Söyleşiler

‘Roman önemli bir toplumsal eylem fırsatıdır da’

Sayısı on ikiyi bulan romanlarında hem sınıfsal hem toplumsal sorunları yazdıklarının odağına yerleştiren bir yazar olan Mehmet Eroğlu’nun edebiyat serüveni oldukça olaylı başladı. 12 Mart döneminde hapis ve sürgün cezasına mahkum edildiğinden yazarlığı başlangıcında yapıtları, ödül kazanmasına rağmen yasaklandı, basımları yıllarca engellendi. Daha sonra12 Eylül döneminde kamudaki görevinden ayrılmak zorunda kaldı. O ise bireyi, toplumu anlatmaktan imtina etmedi hiç.

Dönemin siyasi konjonktüründen soyut ve/veya uzak olmadı yazı kişileri. 68 kuşağı, 12 Eylül sonrası yaşananlar, baskıcı erk mağduru toplumun öyküleri donattı kalemini. Bu politik donanımına karşın romanlarında insanı hep öne aldı, almaya devam ediyor ve edecek!

Fay Kırığı Üçlemesinin ikinci kitabı Emine’de de, gününü kurtarmaya çalışan, eline geçen fırsatı değerlendirme peşinde, hayli yetkiye, güce ulaştığı bir holdingte, aşık olduğu patronun türbanlı kızıyla evleniyor Mehmet. Emine’yi çok seviyor, klişe deyimle farklı dünyaların insanları olmakla birlikte türbanını bir sorun olarak görmüyor. Roman zaten türbana odaklanmıyor.

“Aşk, inançtan büyük müdür?” sorusunu irdeliyor en önce. “Müslümanlık, Liberal Kapitalistlerin yani zenginlerin elindeki bir silah olmaktan kurtarılabilir mi?” sorusunu soruyor sonra.

Farklı dünyaların iç içe girmeleri, çarpışmaları, çatışmaları, hesapları, iki yüzlülüklerini masaya yatırıyor. Sevgiye, masumiyete ve vicdana döşenen zorlu bir yolu katediyor okurlar Mehmet, Emine ve Kadıoğulları ailesiyle birlikte. Mehmet Eroğlu ile “Emine”yi konuştuk.

G.amze Akdemir – Yakın tarih boyunca yapıtlarınız bireylerde ve iktidarlardaki olumsuz değişimin, dönüşüme ayna tuttu hep. Çiçek böcekten mütevellit olmadı hiç! Mehmet Eroğlu – Olmadı, bundan sonra da olmaz. Romanda çiçek böcekten, doğu ile ilgili masallardan, oryantalist yaklaşımlardan, günün modalarından uzak dururum. Romancının ilk görevi insanı, insanda saklı olan gerçeği bulup çıkarmak, altını çizmek ve onu hayatın gerçeği kılmaktır. Stendhal, “Roman dediğin, bir uzun yol üzerinde dolaştırılan bir aynadır,” derken aynayı tutan kişinin belirleyiciliğini de işaret eder. Bu açıdan roman, diğer tanımlarının yanı sıra önemli bir toplumsal eylem fırsatıdır aynı zamanda. Kalıcı olan tüm romanlar insan araştırıken bir yandan da toplumsal meseleleri tartışır ve yansıtırlar ve mutlaka felsefi bir özleri vardır. Aklınıza gelen büyük romanları alt alta yazın söylediklerimin doğrulandığını göreceksiniz.

G.A. – Emine ne anlatıyor? M.E. – Kendi dünyamıza ait olmayan birisini inançlarımızdan, yaşam tarzımızdan, hatta geleceğimizden vazgeçmek pahasına seversek ne olur? Farklı hayat tarzlarından gelen Mehmet ve Emine kendilerine yeni bir dünya yaratabilecekler mi, yoksa iki yalnızlık daha büyük bir yalnızlığa tutsak mı olacaklar? Roman bu sorulara cevap arıyor diyebiliriz. Tabii bir diğer izlek de Müslüman Hareketin kapitalizmle ilişkileri irdelenmesi.

