Söyleşiler

Nazan Özcan – Üçlemeyi bitirdiğinize göre, şöyle bir soruyla başlayabilirim: Üçlemeyi yazarken, meramınız neydi? Ve neden üç parçaya bölmek istediniz?

Mehmet Eroğlu – Mehmet, Emine ve Rojin’den oluşan Fay Kırığı üçlemesinin yazılma nedeni Türkiye’nin zenginlik-yoksulluk, Müslüman-Laik, Türk-Kürt diye adlandırabileceğimiz, sınıfsal, ideolojik ve etnik kökenli üç toplumsal hat boyunca bölündüğünü ve bu bölünmelerin toplumsal gerilimlere, çatışmalara yol açacağını, ülkenin kaderinin bu sorunların etrafında düğümlendiğini düşünüyor olmamdı. Toplumsal dinamikler açısından 1990 ile 2006 arası gibi son derece ilginç bir dönemi anlatan üçlemenin her kitabı, az önce sözünü ettiğim bu fay hatlarının birisini ele alıyordu: Mehmet, zenginlikle yoksulluk; Emine, Müslümanlıkla-laiklik; Rojin, Türk Kürt sorunu. Yani  üç fay hattı için üç kitap diyebilirsiniz. Bu üçlemenin yazılma sürecini, sağ iktidarları, haki rengin hayatımızdaki güçlü yerini, askerleri, militarizmi, şiddeti, onursuzluğu, liberalleri, zenginleşme ihtirasını, birbirinden ayrışan Müslümanları ve bu arada şehirleri, taşrayı, karanlığı, sıradanlığı, özellikle küçük burjuvaziyi roman dünyaları içinde ele alma çabası olarak da görebiliriz.

N.Ö. –  Devamla, Rojin’deki derdiniz ve meramınız neydi? M.E. –  Rojin’in yazılma nedeni toplumsal bölünmenin en şiddetli, en kanlı biçimde kendini gösterdiği  Türk-Kürt sorununu ele almak ama daha çok ülkeyi neredeyse 30 yıldır alt üst eden bir savaşı bütün çıplaklığı ile sergilemekti. Savaş, tarafların ağzından anlatıldığında ya da uzaktan -gazete, radyo, televizyondan- izlenildiğinde taraflı olarak algılanır. Ya yeniyor ya da yeniliyorsunuzdur. Savaşanlar ya kahramandır, ya da düşman… Oysa savaşın gerçek yüzü, propaganda bulutu aralanarak, kutsal kavramlar denilen maskelerden soyularak savaşanların gözünden anlatıldığında ortaya çıkar. Ancak o zaman savaşın ne olduğu, savaşların ne pahasına sürdürüldüğü tam olarak kavranabilir. Sorunuza gelince: Derdim ve meramım “toprak altında yatanlar adına konuşmak” arzusuyla, toprak altına girmemek için her gün canlıların yaşının olmadığı, sadece ölümlerin yaşının hatırlandığı topraklarda neler yaşandığını anlatmaktı.

N.Ö. –  Üçlemede geriye giden bir örgü var. Mehmet’te 2006’yı, Emine’de 2005’i ve Rojin’de 1993’ü anlatıyorsunuz. Neden bu anlamda ters bir örgü kurmak istediniz? M.E. –  Böyle bir sıra izlemek Türkiye’nin dinamiklerine daha uygundu. Aslında bugün Rojin’i başa alıp Fay Kırığı üçlemesini Rojin, Mehmet, Emine sırasıyla okumak hiçbir şeyi değiştirmez. Öykünün akış çizgisi bozulmaz. Rojin serinin hem birinci, hem üçüncü kitabı olarak okunabileceği gibi, kendi başına, bağımsız bir roman olarak da okunabilir. Fay Kırığı sonunda ölüm kavşağında birleşen üç nehir gibi, hayatımız gibi, geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman gibi akıp gidiyor…

