılanıyor… (Siz yine de Ayhan konusunda yargınızın kesinleşmesini “Geç Kalmış Ölü’ ye kadar bekletin.)
Bireyin çevresiyle “sağlıklı ilişkiler” kurmasının ne denli güç olduğu bilinen bir gerçek. Bunu başaranlara da kuşkuyla bakılıyor denebilir. Ama Ayhan, “sağlıklı” ilişkiden geçtik, bir insanla on dakikalık diyaloğunda bile iç hesaplaşmalarını yansıtan bir kişilik. Davranışlarını önceden biçimliyor. Harcıalem bir tek lafı yok. Sevgisiz. Hiç aşık olmadı örneğin. Savaşta ona “insana bakar gibi bakan” kız dışında aşk kavramı ilgilendirmedi onu. Nedenlerini romandaki flashback’lerde bulmak mümkün. Üç kişiyi öldürdü, kendini kurşunladı. Belki de ilk kurşun halasının çığlığı idi.
İlyasoğlu için ilk ağızda bunları söyleyebiliyoruz. Onu romancı olarak değil, okur gözüyle değerlendirmek ister misiniz? M.E. – Ayhan’ı okur gözüyle değerlendirmeye niyetim yok. (Belki de değerlendiremem.) Okura saygı da bunu gerektirmez mi? Ayhan’ın harcıalem tek laf etmemesi konusuna gelince, harcıalem laf etmeme huyu 70 kuşağının belirgin bir özelliğidir (Keskinlik, kendini her durumda politik bir misyonla görevli sayması…). Bu konuda yazar olarak benim payıma düşen kusuru (eğer kusursa) kabullenirim, çünkü ben de harcıalem laf etmeyi pek sevmem.
“İdealize edilmiş tipler bence gerçeğin yarısı. Bir gerçeğin yalnızca yarısını söylemek de bildiğiniz gibi hiçbir şey söylememektir.”
Ayhan’ın sevgiyi tanımadığı, hiç aşık olup olmadığına hemen karar vermeyin. (Yakında yayınlanacak olan, “Geç Kalmış Ölü” de tersini söyleyenler var.) Ama genelde, öldürmek zorunda kalan, ölüme yakın yaşayan, dışa değil, içine doğru yürüyen ve bakan biri sevgi ya da sevmek konusunda pek şanslı değil bence. Aşk ve sevgi, ölümün ördüğü duvarları her zaman aşmaz. Üstelik sevgisizlik bazen de insanın sevgi açlığını gizlemek için yüzüne taktığı maske değil midir?
Şimdi yeniden Ayhan’a dönelim. Ayhan’ı okur gözüyle değerlendirmedim, ama isterseniz Ayhan’ı Ayhan anlatsın: “Bizim gibiler için hayat sadeleştirilmiştir. Hepsi birkaç düşünce ve duygu: Cesaret, özgürlük, kavga ve ölüm. Sizin olan gündelik hayat, bu kavramların çevresine örülen ayrıntılardır. Biz…” “ Ali ve Zafer’in sorumluluğundan vazgeçerek, “ ben” diye devam ettim: Hayatı ayrıntılardan kopararak yaşamayı seçtim…” “…Koskoca gezegeni, milyonlarca insanı, onca ayrıntıyı bir anlık bir düşüncenin çevresinde döndürmeye kalkışmak… Soyut olmaktan kastedilen bu olmalı. Soyut bir düşünce de olsa, cesaret, kaybedeceğini bile bile hayata saldırmak değil midir? Soyut olmayanların çoğu korkak olur…”
“Ölümün soyut bir düşünceden çok, somut bir kavram olduğunu kim söyleyebilir… Bu nedenle tetiği çekeceğim… İntihar etmek zamanın tutsaklığından kurtulmak ve Tanrı’ya hükmetmek değil midir?”
İşte “Geç Kalmış Ölü” den, Ayhan’ın diyalogları. Sonuç: Yalnızca beyinle sürdürülen soyut bir yaşamın tek eylemi ölümdür. Ayhan da bu anlamda 1970’deki olayların ve düşüncelerin özüne bir bıçak gibi, en kısa yoldan giren bir araçtır.