G.A. – Yeni romanınız Emine’de de eleştirel bir yaklaşımla günümüz insanları ve sorunlarını bireyin durumunu sunuyor okurlara. M.E. – Ben romanı insan odaklı olarak görürüm ve insanı hem kendi bireyselliğinin hem de yaşadığı toplumun içinde, toplumsal kanaviçenin önünde ele alıp aksettirmeye çalışırım. Toplumun trajedilerinden, sorunlarından etkilenmiş bireyleri ve onların yazgılarını yazmak aynı zamanda toplumu da anlatmaktır. Fakat şunu özellikle belirtmek isterim, Emine siyasi bir roman değildir. Odağında çaresiz iki insan var. Roman öncelikle iki insana odaklanıyor.

G.A. – Katmanlı ele alıyorsunuz romanlarınızı… Altı çizilen cümlelerinizin sıklığı hakkında neler söyleyeceksiniz?Bu tarz yazmanın bir nedeni var mı? M.E. – Aforizmaları andıran cümleler yazdığım söylenir. Hatta yazdığım romanlardan ayıklanan cümlelerle geçen yıl Edebi Aforizmalar adı altında bir kitap da basıldı. Aforizmalar bana sorarsanız, yazarın ustalığını ve zekasını yansıtan değişlerdir. Ancak bu cümleler bir üslup öğesi değildir, önemli bir kısmı bireyi, nesneleri ve durumları daha iyi kavramaya yönelik tespitlerdir. Aslında yazarken ekonomi de sağlarlar çünkü iyi aforizma bir ya da iki cümleyle bir paragraflık durumu anlatabilmektir.Tolstoy, Dostoyevski, Victor Hugo, Stendhal, Conrad gibi, onlar ne yaptılarsa ben de onu yapmaya çalışıyorum..

G.A. – Yazılanlara bakınca akla şöyle bir soru geliyor. Sizce Batı bizden, nasıl romanlar bekliyor? M.E. – İyi bir soru. Batı, Türkiye’yi algıladığı biçime, gördüğü fotoğrafa uygun bir edebiyat istiyor. Doğuya özgü, masalsı öyküler anlatan, folklorik özellikler taşıyan romanlar peşindeler. Tabii buna son zamanlarda etnisite teması da katıldı. Roman artık Batı’da pazarlanabilir bir meta haline geldiği için, pazara, yani talebe uygun mal üretecek yazarlar da arttı. Ama bunun için bir bedel ödemek zorundayız, tercüme edilmenin şartnamesi açık: Yazdıklarınızda toplumsallığı olan insan olmamalı; yazarken oryantalizmi unutmayın! Batı, Afrika’ya dünyanın hayvanat bahçesi diye bakar, bize de masalsı bir doğu ülkesinin insanları olarak bakıyor.

‘AŞK, İNANÇTAN BÜYÜK MÜDÜR?’

G.A. – Yeni romanınız Emine’de aşkın ayrı uçları nasıl buluşturduğunu ve/veya hatta bileştirdiğini okuyoruz. Türbanlı bir genç kız ile dinle neredeyse hiç alakası olmayan bir adamın farklı ritimde seyreden aşkına odaklanıyoruz ilk kertede… M.E. –  Roman alçak sesle de olsa, şu soruyu soruyor; aşk, inançtan büyük müdür? Yalnızlıklarından kurtulmak için yan yana gelen iki kişi, Emine ve Mehmet’i kasdediyorum, daha büyük bir yalnızlık mı üretir, yoksa yalnızlıklarından kurtulabilirler mi? Bunu irdeliyor, tartışıyor roman. Romanın irdelediği bir başka konu da Müslümanlık, Liberal Kapitalistlerin, yani zenginlerin elindeki bir silah olmaktan kurtarılabilir mi? Öteki dinlerle kıyaslandığında Müslümanlık kutsallığından çok önerdiği sosyal düzenlemelerle öne çıkıyor. Böyle bir din, dayatıldığı gibi zenginlerden mi yana? Emine’de olmadığına ilişkin tezlere vurgu var.

