Söyleşiler

Mehmet Eroğlu ve  Cehennemin Gerçeği

“Mehmet Eroğlu’nun ‘Adını Unutan Adam’ romanı, politik tarih – toplum – tarih üçgeninin için eyerlenmiş, birey gerçeğini, insanlık değerlerine gönderme yaparak sınayan çok yoğun bir yapıt.”

Mehmet Eroğlu’nun son romanı Adını Unutan Adam boyutuyla kıyaslanamayacak ölçüde yoğun bir roman. Bu yoğunluk romanın bir dizi çatışmanın üstüne oturmasından kaynaklanıyor. Romanda oluşturulan kurgu çok çeşitli yöntemlerle ele alınabilecek ve yorumlanabilecek kertede karmaşık ve o oranda da bütünsel. Tarih-toplum-birey olgularının birbirinin içine geçmiş olarak yer aldığı bir roman için başka bir şey söylemek de zor.Bu açıdan bakılınca ilk elde göze çarpan elbette romanın yapısal özellikleri. Çeşitli zamanların, olayların ve düşünsel kategorilerin üstüste çakıştığı, içiçe geçtiği bir yapı bu.

Bütün bu özellikler adeta gerçek (üstü) dışı bir yapı üstüne oturtulmuş. Oysa farklı bir yaklaşımla değerlendirilince bu yapının salt bir biçim özelliği olmadığı anlaşılabiliyor. Bu, romanın düşünsel örgüsünden kaynaklanan bir özellik. Ondan koparılamayacağı anlaşılıyor. Dahası o düşünsel örgüyü oluşturan sorunsalları belirlediği ortaya çıkıyor.

Bu, Eroğlu’nun daha önceki romanlarında da böyleydi. Ben de bu yazıda Adını Unutan Adam’ı  ‘fantastik’ diye nitelendirilen yanıyla ele almak, bunun fantastik olmanın ötesinde bir takım olguları imleyen, onlarla diyalektik bir etkileşim içine girmiş bir olgu olduğunu saptamak istiyorum. Onun yanı sıra Adını Unutan Adam’ın 1980 sonrasında yaşadığımız ve roman üretiminde kendisini gösteren sıkıntılara, o –sıkıntıları yaratan neden ve koşullara getirdiği yanıtı tartışmak niyetindeyim.  Çıkış noktam ise Gösteri’nin Eylül 1988 sayısında yayınlanmış olan uzun yazıdır. (1)

O yazıda roman olgusunu ideoloji açısından ve özellikle iki bilim adamının söylevleri yönünden ele almıştım. Macherey ve Eagleton’dan yola çıkarak söylediğim çok özet olarak şuydu: Macherey bir romandaki ideolojinin ‘önceden’ kurulamayacağını, ideolojinin romandaki çatışmalardan türediğin söylüyordu. Eagleton ise bu tanımlamayı öz olarak doğru kabul ediyor, fakat romanın ideolojik oluşumunu beş aşamadan oluşan bir dizgenin içine yerleştiriyordu.(2)

Bu iki ana görüşten yola çıkarak yaptığım çözümlemede Türk romanının 1970’lerdeki genel görüntüsünü ‘kaba’ diye nitelendiriyordum. Ne ki bu ‘kabalık’ o romanların sağlamlığının bir göstergesiydi. Bu metinlerin “yazarda yanlış metinde doğru” romanlar olduğunu, 80 sonrası romanların ise “metinde yanlış yazarda doğru” metinler olduğunu ileri sürüyordum. (Yazarda doğru deyişim yanlış anlaşılmasın. Yazarların da birer aydın sanatçı olarak 80 sonrasında yaşadığı yanılgıları ve çıkmazları o yazıda özellikle vurgulamıştım.)  80 sonrası romanlarda yazar hiçbir şeye katılmıyor görünse de her şeyi belirlemeye ve ideolojisini doğrudan doğruya empoze etmeye çalışan bir tavır içindedir-diyordum. Ayrıca yazarın bireyliğinden gelen ideolojiyle özdeşleştiğini, bunun da herhangi bir çatışmanın yaşanması olasılığını ortadan kaldırdığını, romanların çatışmalardan dolayısıyla da ideoloji üretiminden arındırılmış yapıtlar olduğunu dile getiriyordum.

İdeoloji ve romansal metnin yorumlanması konusunda bir adım daha öteye gitmekte ve fantastik denebilecek bir kurgunun boyutlarını ideolojik bir bağlam içinde ele almakta yarar var.

Bir metnin kurgu-ideoloji ikilemini irdeleyen marksist düşünür Jameson’dur.

Jameson’a göre bir metin birbirinin içine geçmiş üç çerçeve  içinde ele alınabilir.

Bunların ilki politik tarihtir. Bu aşamada metin az ya da çok bireysel çaba ve amaçla kesişir.

