YAZMAK
Yazmak, gizemli, tutkulu ama çoğu kez yorucu bir serüvendir; bu yüzden aşka benzer. Kavranışı da edebiyatın bu ilham verici ana teması gibidir; öğretilemez, öğrenilir ve kişiden kişiye değişen, neredeyse sayısız tanımı vardır. Ben, “beynin kendine yönelttiği hırslı dikkatten doğan, güçlü bir boşalma isteği” şeklinde özetlenebilecek olanı yeğlerim. Çünkü yazmak, tek başına, tutkuyla, acı çekerek yapılır ve çoğu kez mutlu sonla bitmez – tıpkı aşk gibi. Yazmak dediğimiz bu kışkırtıcı eylem, kimi zaman başka hayatlara duyduğumuz özlemden, kendimizden farklı birisi olma hayalinden doğar, kimi zamansa hayatımızda bulamadığımız ilahiliği edebiyatta aramanın bir biçimi olarak önümüze çıkar. Yazmak, bazen de günahlarımızı bağışlatmanın, ruhsal arınmamızı sağlamanın etkin bir yoludur. Bildiğimiz şudur: Anılaştıramadığımız hayatlar, eninde sonunda kendini yazdırırlar.
Yazmak, her zaman, en karmaşık, en çetrefilli duygularda bile açık-seçikliğe ulaşma, insanın mahrem duygularının gizlerini keşfetme isteğinin ortaya konulması olmalıdır. Bu ise, kendini itiraf edebilme yeteneği edinmekle mümkündür. Ancak burada dikkat etmemiz gereken nokta, bu boşalma, keşfetme ya da itiraf isteğinin kaynağında neyin yer aldığının belirlenmesidir. Israrlı, özlü, yürekte yerleşik uyarıcı bir dürtü mü yoksa sadece benliğimizi yatıştıracak ün satın alma niyeti mi beslemektedir yazma kaynağını? İşte temel soru budur.
Dikkatlice bakarsak, kalıcı yazarların beslendiği kaynağın çoğunlukla acı olduğunu görürüz. Çünkü acı çekmek, bize insanları, nesneleri ve durumları -en çok da kendimizi- duyumsayıp kavrama yeteneği verir. Aslında, gerçek edebiyat, bireyin çileli deneyimlerinden sonra acılı anılarını özümseyerek kişiliğini oluşturma safhasında ortaya çıkar. Yazar, hiç olmazsa hayatın bir bölümünü Golgatha’da geçirmiş olmalıdır. Çünkü gerçek edebiyatçılarla taklitçilerini birbirinden ayıran terazinin ölçü birimi -bizi gerçek kılan- acıdır. Yazar, Dostoyevski gibi “yıkım ve kargaşadan doğan acıyı sevmeyi” öğrenmelidir. Bazıları için yazmak, hayatını edebiyata bağışlamak, hatta kurban etmek anlamına gelirken, bazıları için bu eylem, bir oyun ve ödül peşinde koşmaya dönüşür.
Oysa Nietzsche, “Pazar yerinden ve şöhretten uzakta oluşur bütün büyük ve değerli şeyler,” der. V. Hugo ise, her yazınsal eylemi, toplumsal eylem olarak görür. Yazmak, her şeyden önce tutum, bakış açısı sorunudur. Bu nedenle, yazarın duruşunu belirleyen temel unsurlardan birisi de güzel ve doğruya bakışıdır. “Doğru, bilginizin içeriğinin objesine uygun olması demektir. Güzel ise bilginin bir niteliği değil, var olanın üzerinde söylenen önermenin yüklemi ya da öznesidir.“ Ama doğruluk (gerçekler), sanat yapıtı içine girerse, güzellik olarak görünür.
Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, yazmak için bize en çok gereken yalnızlık içinde yaşanan, asla zaman aşımına uğramayacak derin pişmanlıktır. Çünkü nereden bakarsak bakalım, romancının gerçek Tanrısı, pişmanlıktan oyulmuş bir puttur. Kıyıcılık ve merhametin birlikte varoluşunun, başka canlılarda olmazken insan türünde yan yana ortaya çıkışı belli bir trajik zıtlıktır ama bu zıtlık aynı zamanda yazma eylemine sağlam bir temel oluşturur. Çünkü edebiyatın kalıcı -trajik- temaları, bu çelişkinin ürünüdür çoğu kez.