N.Ö. –  Ve Rojin’e gelelim. Çok zor bir alana giriyorsunuz. 90’ların başı Güneydoğu. PKK, terör, savaş ve elbette savaştakiler. Biraz korkutucu değil miydi? O dönemleri metropollerde olsa bile yaşamış insanlar olarak, bugünden bakınca, sanki kabusu tekrar görmek gibi. Siz kabusu neden kağıda dökme ihtiyacı hissettiniz? M.E. –  Bizzat askeri sorumlular tarafından savaş olarak adlandırılan ve ülkenin kaderine 30 yıldır hükmetmiş büyük bir toplumsal çatışmayı anlatmamak, yazarların buna eğilmemesi, bu alt üst oluşun odağında yer alan insanların öykülerinin duyurulmaması düşünülemez.  Bana yazarlar kimdir, nasıl yazar olunur diye sorulduğunda, yazarlar kişisel ve toplumsal yıkımlardan, acılardan beslenir diye cevap veriyorum. Bir anlamda acıların ve yıkımların kreşendosu sayılabilecek toplumsal kabuslar kağıda dökülmez, toplumsal belleğe kazınmazlarsa, emin olun bir süre sonra birileri bize onu tatlı rüya diye anlatmaya koyulur. Savaş çığırtkanlarına engel olmanın yolu, sizin kabus dediğiniz savaşı –taraf olmanın, kutsallığının yüklerinden kurtararak- bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktır. Öte yandan savaşlar insanı var oluşlarının kazanında kaynatıp biçimlendiren en önemli olaylardır. Savaşan insan her şeyden önce trajik insandır ve bu yönleriyle edebiyatın ana temasıdır. İlk edebi eser olarak tanımlayabileceğimiz ölümsüz İlyada nedir? Bir savaş romanı, yani bir kabus hikayesidir. Hafızamızı zorlarsak bir çok başyapıtın aslında savaşı, savaşın içine sıkışmış insanı anlattığını görürüz.

N.Ö. –  Gerilla Rojin ve asker Mehmet’in hikayesini anlatırken tarafsız kalabilmek için epey çaba sarf etmişe benziyorsunuz. Bu kitabı okuyan bir PKK ya da milliyetçi bir Türk, aynı tepkiyi verebilir mesela: “Yazar bir hain”! Neden böyle bir tutum sergilemeye çalıştınız? M.E. –  Aslında tarafsız kalayım, yazarken dengeyi tutturayım diye bir endişem olmadı. Romanda anlatılan her olay birçok kaynak tarafından doğrulanmıştır ve her –insanlık durumu olarak adlandırabileceğimiz- durum doğrudur ve olmuştur. Şunu da ekleyeyim. Yazarın tarafsız kaldığı duygusunun bir nedeni buysa, bir nedeni de savaşın yarısının bir asteğmenin, Mehmet’in, öteki yarısının da dağda üslenmiş bir kadın gerillanın, Rojin’in gözünden anlatılması bence. Yazarken savaşan tarafların değil, sadece savaşı yaşayanların tarafını tuttum. Ders verirken hep vurgularım: Romanın odağında insan vardır ve yazarın görevi yazgısını arayan bu insanı yer aldığı toplumsal kaneviçanın içinde anlatmaktır. İnsan, ölümlü olduğundan ve bunu kabullenememesinden dolayı zaten trajik bir varlıktır. Bir de savaşan insanı düşünün. Hainliğe gelince: Zaman zaman hain diye tanımlanmak yazarların, sanatçıların değişmez kaderidir. Bir de şaka yapayım: Hangi önemli, değişik iş yapmaya kalkışan kişi vardır ki, başlangıcında hain diye adlandırılmasın. Ama emin olun, asıl hainlik, eyyamcılık yaparak gerçekleri anlatmamak, o cehennemi yaşayanların başından geçenleri tam olarak aktarmamaktır. Yazarken sınırlamalara asla aldırmam. İnsanın –özellikle yazarken- ilk kurtulması gereken korku, kim ne der, korkusudur. Ve bu korku, korkuların en utanç vericilerinden birisidir.