İkincisi toplumdur. Bu aşamada ana amaç bireysel çabanın ortaya çıkarılması değildir. Yerini, onun da içinde bulunduğu sınıf çatışması ve belirlemeye çalıştığı amaç ya da parole (mç) almıştır.

Üçüncüsü ise tarihtir. Bu noktada metne yönelik ilgi sembolik mesajlarda yoğunlaşır. Bu mesajlar bize çeşitli işaret sistemleri aracılığıyla iletilir. İşaret sistemlerinin kendileri üretim tarzlarının izleridir. (3s.75)

Kısacası Jameson’a göre metin toplumsal olarak simgesel bir eylemdir. (abç) Amaç toplumsal deneyimle metnin dilsel pratiği arasında bir süreklilik sağlamaktır. Toplumsal deneyim denilen şey ise herhangi bir durumu, çatışmayı, ikilemi ve alt metni saptar. (3s.42)

“Eroğlu’nun kişileri ‘benim için sorun insandan başka bir şey olmak’ diyen kişilerdir”

Burada ‘simgesel bir eylemdir’ imlemesi önemli. Çünkü Jameson biraz ötede ideoloji kavramını da bu noktaya bağlayarak tartışır.

Jameson’a göre ideoloji temsili bir yapıdır (representational structure.) Maruz kalan kişinin toplumsal yapı veya ortak tarih mantığı (collective logic of history) gibi kişilik ötesi (transpersonal) gerçeklerle olan yaşanmış ilişkisini  idrak etmesine olanak verir. (abç)(3s.30)

Bu çatışmalar nerede kristalize oluyor? Yukarda değinildi: Altmetinlerde.

O takdirde altmetin nedir?

Altmetin bir başka metin mi demektir? Eğer altmetin toplumsal çatışma ve tarihle özdeşleşiyorsa bu nasıl belirlenebilir?

Jameson’a göre tarihsel altmetin toplumsal karşıtlıklardır. İkincisi, ideolojik altmetin ise çıkmazlar ve çatışkılardır. Bu çatışmalar birincil altmetinlerde praksis aracılığıyla, ikincil altmetinlerde ise zihnin karşısına mantıksal bir saçmalık veya düşünülemeyecek ve onun yerine alacak bir paradoks olarak çıkar.

Sonuçta bütün bu yapının oluşturduğu metin ve metinsel üretim nasıl vasıflandırılacaktır?

Jameson’un diğer marksist eleştirmenlere hem yaklaştığı hem de onlardan uzaklaştığı yer, metnin üretimiyle ilgili olarak söyledikleridir. Jameson’a göre estetik eylem, biçim üretiminin kendisi doğrudan doğruya ideolojiktir. Bunun nedeni de biçim üretiminin çözülemeyen toplumsal çatışmalara imgesel (imaginary) veya biçimsel çözümler bulmasına yönelik işlevidir.(3s.79)

Görüldüğü gibi Jameson’un gerek metnin üretilmesi gerekse onun öncesinde ve sonrasında koyduğu ideoloji kavramı, bunların tümü bir tür gerçeklik ötesi kavramlar içermektedir: Temsili olmak, simgesel olmak, imgesel olmak gibi.

İdeoloji temsili bir yapıdır. Kişinin kişilik ötesi gerçeklerle yaşanmış ilişkisini ifade eder.

Metin simgesel bir eylemdir. Çatışmaların, hatta çıkmazların üzerine oturmuştur ve onlar tarihsel ve toplumsal anlamdaki altmetinlerdir.

Nihayet metnin ve estetiğin üretimi ideolojiktir. Dolayısıyla ideolojik olduğunu (kişilik ötesi yaşanmış gerçekliği saptadığını) söyleyebiliyoruz. İkincisi metin üretimi ancak imgesel çözümler geliştirebilir. (Bu son nokta sanatsal üretime akıl almaz özgürlükler açan ve Türk toplumunda üretilen sanat yapıtı açısından üzerinde özellikle durulması gereken bir olgudur.)

Bu çerçevenin bizi, altmetinler aracılığıyla, mantıksal saçmalıklara ve düşünülemeyecek olanlara, paradokslara götürdüğünü rahatlıkla söyleyebiliyoruz. Dolayısıyla bir metinin saçmalığı, saptadığı gerçeklikler ve onlara yönelik olarak getirdiği  ‘çözümler’ açısından da, kurgusundaki imgesellik açısından da ‘sağlam’ bir oluşumun işaretidir.

Eroğlu’nun romanına gelmeden andığım yazımda da verdiğim Rus romanı örneğini tekrarlamak isterim; bu bağlamda ele alarak.