Çalkantılı yılları yaşayan birisiniz. Üstelik ODTÜ öğrencisiydiniz. O dönemin binlerce kişisinden biri. Yazmak için o dönemi yaşamak gerekmiyor. Ama o dönem üzerine araştırma yapmak, yapılan araştırmaları incelemek gerekiyor. Bu dönem art arda bölünmelerin, bildiğimiz toplumsal sarsıntıların geçirildiği yılları kapsıyor. Yaşananlar yazmadı bunları. Romanlaşmadı bugüne dek. İddialı bir konudur çünkü. Yazmak da kolay değildir. Mayıs 77’de bitirmişsiniz romanınızı, “İddialı bir işe kalkıştım” dediniz mi hiç? Tereddüt geçirdiniz mi yazarken ve romanı kamuoyuna sunarken. M.E. – Sorunuza nasıl yanıt vermeliyim? Dediklerinizden benim anladığım: Siz o olayları yaşayan binlerce kişiden birisisiniz. Yaşayanlar yazmadı. Zaten yazmak için o dönemi yaşamak gerekmiyor. Siz böyle iddialı bir konuyu nasıl hiç tereddüt göstermeden yazdınız?
Doğru anladım mı? O halde cevap vermeye çalışayım: Yazmak için yaşamak gerekmiyorsa, yazmak için tereddüt etmeme gerek yok. Yok eğer dediğinizin aksine, yazmak için yaşamak gerekiyorsa, (bence gerekmiyor) izninizle yaşayanların –mesela- iki binincisi olarak yazdığımı kabul edin. Issızlığın Ortasında gibi bir roman yazmak için uzun araştırmaya, makale okumaya gerek olduğunu sanmıyorum. O iş toplum bilimcilerin, tarihçilerin işi. Yazarın işi takım tarihi yazmak değil, kişide eylemci nüvesini işlemektir. Bu nedenle makale okumadım. (Ama iddianame kültürüm epeyce iyidir.) Bu konuyu yaşayanlar yazmadılarsa, neden yazmadıklarını onlara sormalısınız. (Herhalde daktilo yazmayı bilmediklerinden değil.) On dokuz sene önce okul takımında futbol oynarken, ünlü bir santrfor bize: “Herkes santrfor olamaz,” demişti, “önce gol atmayı istemeli, futbolu bir yaşam biçimi olarak düşünmeli, futbolsuz yapıp yapamayacağınıza karar vermelisiniz. Ondan sonra kendinize yetenekli olup olmadığınızı sorun.” Sanırım her konuda olduğu gibi yazmak konusundaki gerçek de bu.
Şimdi gelelim “iddialılık” konusuna. Ben boş zamanlarımı doldurmak için yazmıyorum. (Her gün yaklaşık on saat mühendislikle ilgili olarak çalıştığımı izninizle belirteyim.) Boş zamanlarımda genellikle briç oynarım. Hayatta yapmaya çalıştığım her işte (briç ve sürdürdüğüm mesleğim dahil), çoğu kez kendime yönelik, alçak sesle tekrarladığım bir iddia ve iddialılık vardır…
Issızlığın Ortası’yı kamuoyuna sunarken hiç tereddüt geçirmedim. Ama Can Yayınları’ndan önce, mesela sizin yayınevinin tereddütü tam üç yıl sürdü. Sizin tereddütünüz sürerken ben yine tereddüt etmeden üç roman daha yazdım. (Buna Issızlığın Ortasında ve Geç Kalmış Ölü’nün iki kez revize edilmesi dahil değil.) Şimdi de çalışmalarımı tereddüt etmeden sürdürüyorum. Birbirimizi anladığımızı umarım.
“Nefret etmeyi bir kadından öğrendim. On üç yaşındayım… Ve kadın da halamdı” diyor Ayhan İlyasoğlu. Sonra Ferda için de şunları söylüyor: “Yıllardır kadınlarla bitiremediğim hesaplaşmayı onunla bitireceğim. Kadınların beynime saldığı korkuların, kuşkuların, acıların hesabını vermek zorunda.” Ayhan, “Benim hakkım bu kadın” diyor Ferda için. Nalan için de şöyle bir yargısı var: “Bazı hakların kadınlara kullanılmaması için verildiğini anlamak istemedi” diyor. Roman boyunca sadece iki kadından söz ederken yumuşak bir üslup kullanıyor: Biri “insana bakar gibi” bakan basmalı kız. Biri de Ali’yi muayene eden doktor hanım. Şöyle diyor onun için: “İnsanın minnet duymasını engelleyecek kadar iyi bir kadın o.” Ayhan’ın kadınlara olan sevgisizliğini yalnızca halasına, Rezzan’ın teyzesine ve üvey annesine bağlamak yeterli mi? Ayhan’ın kadınlarla alıp veremediği nedir? M.E. – İnsan genellikle kurşunu yediği yöne düşer. Ayhan’ın yediği ilk kurşunun halasının çığlığı olduğunu unutmayın. (İnsanlar ona en çok acı veren başarısızlıklarını unutmazlar. Bu duygu bazen beyinden yüreğe iner ve o yüreği öldürür.) “İnancın gerçek sahibi toplumdur. Kişiye düşen onu paylaşmak, yüceltmektir. Toplumdan koparılmış, kişilik sorunlarına göre revize edilen inanç, çoğu zaman yitirilmeye mahkumdur.,, Ayhan’ın kadınlarla alıp veremediği böyle başlıyor. Kadınlara karşı davranışını yine de yalnızca çocukluğuna –insan hep çocukluğunu yaşar denmesine rağmen-bağlamamak gerekir.