N.Ö. – Kitapta Rojin ve Mehmet dışında iki önemli kahraman daha var: Savaş ve doğa. Öncelikle kendi aralarında kullandıkları dilden, yaptığı hareketlerden, savunma tekniklerinden, yedikleri yemeklerden, tuttukları nöbetlerden, hayatta kalmak için kullandıkları minik ayrıntılardan tutun da kuryeler, korucular, uyuşturucu vs. de içeren ve PKK-TSK savaşını bu kadar “iyi” anlatan bir kitap okumadığımı söyleyeyim ve şunu sorayım: Savaşı nasıl bu kadar iyi biliyorsunuz? Çünkü sanki orada yaşamış gibi yazmışsınız. M.E. –  Rojin 1993-94 yıllarını, Güneydoğu’nun en kanlı günlerini, 93 Temmuz’undan başlayarak yaklaşık on iki ayı anlatıyor. Bu savaşı iki cepheden, iki ayrı göz ve bakış açısından anlatabilmek için yaklaşık 30 kitap, binlerce sayfa anı, anlatı okudum. Beş binden fazla fotoğraf edindim. O dönemde bölgede bulunmuş, bizzat savaşmış kişilerle konuştum; savaşa ve gündelik hayata ilişkin yüzlerce küçük ayrıntıyı bulup biriktirdim. Savaşı bilmeye gelince. Bizim kuşak savaşı tanır. Yeri gelmişken diğer tespitinizin doğruluğunu vurgulamak isterim. Aslında Güneydoğu’da geçecek serüvenlerin ana kahramanı, baş rol oyuncusu dağlar ve kış, yani doğadır.

N.Ö. –  Tarihsel olayların neredeyse bütün ayrıntılarıyla kitapta olması, gerçeklik duygusunu daha da kuvvetlendiriyor. Niyetiniz bu muydu? M.E. –  Rojin’de anlatılanlar az önce söylediğim gibi Hakkâri Bölgesindeki 93-94 dönemindeki olanları kapsıyor. Bu dönem TSK açısından Güneydoğudaki askeri stratejinin değiştiği, alan hakimiyetinin sağlanması kararının alındığı, çatışmaların tırmandığı bir evre. Romandaki bütün olaylar, -baskınlar, çatışmalar, operasyonlar- tarih, saat, coğrafi konum, harekat planları ve çatışmalarda yer alan birlikler olarak, doğrudur. Tarihsel doğruluk ve ayrıntılar romanın iki kahramanı, Rojin ve Mehmet’in bu olaylarda yer almasından dolayı bir gereklilikti.

N.Ö. – Savaşın hep insanlar üzerinde anlatılır ama sizin kitabınızda doğayı ve hayvanları (o müthiş ayı ve yavruları sahnesi) ne kadar mahvettiği de var. Yıllardır onlara haksızlık mı ettik sizce? M.E. – Savaşın ilk kurbanı masumiyetse, sonra doğa, ardından savaşa neden olan insanlar gelir. Rojin’de doğanın ve hayvanların maruz kaldığı yıkımı ve yok oluşu özellikle yansıtmaya çalıştım. Balkaya/Gowende’nin bombalanışı, ayı ve yavrularının yer aldığı sahne ve tabii bir de kuşlar. Bu bölümleri yazmış olmaktan mutluyum. Yeri gelmişken ekleyeyim. Hatırlarsanız, Fay Kırığı Üçlemesi’nin önde gelen kahramanlardan birisi olan Cenk, -avcılık geçmişi ve kişilik özellikleri nedeniyle- yörede pink diye adlandırılan ve nesli tükenmiş olduğu sanılan Anadolu Parsını arıyordu. Geçen hafta gazetelerde haberine rastladım. Pink yıllar sonra ilk kez görüntülenmiş. Yine romanda Rojin, İkiyaka dağlarındaki kaya resimlerini görmek istediğini söyler. Yine geçen hafta, yıllar sonra bir grup dağcı, binlerce yıllık bu resimleri görmek için bir tırmanış gezisi düzenlemişler.

N.Ö. –  Bir savaş kitabı yazarken, insanın militarizme ya da kahramanlık anlatısına kayması an meselesidir. Siz kendinizi nasıl yönlendirdiniz? M.E. – Kendimi nasıl yönlendirdim? Aslında yönlendirmedim, yaptığım tek şey yazarken sadece insanın peşinden gitmek, onu izlemekti. Gözlerimi binlerce metre yükseklikte, karda kışta, cehennem sıcağının altında hayatta kalmaya çalışan inançlı, inançsız insanlardan ayırmadım. Böyle yaparsanız iki yönlü hamasetin, milliyetçiliğin ve şövenizmin tuzağına düşmessiniz. Yazmıştım ama tekrarlayayım. Kahramanlık azraille ikinci randevuyu da gerektirir. Çoğu kez bilinçli bir seçim değildir. Kahramanlık , korku, cesaret… Savaşan insan bunların üzerinde pek durmaz. Savaştan elde edebileceğimiz en fazla şey, hayatta kalmak, belki biraz da kendimizi anlamaktır..