Dostoyevski romanı düşünülecek olursa, karakterlerin özellikle gerçek dışı davranışlar ve saçmalıklar üzerin oturtulduğu anımsanacaktır. Günlük praksis içinde hiçbir Dostoyevski kahramanının doğal, alışılmış ve sıradan bir eyleme biçimi yoktur. Aksine saçmayla içiçe geçmişlerdir.

Jameson’u irdelediğimiz zaman bu davranış biçiminin metnin ‘toplumsal olarak simgesel’ boyutunu vurguladığını söyleyebiliyoruz, bir; ikincisi, altmetin bu yoldan oluşmaktadır, çünkü zihin ‘mantıksal bir saçmalıkla’ ve ‘düşünülemeyecek’ olanla yer değiştirmiştir ve bu toplumsaldır; üçüncüsü de kahramanların bu davranışlarıyla imlemeye çalıştıkları toplumsal çatışmalardır ve gene bu davranışlarıyla o çatışmalara adeta çözümler doğrudan doğruya metin tarafından bulunmuştur ve metnin ideolojik üretimi bu gelişimle tamamlanmıştır.

Bu ana şablonu Eroğlu’nun romanına tutuğumuz zaman eldeki metne neredeyse tam uyduğunu görüyoruz.

Nedir Eroğlu’nun romanında getirdiği? Çok özet bir cümleyle söylemek gerekirse Eroğlu Dostoyevskiyen bir roman kurmakta. Romanda geliştirdiği tipler “benim için sorun insandan başka bir şey olmak” (s.66) diyen kişilerdir. Bu amaçla da hayatlarını gene tıpkı Dostoyevski kahramanları gibi ‘soyut değerler’ üzerine oturtmuş kişilerdir.

“Mehmet Eroğlu’nun kahramanları hayatlarını ‘soyut değerler’ üzerine oturtmuş kişiler  ”

Roman bu kişilerin parçası olduğu metnin toplumsal çatışmalara (ki o çatışmalar özünde sınıfsaldır, çünkü sonuçta burjuva toplumunun değer yargılarıyla girişilmiş bir hesaplaşmanın ardından türemişlerdir) önerdiği ‘imgesel’/ düşsel çözümleri geliştirir.

Bu, işin Jameson’un da söylediği ezre, adeta  kendiliğinden olan bölümüdür. Önemli olan bu gelişmenin dışında kalan oluşumlardır. Yani roman bireyinin ideolojik kristalizasyonu.

Dikkatle okunduğu zaman görülüyor ki, romanda yer alan bireyler somut ve sıcak bir eylemin içinden geçmişlerdir. O eylem yer yer ve zaman zaman ideolojik planda net bir biçimde tavır almayı gerektirmiştir. Oysa o ideolojik platform hiçbir biçimde roman okuruna dolaysız bir yoldan aktarılmaz. Roman kişisinin yaşadığı eylemin yarattığı oluşum içinde belirir. Daha da önemlisi o oluşumun giderek ‘temsili’ bir yapıya dönüşmesidir. Çünkü roman kişileri ‘ortak bir tarih mantığının’ ‘kişilik ötesi’ gerçeklerle (yani soyut değerlerle) yaşanmış ilişkisini (bireylerin onları doğrulamak, somutlamak için giriştikleri çabalar) idrak etmeleridir. İdrak etmeleridir diyorum çünkü romanı anlatan ‘adını unutan adam’ biraz da o ‘kişilik ötesi’ değer yargılarını olayların içinde kavrularak idrak eder.

İkincisi eldeki roman öncelikle bünyesinde bir çatışma yaşamaktadır. Bu çatışma kimin Tarık olduğu yapı, kimin cesur kimin korkak olduğu, biçiminde beliriyor. Macherey’e bakarsak bu dahi başlı başına bir tür ideoloji üretim yoludur. Ama Jameson’a yönelecek olursak bu kez de romanın yarattığı altmetin üzerinde durmak zorunda kalıyoruz. O altmetin ilkin tarihseldir. Gerçekten de roman somut bir tarihselliği ve tarihselliğe bağlı ideolojik tavır alışı, o tavır alışın (ideolojik) temsili oluşunu vurguluyor. “Şerin Irmağı’na Ebu Halit evine dönsün diye” gidilmiştir. İkinci altmetin ise toplumsaldır ve bu aşamada mantıksal bir saçmalık zihnin yerini alacaktır. Adını Unutan Adam’ın eyleme biçimi (tıpkı Dostoyevski kahramanları gibi) tümüyle bu çizgi üstünde gelişir. Düşünülemeyecek olanlar ve paradokslar altmetni, dolayısıyla da toplumsal anlamdaki çatışmalar zincirini oluşturur.