” İnsan genellikle kurşunu yediği yöne düşer.”
” Kapalı mahzenlerde cesaretin ikizi korkudur. İnsanın o karanlıkta ikisini birbirinden ayırt etmesi öylesine zordur ki…”
Bence sorun, Ayhan’ın genelde insanlarla kurduğu – daha doğrusu kuramadığı -ilişkinin zayıflığı ve dengesizliğinde yatıyor. Ayhan gibi ölümle yan yana yaşayan birinin kadınlarla, çevremizde gördüğümüz biçimde bir ilişki kurması size inandırıcı geliyor mu? Bana gelmiyor. Sorunuzun içinde önemli saydığım bir konu var, altını çizerek tekrarlayayım, “Bazı hakların kadınlara kullanılmaması için verildiğini anlamadı,” diyor Ayhan. Bu mantık, 1970 kuşağının hareket içindeki kadınlara bakışının birini ortaya koyması açısından önemli; tam bir ikiyüzlülüğü yansıtıyor.
Ayhan’ın kadınlarla kurduğu ilişkinin sertliği ve acımasızlığı da dikkatinizi çekmiştir. Ayhan’ın kafasına kurşun sıktığını unutmayın. İntihar, bütün diğer açıklamaların ötesinde, insanın kendisine eziyet etme içgüdüsünü de içinde taşır. Kendine eziyet etme güdüsü de biraz sadizim, biraz da mazoşizm değil midir? M.E. – Yazar olarak kadınları önemser ve severim. Bunun, sormasanız da, bilinmesini isterim. Kadınları sevmeyen genellikle insanları, insanlığı da sevmez.
Naci şöyle diyor:
“Hainlik ve döneklik. Bu iki kavram da kahramanlık ve sabır kadar ilgi çekici bence. Hainliğin ve dönekliğin büyüsü de ilgiye muhtaç. Biri bulup çıkarmalı onu.” Bu cümlelerde de takıldım. Düşündüm uzun uzun. Dönek? Kime göre, neye göre dönek? Belirli bir kritere göre “dönek” ise, “hain” ise o kişinin psikolojisi ne? Evet büyülü bir yanı var ve biri bulup, çıkarmalı onu. Siz bu kavramı ortaya çıkarmayı düşündünüz mü? M.E. – Gelelim, “hain” ve “dönek” kişinin psikolojisine. Issızlığın Ortasında’ da bu sözler Naci tarafından Ayhan’ın keskinliğini alaya almak amacı ile söyleniyor. Hepsi bu. Ama merak edildiyse, “hainlik” ve “dönekliğin de” cesaret ve kahramanlık gibi bir insanlık durumu olduğunu belirtmekte yarar görüyorum. Çok uzun zamandan beri kişileri söyledikleri keskin sözlerle değil, yaptıkları ile değerlendirmeye çalışıyorum. Cesaretin, hayatı birkaç soyut kavrama (fedakarlık, şövalyelik, kurtarıcılık) irca etmek değil, hayatı ayrıntılarına katlanarak sürdürmek olduğunu biliyorum. Toplum bir bayrak gibi havaya kaldırılan soyut bir cesaretin ardına takılmıyor. Cesaret tutarlı bir tabanla ve inançla irtibatlanmışsa süreklidir. Soyut kavramlardan kan alan cesaret, bütün büyüleyiciliğine karşılık (beni hep büyülemiştir) yılgınlık ya da intihara yol açar.
Son söz: Kapalı mahzenlerde cesaretin ikizi korkudur. İnsanın o karanlıkta ikisini birbirinden ayırt etmesi öylesine zordur ki…
SANAT OLAYI TARİH : TEMMUZ 1984
ÜLKÜ KARAOSMANOĞLU