Özgür Duygu Durgun – Fay Kırığı Üçlemesi ‘nin son romanı Rojin’le hikayenin başladığı noktaya geri dönüyor, çemberi tamamlıyoruz. Rojin hikayenin tamamlayıcısı olmakla birlikte üçlemenin diğer iki kitabından bağımsız bir roman olarak da okunabiliyor. Üçlemenin bu kendine özgü kurgusal yapısı aslında Türkiye’nin fay kırıklarını oluşturan meselelerinin bir kısır döngü halinde içiçe geçmesini akla getiriyor. 1993-2009 dönemi yani Türkiye’nin son 15 yılında yaşananlarla paralel bir kurgu…Bu yapıyı kurarken nasıl bir akış ve plan ile hareket ettiğinizi biraz anlatır mısınız? Mehmet Eroğlu – Fay Kırığı’nın ortaya çıkıp tamamlanması 7 yıllık sürmüş gibi görünse de tasarlanması oldukça eskilere, neredeyse 90’ların ilk yarısına dayanıyor. 5. Romanım Yürek Sürgünü’nü bitirdikten sonra belli fay hatlarıyla parçalanmış görünen Türkiye’nin panoramasını, insan odaklı, dramatik hikayelerle çizecek büyük bir roman yazmayı düşündüm. Üçlemeyi oluşturan romanların adlarından ve kitaplarda ele alınan sorunlardan bu fay hatlarının -zenginlik yoksulluk, Müslüman Laik, Türk Kürt- birbirleriyle kesiştiğini, böylelikle etkilerini daha da arttırdığını görmek mümkün. Kürt sorununu yoksulluğun daha da katlanılmaz kıldığı, Müslümanlığın içindeki bir damarın yoksullukla savaşta nasıl önem kazandığı son olaylarla karşımıza çıkmadı mı? Tasarlanması neredeyse on yılı aşan bir süre alan ve ilk başta tek büyük bir roman olacağı düşünülen üçlemenin sıralanması, Rojin’in öykünün başını oluşturmasına rağmen, AKP’nin iktidara gelmesiyle Mehmet-Emine- Rojin’e dönüştü. Yani tarih sıralamasında 1993’ü geriye aldık. Ancak bu hikayenin bütünlüğünü bozmayacaktı. Çünkü Rojin’de savaşan trajik insanın evrensel sorunları ele alınacaktı.
Ö.D. – Fay Kırığı Üçlemesi’nde anlattığınız ana karakterler, Mehmet, Emine ve Rojin’i her bir kitapta derinlemesine tanırken; her karakterin hayatla, aşkla, Tanrı ile, inandığı politik davayla olan ilişkisinde aslında yenilmiş; kendisi adına başkaları tarafından verilen kararların gölgesinde yaşamış ve sonra da hayatının kontrolünü eline almak için korkusuzca mücadele vermiş olması gibi bir ortaklık var. Yine de, ait olduklarını düşündüğümüz sınıfsal, kültürel veya politik tarafa da tam olarak ait değil bu karakterler. Tam olarak ait olmadıkları bir hayatı yaşamak mı sizce onları ortaklaştıran? M.E.- Her üç kahraman da mensup oldukları sınıfla sorunları olan karakterler. Mehmet onu terk eden zengin sevgilisinin acısından, varoşların ona vurduğu yoksulluk ‘lekesinden'(!) kurtulmaya çalışan birisi. Eylemlerine ve kararlarına önce kaçarak kurtulmak, sonra önüne çıkan fırsatla sınıf atlama isteği yön veriyor. Taşralılıkla büyük kentlilik arasına sıkışan ve büyük bir şirketin varislerinden olan Emine, kendi mahallesinden olmayan bir erkeği, Mehmet’i severek kendini açmaza sokuyor. Emine aynı zamanda taşra müslümanlığı ile zengin, kentli genç bir kadının istekleri arasına sıkışıyor. Asimile olmuş, varlıklı bir Kürt ailesinin kızı olan edebiyatçı Zeynep ise, yaşadığı kardeş acısıyla değişiyor ve Güneydoğu’da savaşçı bir kadın, Rojin olarak karşımıza çıkıyor. Hepsi sıkışmış, geçmişlerini reddetmiş ya da geçmişlerinden kurtulmak, kaderlerini değiştirmek isteyen trajik kişiler. Ortak özellikleri bu. Bunlardan daha iyi roman karakterleri mi olur?