G.A. – Peygamber düsturu deyip ticaretin adeta İslamın şartlarından biri addedilir olması da imleniyor romanda… M.E. –  Evet, bizlere Müslümanlık diye dayatılan öğretinin aslında dinlerin o saf niteliğini yansıtmadığını söylüyorum romanda. Hasan Hoca karakteri de hem Türkiye’de hem dünyada bu düşünceyi pek çok kez dillendirmiş olan pek çok kişiden oluşmuş bir roman kişisi mesela.

G.A. – Hiç kimse masum değil, hangi saftan bakılırsa bakılsın kimse masum değil… Ne Mehmet ne Emine ne de diğerleri… Herkesin kendince ve hayli bencilce gerekçeleri var. Din büyük kısmının en yetkin referansı… Bu bağlamda bambaşka dünyaların işbirliği de Mehmet ile Emine’nin hikayesi. M.E. – Değil. Sonra işbirliği dediniz doğru. Farklı dünyaların iç içe girmeleri, çarpışmaları, çatışmaları, hesapları, iki yüzlülükleri… Romanın adı Emine olsa da olaylar Mehmet’in etrafında cereyan ediyor, odaktaki kişi o. Mehmet, üçlemenin adını taşıyan ilk romanında aslında gününü kurtarmaya çalışan, eline geçen fırsatı değerlendirmeye çalışan birisi olarak karşımıza çıkmıştı. Ama bu romanda giderek, uzun zaman önce kaybettiği özünü, daha doğrusu vicdanını arayışa yöneliyor. Vicdanını arkadaşlarında arıyor ve Hasan Hocanın sözlerinde buluyor Mehmet.

‘EMİNE FARKLI, EMİNE MASUM’

G.A. – Bunalmış değil mi Mehmet? M.E. – Bunaltan yeterince karakter var etrafında, ayrıca yaşadıklarını düşünürseniz ona hak verirsiniz.!

G.A. – Pek bir işlevi olmasa da Simin mesela, cangıldaki en vahşi metafor maşallah! M.E. –  Sinsi, tatminsiz, Mehmet gibi gayet kontrollü bir adamı bile çileden çıkarabilir her an! Ama o da Emine’nin masumiyetine ayna tutan gören bir hedonist. Ayrıca oldukça mücadeleci bir karakter. Müslüman Burjuvazi karşısında yenilen tarafı temsil ediyor diyebiliriz.

G.A. – Emine, Mehmet’in aşkı yeniden keşfi mi? M.E. –  Bence insan bir kere aşık olursa bir daha aşık olmaya kalkışmaz.

G.A. – Şimdi Mehmet daha önce Aslı’ya aşık olmuş. M.E. –  Aşkı Aslı’da yaşamış, Emine’de ise sevgiyi tanıyor. İkisi arasında çok fark var. “İnsan iki türlü sever; ya kendisi için, kendini öne koyarak, benmerkezci olarak sever ya da karşısındakini onun için” diyor. Emine, Mehmet’i onun için seviyor ama Mehmet Emine’yi kendisi için seviyor.

G.A. – Seviyor ama soruları var. M.E. –  Onun dünyasında -ki bu dünyaya ne kadar onlarla çalışıyor olursa olsun yabancı Mehmet- barınamayacağından korkuyor. Farklılıklar ya daha büyürse diye kaygılanıyor. Onun için Emine’yi daha fazla tanımaya hem can atıyor hem korkuyor.

G.A. – Peki neden seviyor Emine’yi en çok? M.E. –  Belki de onu inciten kadınlardan farklı olduğu için seviyor. Ama en çok masumiyetini seviyor. Ayrıca sevgi için bir neden aranmaz. Gerçek sevgi nedensizdir her zaman.

‘DİN, EMİNE’NİN KABUĞU’

G.A. – Din, Emine’nin zorda kaldığında hemen sığınıverdiği bir kabuk gibi, M.E. – Evet.

G.A. – Hayalleri var ama… M.E. –  Emine derinleşememiş bir kadın. Üç kardeş arasında belki en masumu ama en az içerikli olanı da.