Nihayet son noktaya ulaşılıyor. Metnin bir biçim üretim olgusu olarak varlığında taşıdığı ideolojik boyut. Bunun da çözülemeyen toplumsal çatışmalara imgesel/düşsel çözümler bulmakla kaim olduğunu Jameson vurgulamıştı. Nitekim bugün Mehmet Eroğlu’nun yapıtında oluşturduğu yapının fantastik bir yapı diye nitelendirilmesi bana kalırsa böyle bir yaklaşımdan doğmuştur.

Fantastik yapı özünde bir imgesellik barındırır. O imgesellik metnin üretimi ile oluştuğuna göre ideolojiktir. İdeolojik olduğu için de çözülemeyen toplumsal çatışmalara ‘imgesel/düşsel’ çözümler önerir. Nitekim hem yapının ve anlatımın (kurgunun) böyle kristalize edilmesi hem de metnin boyutları içinde oluşturduğu çözümün öznel bir çözüm olması, çekilen onca acıya, sancıya, getirilen iddiaların o acılarla sınanarak doğrulanmasına rağmen, karış iddiaların da hayatın gerçeği içinde varlıklarını sürdürecek  olmaları cidden çözümlerin imgeselliğini/düşselliğini vurgulamaktadır.(4) (bu nokta da Dostoyevski romanları, hatta tüm ‘insanlık durumu’ romanları için geçerlidir.) Fakat bu düşselliğin/imgeselliğin hatta yapıtın o insanın tüylerini ürperten acısına sinmiş romantizminin ayakları havada ve gerçeklikten uzak bir imgesellik olamadığını söylemek gerek. Aksine özellikle Türk romanının yumuşak karnını oluşturan romantizm kavramı ilk kez bu romanda ideolojik bir boyut kazanarak yüreğinde taşıdığı insancıllıkla birleşmek suretiyle bir işlev kazanmaktadır.

“Eroğlu’nun romanında romantizm ideolojik bir boyut kazanıyor.”

Adını Unutan Adam  bu anlamada gerçekten çok yoğun ve politik tarih/toplum/tarih üçgeni içine yerleşmiş, kesinlikle birey gerçeğini insanlık değerlerine gönderme yaparak sınayan çok yoğun bir yapıt. Bu, kitabın ve bir eleştirmenin onun üstüne söylemesi gereken, nesnel olgular. İşin öznel yanı ise Adını Unutan Adam’ın adını unuttuğumuz bir tadı bize getirmiş olması ve bunu kaydetmekteki kaçınılmazlıktır. Gerek kuşattığı nesnel gerçeklik gerekse onun üstüne oturttuğu insan gerçeği ile bu böyle. Ürettiği ideoloji sorunsalı açısından bakılınca Mehmet Eroğlu’nun romanı son yıllarda yaşadığımız en önemli romanlar arasındadır.

H.B. Kahraman, “Türk Romanının Çıkmazı: İdeoloji Yoksunluğu” Gösteri Eylül 1988.

Terry Eagleton’un adını andığım yazıda verdiğim yapıtlarından öte “Walter Benjamin or Towards a Revolutionary Critisizm” (London: Nerso, 1981) başlıklı yapıtına bakmak gerekir. Fakat aynı konularda, son yıllarda özellikle etkili olmuş ve tartışma uyandırmış bir yazar Tony Bennett’tir. Tartışmaları Bennett’in “Formalism and Marxsizm” (London: Methuen, 1979) başlıklı ve biraz da eski yapıtı başlattı. Fakat Bennett görüşlerini aşağıda andığım yazılarda ve Eagleton’la girdiği tartışmada pekiştirmek ve yaygınlaştırmak olanağı da buldu: “Formalism and Marxism Revisited” Southern Review, 15, no:1 (March 1982) ardından Eagleton’un “The Text in Question” Southern Review, 17 no: 2 (July 1984) isimli yazısıyla dikkat çekti. Eagleton’un yazısı ise “The Text in Itself” Southern Review, 17, no: 2 (J. 84).

Frederic Jameson, “The Political Uneonseious. Narrative as a Socially Symbolic Act.” (London: Methuen, 1981). Bu metnin ve metindeki ideoloji kavramının yetkin bir tartışması için Jery Aline Flieger “The Prison House of Ideology:Critic as Inmate” Discrities (Fall 82). Ayrıca bütün bunları toplayan bir yazı: Steve Giles, “Against Interpratation? Recent Trends in Marxist Criticism” British Journal of Aestnetics. V. 28 . No:1 Winter 88.

İmgesellik kavramının Plehanov’dan sonra bu boyutta ve böylesine bir yaklaşım içinde ele alınması ilginç ve gene Türk eleştirisi açısından üzerinde durulması gereken bir husustur.

HÜRRİYET GÖSTERİ DERGİSİ

TARİH  :  MART 1989

SAYFA  : 35-38

YAZAN  : HASAN BÜLENT KAHRAMAN