Ö.D. – ‘’Laik-Müslüman, Türk-Kürt, zengin-yoksul: Fay Kırığı Üçlemesi, bir açıdan bugün ülkemizi parçalara ayıran bölünmelerin öyküsü’’. Üçlemenin baskın karakteri Mehmet Esen hakkında biraz konuşmak isterim. Özellikle Mehmet Esen’in öyküsünün toplumsal anlamda bir karşılığı var diye düşünüyorum. İzmir’in kenar mahallesi Şemikler’de geçmiş bir çocukluk; zenginlikten gelen baskın ve şımarık karakteriyle onu ele geçiriveren ilk aşkı Aslı, ardından askerlik ve savaşla birlikte bambaşka bir adama dönüşme hali ve İstanbul’da muhafazakar yeni zenginlerden Kadıoğulları Ailesi’ne girişi…Mehmet Esen’in ‘kabuk değiştirir gibi’ değişmesi ve tüm bu fay kırıklarıyla dolu ülke tarihinde sanki o kırıkların hepsine birden ait bir portre çizmesi. Mehmet bu yönüyle çok fazla ‘bizden biri’ değil mi? Biraz fırsatçı, biraz yenik, biraz muktedir, biraz yalnız M.E.- Büyük inançları olmayan, önüne çıkan fırsatları değerlendirip kaçarak aşk acısından kurtulmayı düşünen ve bu ülkedeki en yaygın erkek ismini taşıyan Mehmet, bu üçlemede adına yakışan bir şekilde geniş bir kısmın adeta prototipi. Neredeyse her başarı hamlesi tamamlanmadan eksik kalmış, varoşlarda büyürken büyük kente ve zenginliğe duyduğu özlemi aşkla gidermeye çalışan biri. Aslında bir anlamda tam bir küçük burjuva. İlk iki romanda yer alan kahramanlardan Simin’in onun için söylediklerini hatırlayalım; onun sözleri yeterince açıklayıcı: ”Eğer radikal değilse orta sınıf mide bulandırıcıdır. Çünkü çıkarcı, işbirlikçi ve fırsatçıdır…” Öte yandan küçük burjuvanın en önemli talebi saygı görme isteğidir… Ancak unutulmamalı, Mehmet bir roman kahramanı: Roman kahramanları kişiliklerinde derin çelişkiler taşırlar ama trajik sonlarına doğru ilerlerken değişirler. Mehmet de bu değişimi bir roman kahramanına yakışacak bir şekilde, dramatik bir biçimde yaşıyor.