YAZAR ve YAZARIN DURUŞU
Yazarlar kimlerdir; nasıl insanlardır? Bu soruyu şöyle cevaplayabiliriz: Gerçek yazarlar analarının rahminden değil, kalemlerinin ucundan doğarlar. Aydın olmanın birinci niteliği muhalif olmaktır. İşte bu nedenle yazar, hiç bir otoriteye, hiç bir politik sisteme bağımlı (angaje) olmamalıdır. Ancak bağımsız yazar sorumsuz olamaz; insanlığa karşı görevleri vardır. Bu görev, sorgulayarak yaşadığı zaman dilimine ışık tutmayı ve ona müdahale etmeyi de kapsar. Sanatın amacı (bilim gibi, saf din gibi, felsefe gibi), yaşamda var olmayanı, dengeyi arayışımızda daha adil, daha aydınlık olmak değil midir?
Uyumsuzlukları, çelişkileri belirginleştirmek, en azından unutturmamakla görevli olan sanatçı, benliğinin kapılarını başka varlıkların acılarına açandır. Bu yüzden yazarı büyütüp derinleştiren en önemli unsur, mayasında kendini suçlama isteği ve yeteneğinin var oluşudur. Sanatçı, her şeyden önce, adaleti tutkularının Tanrısı kılandır.
Kimi yazarlar, hayran edinmekten çok, kendilerine hayran olmak için yazarlar; kimileri ise gelecek ya da sonsuz bir hayat edinmek için. Kimi yazar, özünün, sefahat içinde kendini yok eden birisinin çekiciliğinden öte pek de anlamı yoktur. Bazılarımız için sanat, yarar gözetmeyen bir uğraştır; bazılarımız ise, kimsenin görmediği, görse de farkına varmadığı insan manzaralarının ressamı olmayı seçerler.
Bu satırların yazarı, sanatın ve sanatçının söyleyecek bir şeyi olması gerektiğine inananlardan, “yazar ya da sanatçının mayasında adalet duygusuna tapınma olmalı, vicdanı yüreğinin yanında yer almalı ve bu vicdan toplumsal, insani kaygılar içermelidir,” diyenlerden. Daha açık deyişle, “yazar, kendini sever değil, insanlığı sever olmalıdır,” diye düşünenlerdendir.
Bir yazar, ancak hakkındaki övgülere de yergiler gibi aldırış etmediğinde olgunlaşmış sayılır. Yazarlar, yazdıklarına ne denli katılırlar? Kahramanlarını ne kadar kendilerine benzetirler? Bu sorulara, “iyi yazarlar, kendilerini, var oluşlarının örsünde ufalayıp öğüterek kahramanlarının hamurlarına katanlardır,” diye cevap verebiliriz.
ROMAN
İyi roman nedir? İyi roman, her şeyden önce sabit bir fikir ya da yıkıcı bir sorudur. Bu tür romanlar zamana karşı koyabilmiş, kalıcı eserlerdir ve odağında da mutlaka insan vardır. İnsan olarak varlığımızın bilinmeyen bir yanını keşfetmeyen, buna niyetlenmeyen ya da var olanın altını çizmeye yeltenmeyen roman, roman değildir. Aslında roman türünün öncülerinden sayılabilecek olan Robinson Crusoe, bize, romanın ana temasının ne olması gerektiği konusunda fikir verir (Tıpkı 3000 yıldır okunan Odyseus gibi): “Yazgısını arayan yalnız insan…” Sartre diyor ki, “Kötü roman, pohpohlayarak hoşa gitmeye çalışan romandır; iyi roman ise, inanma ve inanılma işidir.” Gerçek yazar, kolaylığı sürgün edendir ve yazarken asla okuru gözeterek yazmaz. Anais’nin sözlerini asla unutmamalıyız: “Bir sanatçı, yeterince büyükse her şeyi yalayıp yutabilir.”
SANAT
Sıra, sanatın niteliklerinde: Sanat keşfeder, bilim kanıtlar. Yaratıcılığın yolu ise uyumculuktan değil, başkaldırı ve yıkıcılıktan geçer. Sanat ise, isyana açılan en büyük kapıdır. Gerçek soyluluğun ölçüsü ne kanımızın rengi ne de erdemlerdir; ölçüt, edebiyattır, sanattır. İnsanlığı, kötülüğün zalim krallığından iyiliğin soylu efendisi olmaya ancak sanat taşıyabilir. Buna rağmen sanat ve edebiyat hiçbir zaman yüceleştirilmemeli ve ahlâkçı sınırların içine sıkıştırılıp kutsallaştırılmamalıdır. Picasso’nun dediği gibi, “Sanat, asla iffetli bir şey değildir” ve iyilikten çok kötülük, sevaptan çok günah kutbuna yakındır.
Son söz olarak şunları söyleyebiliriz: Yazgı, katlanılabilir bir ölüm ummaktan başka bir şey değildir. Türümüzün bu gezegenin üstündeki konumunu ve yazgısını araştırma merakı; galiba yazmak ve edebiyat da bundan ibaret. Bunu, bize, yazgılarımızın -ne denli trajik olursa olsun- katlanılabilir olduğunu kanıtlayan başyapıtlar söylüyor.