N.Ö. –  Özellikle Rojin kendi savaşının özgürlük savaşı olduğunu iddia ediyor ama sanki olduğu ortam “yeni bir tutsaklık” yaratıyor? Savaş ve özgürlük arasındaki bir çelişki nedir sizce?
M.E. – Savaş ne için yapılırsa yapılsın, varlığınızı ölüme rehin vermektir. Savaşan insanın tam olarak özgür olması düşünülemez. Ama bazen özgürlüğün yolu, şiddetten geçer. Bu ikilem trajik insanın açmazıdır.

N.Ö. –  Kitapta hem kahraman hem de birçok karakter “düşünceleri” uğruna savaştığını söylüyor. Ama savaşta en ilkel duygularla hareket ediyorlar. Ama Rojin için “insan kalmanın romanı” diyorsunuz. İnsan savaşta ne kadar insan kalabilir, ne kadar insanlıktan çıkabilir? M.E. – Şurası açık ki, savaşan insanın temiz ve iyi kalması mümkün değil. Ama insanın savaşta insan olduğunu hatırlaması, bazen zihinsel sıçrama yapması da mümkündür. Kıyıcılık ve merhamet başka varlıklarda yanyana yer almazken, insan yaratılışının karanlık alanlarında birlikte yer alır. İnsanı karmaşık, gizemli ve yazmaya değer bir varlığa dönüştüren de bu çelişkidir. Rojin’in, Malraux’un Altenburg’un Ceviz Ağaçları’nı hatırlaması ve mağaraya geri dönmesinin nedeni de  bu olgu.

N.Ö. –  “Herkes vatanı öldürmek için kullanıyor” diye bir cümleniz var, kullanıyor dediğinize göre gerçekte bu insanların “derdi” ne? M.E. – Doğada her canlı yaşamak için kendine bir alan belirliyor ve orada hakimiyet kuruyor. İnsanlar da üç aşağı beş yukarı böyle davranıyor. Aslanlar, çıtalar, leoparlar belirledikleri alanları koruyor, ancak fazlasını isteyip bütün Afrika benim olsun demiyorlar. İnsanlar çıtalar gibi değil. Bırakın, bütün dünya benim olsun, diyor. Sonuç: Mülkiyetin korunması, elde edilmesi gibi her zaman şiddet gerektirir.

N.Ö. –  “Ölümün provası”nı yaptığını söylediğiniz insanlar, size ne hissettiriyor? M.E. –  Hüzün! Çaresizlik… İnsan savaşırken ölümü bir kere değil, her gün prova ediyor.

N.Ö. – Bütün kalıcı ve büyük yazarlar melek değil, şeytandır. Evet, şeytan…Yazarken şunu bileceksin: Yazmak sevaba değil, günaha yakındır” diyor kahramanlardan biri. Ayrıca aynı kahraman “Yetenek metenek yoktur” da diyor. Siz kendinizi nereye koyuyorsunuz yazar olarak? M.E. – Yazar olarak kendimi yazdıklarımın tam ortasına, yani sözlerimin arkasına koyuyorum. Aslında bu romanda gözardı edilmemesi gereken, savaş dışı temalar, özellikle de Nusret’in aşk, yaratıcılık ve yazmak konusunda düşüncelerini ortaya koyduğu bölümler var. Bunu da hatırlatmak isterim.

N.Ö. –  Ve son soru: Savaşı yazarak barışa ulaşabilir miyiz? M.E. – Aşıyı bulmak için mikrobu iyi tanımak gerekir. Bu nedenle cevabım evet, savaşı yazarak barışa hizmet edebiliriz. Hem bir ülkede 30 yıldır bir savaş devam ediyorsa, bunun edebiyata yansımaması en hafif tabiriyle aymazlıktır. Savaş romanları farkındalıkları artırarak, vicdansız, adaletsiz haksız dünyaları gözler önüne serebilir. Rojin gibi romanlar yazılmazsa sürüp giden savaşı günlük hayatımızdan uzak bir yerde, ancak ölü sayısı arttıkça gazete ve televizyon haberi, kahramanlık öyküsü olarak izler ve dinleriz. Homeros, Shakespeare, Victor Hugo, Tolstoy, E.M. Remarque, Malraux gibi sayısız isim. Bunlar savaş romanları yazarak edebiyatı ve dünyayı yeniden oluşturan büyük yazarlar. Hepsi barışı amaçlıyorlardı.

Milliyet Sanat, Eylül 2013 Nazan Özcan