G.A. – Babası, abisi başta olmak üzere çevresince çerçevelenmiş ve duvara çivilenmiş bir resim gibi Emine. M.E. –  Öyle. Ne erkek kardeşi gibi haylaz ne ablası gibi sofu, bağnaz biri, ikisinin arasında. Bu nedenle de bütün duyguları daha sığ. Babaya, abiye teslim, ablanın ister istemez etkisinde. Kocaya da gönüllü teslim olmak içselinde hep var. Gerçi Mehmet ta başında Emine’ye baskı anlamında, din öğretisinin kocaya verdiği hakları kullanmayacağım diyor ve kullanmıyor. Hatta sonraları zaman zaman bundan yakınsa da.

G.A. – Kadıoğulları nasıl bir aile? Yapısı… M.E. –  Kayseri doğumlu, muhafazakar, işe belki onyıllarca önce esnaflıkla başlamış sonra uyanık bir damat vasıtasıyla inşaat ve sanayiye geçmiş, Adana’ya gitmek yerine İstanbul’a gelmiş, politik ilişkiler kurmuş ve bu ilişkilerini kullanarak kısa zamanda zengin olmuş bir aile. Özellikle baba için bir tek şey var; zenginlik ve para. Çünkü kendisini zenginlik ve parayla gerçekleştiriyor, var ediyor. Kişiliğinin en önemli özelliği para kazanabilmek. Aslında ailede bir sürü renk var. Öyle bir aile ki bağnazı da var, zırzop evladı da… Ama aralarında ortada olan daha doğrusu arafta olan Emine.

‘ROMAN, TÜRBANI SORUN OLARAK ELE ALMIYOR’

G.A. – Roman örtünmeye, türbana nasıl yaklaşıyor? M.E. – Roman, türbanı bir sorun ele almıyor, sorun olarak koymuyor ortaya. Daha çok simgesel olarak ortaya koyuyor. Yer yer Mehmet ile Emine’nin üstü kapalı saygılı çatışmaları bağlamında da yansıyor kurguya. Aslında dışta türbanlı bir kız Emine ama bildiğimiz klasik türbanlı gibi değil. Modern giyinip neredeyse eşarba benzeyen bir örtüş şekli var. İçerde ise bambaşka biri, öteki kadınlardan öyle çok da farklı değil. Zaten bir müddet sonra da Emine’nin türbanlı olup olmadığının pek önemi kalmıyor izlekte.

G.A. – Türbanla ilgili Hasan Hoca’nın yaklaşımı da önemli. M.E. –  Biz türban konusunu doğal olarak üniversiteli genç kızlar üzerinden algıladık daha çok. Fakat türbanın bir de sınıfsal bir gerçeği var. Türbanlı genç kızların çoğunluğunu yoksul kızlar oluşturuyor. Bu kızlar yoksul mahallelerde, yoksul evlerde yaşıyor. Sendikasız işçi olarak tekstil atölyelerinde çalışıyor. Türbanları değil yoksullukları asıl konu; asıl sorunsal bu. Hasan Hoca, türbanı dinin şartı gibi görenlere seslenerek şöyle diyor: “Dinin kurallarını ille de örtünmek ya da işte türban takmak olarak dikte edemezsiniz, zorlayamazsınız” diyor ve “Din tehdit değil tekliftir” diye ekliyor.

‘BUGÜN MÜSLÜMANLIK, LİBERAL KAPİTALİZMİN KOÇBAŞI OLARAK KULLANILIYOR.”

G.A. – Dine, Müslüman burjuvazinin kendini nasıl koruduğuna, “sermaye her yerde sermayedir”i nasıl dediğine ilişkin Hasan Hoca’nın dilinden yine enteresan yaklaşımlar dile getiriliyor. Ticaret ise müslüm er kişiler için neredeyse Allah emri gibi! M.E. – Şöyle anlatmaya çalışayım; bizde, edebiyatta Müslüman tipi dendiğinde, eğer sağdan yazıldıysa çok ulvi, nur içinde devinen bir adam, soldan yazıldıysa sakallı, gerici, mürteci bir tip resmedilir. Her iki yaklaşım da karakter yaratmaz, bunlar daha çok tiptir. Aslında dindar adam bunlardan farklıdır. Dindar başka, dinci başka. Bugünkü politik hareketin dümenindeki Müslümanlara hakim olan tavır, para, daha çok para kazanma arzusu… Bugün liberal kapitalist zihniyet Müslümanlığı koçbaşı olarak kullanıyor da diyebiliriz. Bunlar Batı’cı, sistemle hiçbir sorunları olmayan insanlar. Ama Müslümanlığın başka bir yönü daha var, en azından hem dünyada hem Türkiye’de bunun sözünü eden, bu yönünü yorumlamaya çalışanlar var. Onlar, Müslümanlık zenginden değil, yoksuldan yanadır, İslam, kapitalizmden çok kamuculuğa yakındır diyorlar. Hasan Hoca’nın görüşleri, bazı sözleri birebir bu kişilerin söylediklerinden oluşmuş ve sentezlenmiştir. Benim yaptığım bu kişilerin görüşlerini bir roman kahramanına ve bir olay örgüsü içine yerleştirmeye çalışmak.

