Attila İlhan’la ilk kez 1971 Mart’ında karşılaştım; tam olarak söylemek gerekirse, 12 Mart’da, askeri darbenin öğlen radyoda açıklanmasından beş dakika sonra, saat 13.05 de. Yumuşak ama kararlı bir sesle, azarlar gibi konuşuyordu: “Şimdi ülkenin başına gelecekleri hep beraber göreceğiz…”
İzmir’de yayınlanan Demokrat İzmir Gazetesinin yüksek tavanlı, ince uzun genel yönetmen odasının eşiğinde üç ODTÜ’lü kararsız bir sessizliğin içinde, içeri girer girmez merhaba ya da hoş geldiniz bile demeden hepimizin hayatını derinden etkileyecek haberi bir tokat gibi suratımıza çarpan ufak tefek adama bakıyor, ne cevap vereceğimizi düşünüyorduk. Onunsa bizi beklemeye niyeti yoktu, “Sonunda faşizme gerekçe hazırlamayı başardınız,” dedi, eliyle ilerlememizi işaret ederek.
Salih, Murat ve ben sadece bir hafta önce, 5 Mart’ta birkaç bin polis ve jandarmanın ODTÜ yurtlarına yaptığı baskın sırasında dokuz saat süren ağır ateşten yaralanmadan paçayı kurtarmış, kapağı yeni İzmir’e atmıştık. Aranıp aranmadığımızı, bizi nasıl bir geleceğin beklediğinden habersiz, lisedeki felsefe hocamızın ağabeyi, Nazım Hikmet’i kurtarma komitesinde çalışmış eski bir komünist olan şair ve gazeteci Attila İlhan’ı ziyaret edecek ve kendi aramızda bitiremediğimiz tartışmaları, onunla sürdürecektik. Murat, o günlerin hakim görüşü milli demokratik devrim çizgisini benimsemişken, Salih ve ben devrimin köylüler ya da az sayıdaki devrimcinin silahlı propagandasıyla gerçekleştirilebileceğine inanmıyorduk. İşçi sınıfının öncülüğünü savunan TİP ise ODTÜ’de hiçbir taban bulamamıştı. Ben İnşaat Mühendisliği Bölümü öğrenci derneği başkanıydım ve oldukça zor olmasına karşın Dev-Genç hareketinden bağımsız bir çizgi izlemeye çalışıyorduk. Salih’se ortada sayılırdı. Sözün kısası, karışık bir gruptuk; bizleri bağlayan Bornova’da geçen 7 uzun yıllık yatılı okul arkadaşlığı ve dört yıldır Ankara’da sürdürdüğümüz yurt yoldaşlığıydı.
Kapının eşiğinde başlayan ve akşamüstü yayın kurulu toplantısına kadar aralıklarla süren tartışmaların nereye gittiğinden ya da nasıl sonuçlandığından söz edecek değilim, çünkü artık hiçbir önemi yok. Ancak kendi hesabıma Tanrı’nın o gün adil olmaya çalıştığını söyleyerek hakkını teslim etmeliyim: Bir yandan binlerce aydın ve öğrencinin üstüne bir karanlık gibi damlayacak -beni de sekiz yıl ağır hapis cezasıyla ödüllendirecek- bir dönem başlarken bir yandan da bütün hayatımı etkileyecek birisiyle karşılaşıyor, faşizm belası ülkenin üstüne kara bir örtü gibi çökerken, yazarlık serüvenim –daha sonra farkına varacak olsam da- o gün başlıyordu.
Attila İlhan’la 12 Mart’ta, usta çırak bağlamında başlayan, daha sonra dostluk ve aynı kan grubundan yazarlarla beslenen bir edebiyat yoldaşlığına dönüşen ilişkimiz –son birkaç yılda araya giren uzaklık nedeniyle seyrelse de- ölümüne kadar, tam 34 yıl sürdü. Onunla irtibatı hiç koparmadık. İlk karşılaşmamızdan birkaç yıl sonra Bilgi Yayınevinin editörlüğünü yürütmek için İzmir’den Ankara’ya geldiğinde edebiyata yatkınlığımı -yazdığım ilk romanın ilk sayfasında- fark eden ve bunu bana gözlüklerinin üstünden bakarak, “yazgılarımızın ortak, ikimizin de romancı olarak öleceğiz” diyerek haber veren, 1979 yılı Milliyet Roman ödülünü kazandığı halde, 12 Eylül darbesi nedeniyle tam beş yıl basılamadan yayın evinin raflarında tozlanan romanımı 1984’de editörlere hatırlatan da oydu.
Onu az tanıyanlar genellikle iki hata yaparlar: Adını tek t ile yazarlar ve Attila İlhan’ı şair olarak tanır ve tanıtırlar. Evet, Attila İlhan hiç kuşkusuz çok iyi bir şairdir ama Attila İlhan’ı sadece şair olarak tanımlamak onu dar bir parantezin içine almak olur. Gazeteci, genel yayın müdürü, film eleştirmeni, senarist ve -çok önemsediği- yazar kimliğiyle de tanımlayabilirsiniz Attila İlhan’ı. Ama bence onu en iyi ortaya koyan sıfat, ‘düşünür’dür. Attila İlhan 1950’lerden itibaren dünyaya ve Türkiye bu gözlükle bakmıştır. Doğu-Batı sorunu, edebiyat, ulusal sentez, Kemalizm (o Mustafa Kemal’e Gazi derdi) sosyalizm ve cinsellik başlıklarında toplayabileceğimiz görüşlerinde tartışılacak bir çok nokta vardır. Mazlum milletler için dikkatimizi çekmeye çalıştığı Sultan Galief- Gazi sentezi, son romanlarında romanın ana unsuru insanı geriye iterek toplumsal mesajları öne çıkartması gibi. Ama bunlar onun orijinalliğini, tutarlılığını kesinlikle azaltmaz. O dünyaya son ana kadar (bazılarına garip gelse de) bir Marksist gözüyle bakmış, gördüklerini diyalektik materyalizm metoduyla ile değerlendirmiş ve her konuda ulusal sentez yapmaya çalışmıştır. Attila İlhan’ın –çalışkanlığı ile birlikte- diğer önemli ve altı çizilmesi gereken özelliği, halkın sağ duyusuna ve toplumsal aklına duyduğu inançtır. Bunu sık sık ve inanarak tekrarladığına sayısız kez tanık olduğumu söylemeliyim.
Çoğumuz anılar yumağına sarılarak acılı bir özlem ve kederli bir sevgiyle, ancak eninde sonunda çürüyecek bir beden olarak gömülürüz. Bazılarımız ise bir bedenden öte, kalıcı bir varlık olarak verilir toprağa. Unutmayalım, yakınlarımızın sevgisi bizi sadece onların gözünde yaşatır. Ölümsüz olabilmek içinse daha fazlasına, halkın sevgisine gerek vardır. Aynı içgüdüsel kavrayışla bir araya gelen farklı insanlar… Halk dediğimiz buysa, halk kendini hep seven oğlunu unutmadı. Attila İlhan’ın cenazesi işte bu yüzden Dostoyevski’nin, Tolstoy’un, Sartre’nınkine benzedi.
Attila İlhan yazdıklarıyla olduğu kadar ölümüyle de kıskandırdı bizi.
(Kasım 2005)