Ö.D. – ‘Rojin’ şimdiden ‘Edebiyatımızın en hakiki, en ciddi savaş romanı’ olarak tanımlanmaya başladı. Güneydoğu’yu, savaşı, PKK içindeki ideolojik tartışmaları ve savaş şartlarındaki insanı (kadın ve erkek olmanın hassasiyetleriyle ) olanca çıplaklığıyla anlatan yakın dönemden bir başka roman /eser doğrusu henüz yazılmadı sanıyorum. Roman öncesinde ciddi bir hazırlık, arşiv çalışması ve sahadan kişilerle görüşmeleriniz olduğunu anlatmışsınız bir söyleşide. Bu süreci biraz anlatır mısınız? M.E.- Evet, Rojin bir boyutuyla belki sizin soruda ifade ettiğiniz gibi ‘Edebiyatımızın en hakiki, en ciddi savaş romanı’ olarak tanımlanabilir ama bence üçlemenin bu son kitabı bundan daha çok savaş ve savaşan trajik insan üzerine bir roman. Hatırlayın, İlyada bir yönüyle savaş destanıdır ama bir anlamda da ölümsüzlük için ölümlü sonu seçen Aşil’in öyküsüdür. Savaş, içinde yer alan karakterleri ateşiyle yakıp saflaştıran, kahramanlarını trajik bir varlığa dönüştüren bir durum ve edebiyat tarihi boyunca sayısız ölümsüz eserin yazılmasına neden olmuş toplumsal bir yıkım. Yazılışına gelince, hemen şunu söyleyeyim, Rojin uzun ve çok meşakkatli bir araştırmanın sonucunda ortaya çıktı. Olayların geçtiği coğrafyayı düşündüğünüzde romanın görünmez ama hiç kuşkusuz ana kahramanlarından birisi olan Doğa hakkında da konuşmalıyız: Doğa, yani dağlar. Bu kitap için 1995 yılından beri onlarca kitap, anı, anlatı ve rapor okudum. Çoğu tek taraflı yazılmıştı. Bu nedenle savaşan iki taraftan da aynı olayı anlatan farklı bilgileri karşılaştırıp, gerçek olayın nasıl cereyan ettiğini bulmaya çalıştım. Bölgeyi ait beş bine yakın fotoğraf buldum. Mekanların, gündelik hayatın ayrıntıları için bir çok kişiyle konuştum: Bu süreçte iki davranış biçimiyle karşılaştım: oto sansür ve travmatik tepkiler. Bazen şans da yardım etti, olayları yaşayan kişilerle karşılaştım. Yiyecekler, bitkiler, yılanlar, arılar, bitler, katırlar, operasyon ve eylem jargonları, silahlara ait bilgiler, savaşanların dili… Kitabın inandırıcılığı, okuyanını olayların gerçekliği konusunda ikna eden bu ayrıntılar oldu. Rojin’de anlatılan her olay tarih, mekan ve sonuçları açısından doğrudur.
Ö.D. – Edebiyatın insan gerçeğini anlamamıza yardım eden, öteki’ni görmeye, duymaya yol açan iyileştirici bir yönü var kuşkusuz. Edebiyattan belki bundan daha ötesinİ beklemek, sorunlara çözüm bulmasını istemek haksızlık olur ama şunu da sormadan geçmek istemem; fay kırıklarının gittikçe derinleştiği bu toplumsal ve kültürel iklimde sizce hala ‘insan olmak düşman olmaktan daha mı kolay’? M.E.- Hiç de kolay değil. Ama başka çare var mı? Zaten çözüm kolay olanda değil, zor, denenmemiş ya da unutulmuş olanda. Edebiyat da bunun için var. Size Canneti’nin ‘Sözcüklerin Bilinci’ adlı kitabının, Yazarın Uğraşı adlı bölümünde yer alan bir cümleden söz etmek istiyorum. Canetti’yi, adını hatırlamadığı bir yazarın II. Dünya savaşının çıkmasından bir hafta önce yazdığı ve onu sonraları çok etkileyen bir cümlesini buraya aktarayım. Meçhul yazar şöyle haykırıyor: ”Her şey bitti. Gerçekten bir yazar olsaydım, savaşı önleyebilmem gerekirdi…” Edebiyat ve yazarlığın önemini işte bu cümledeki çığlık yansıtıyor. İnsanlara insanın olmanın düşman olmaktan daha kolay olduğunu hatırlatmalıyız. Sanat, özellikle de edebiyat bunun için var. Edebiyat hem Hugo’nun dediği gibi ”toplumsal bir eylemdir” hem de insanlığın farkındalığını arttırmak, toplumsal vicdanı oluşturmak için vazgeçilmez bir gerekliliktir. İşte bu yüzden edebiyatı uysallaştırıp iğdiş edenlere, isyana açılan büyük kapısını kapamaya çalışanlara öfke duyarım hep.
Taraf Kitap, 2013 Özgür Duygu Durgun