G.A. – Kitabın başında, Dostoyeski’den bir alıntı var: “Sadaka vermekten duyulan haz mağrur, ahlaksız bir hazdır… Sadaka, vereni de alanı da bozar. Üstelik amacına da varmaz, çünkü yoksulluğu kökleştirir yalnızca…” Bu alıntıyı başa koymanızın bir amacı var mı? M.E. – Var. Bugünkü iktidarın devletin sosyal yapısını reddedip, konuyu sadayla çözme isteğine bir vurgu yapmak. Sadaka, gizli bir kibir içerir. Her safhası eşitsizlik içerir. Cömertlik de ölçülü olmayı gerektiren bir erdemdir. Ölçü kaçarsa, sadakaya dönüşür. Siz sendikalaşmayın, hep muhtaç kalın… Sadakanın gerisinde yoksulluğu sanki bir doğa harikasıymış gibi muhafaza etme niyeti var.

G.A. – Çok da açık etmeden, Emine’nin başına daha sonra gelecek olanlar diyelim Mehmet’in üzerinde nasıl bir yıkım yaratıyor ki herşeyi bırakıp gidiyor? M.E. – Şöyle söyleyeyim, Emine’nin deli gibi çocuk sahibi olmak istemesinin nedeni içine düştüğü o büyük ve bir türlü kabuğunu kıramadığı yalnızlık. Bu yalnızlığı bir çocukla doldurmayı düşünüyor. Mehmet’in her şeyi, tüm o holdingteki yetkisini, karısını vekaletini vs. bırakıp gitmesi ise hayatı boyunca kendiyle yaptığı hesaplaşmayı bir noktaya taşımış olmasından. Çünkü unutmayalım Mehmet sonunda da Hasan Hoca ile Altan’ı yan yana görüyor ve aklına birdenbire o cümle düşüyor. “Hangi büyük iş vardır ki, başlangıçta aşırı sayılmasın…” Büyük şeyler tasarlayanlara, en azından bunu yapmaya cesaret edenlere destek olmanın önemini kavrıyor. Yani bir tip olarak başladığı serüveni bir roman kahramanı olarak bitiriyor, kendi kişisel serüvenini o şekilde tamamlıyor.

G.A. – Üçlemenin sonuncusu Rojin adını taşıyacak, Zeynep yani Rojin hattında Mehmet ile buluşacak okurlar yeniden. M.E. – Evet ama üçüncü roman yıllar öncesini ele alacak; Mehmet’le Rojin’i ilk tanışmalarından itibaren anlatacak. 1993’e döneceğiz. Orada üçlemenin ilk iki kitabında sözü edilen 5 asteğmenin, Yakup, Cenk, Prof, Altan ve Mehmet’in hasbelkader bir araya geldikleri Şemdinli’deki bir taburda, yaptıkları askerliğe paralel olarak dağlardaki grupların içinde dolaşanlardan bir tanesi de, üçlemenin son romanına adını verecek olan Rojin, ya da Emine romanında Zeynep Bilmez olarak okuduğumuz kadının başrolünü oynadığı dönem, hikaye edilecek. On iki ay sürecek bu hikaye, iki değişik gözden anlatılacak ve savaşın en kanlı dönemini bize aktaracak.

Cumhuriyet Gamze AKDEMİR