Söyleşiler

Roman yazımında büyük bir patlamanın yaşandığı, her geçen gün yeni bir romanın kitapçı raflarındaki yerini aldığı, iyi bir kitabın/romanın kriterinin, neredeyse, “çok satan kitaplar” listesine girmekle eşdeğer tutulduğu bir dönemde, adeta kendi okur kitlesini yaratan ve her geçen gün de bu kitleyi kalabalıklaştırmayı başaran Mehmet Eroğlu’nun son romanı “Düş Kırgınları” yayımlandı. Milliyet Roman Ödülü’nü ve Orhan Kemal Roman Armağanı’nı aldığı ilk romanı olan “Issızlığın Ortası”yla tanıdığım ve genel olarak, bir anlamda kendisinin de içinde bulunduğu 68 kuşağı devrimcilerinin duygu, düşünce ve yaşantılarını tüm gerçekliği, başarılı kurgusu, dili ve tarihsel arka planıyla anlatan Eroğlu, benzer anlatım başarısını bu romanıyla da sürdürüyor.

KUZEY İLE SAMİ

Eroğlu’nun önceki romanlarında daha çok bir başka insana yardım etmek ya da onu ortadan kaldırmak zorunda kalan bireylerin trajedisine tanık olurken, bu kez aşkın bünyede bıraktığı trajik yanın, kuracak düşleri, enerjileri kalmayan, kişisel ve toplumsal tarihleriyle ilişkileri sorunlu olan insanların hikâyelerinin kaleme alındığını görüyoruz. Düş Kırgınları’nda, “1.80’nin üzerinde bir boy; hiç kalınlaşmamış, omuzları hafifçe dışarı çıkmış bir beden, kumral saçlar; iri ama coşkusuz, iz bırakmayan bakışların döküldüğü renksiz gözler ve yaşını ele vermeyen bir yüz” yani, “hayatını hüznünün şiirine dönüştüren”(s.3) Kuzey ile otuz iki yıldır birbirlerinden ayrılmayan, ve ‘aslında bütün yetişkin ömürleri neredeyse’ beraber geçen Sami’nin hikâyesine tanık oluyoruz. Türkiye’de militanlar arasında sivrilen, polisin kurduğu tuzaklardan başarıyla kurtulan Kuzey, 12 Mart darbesi olunca önce Filistin’e, oradan Almanya’ya geçerek burada ‘parti’ kanalıyla kadim dostu olacak Sami’yle tanıştıktan sonra birlikte Amsterdam’a giderek, “son tahlilde her eylemci bir serüvencidir” düşüncesiyle açık denizlere sefer yapan bir şilebe tayfa olarak yazılıp, on bir ay okyanuslarda dolaşıyorlar. Bu arada ‘parti’den atılan ‘yoldaşlar’, 1974 genel affından yararlanarak Türkiye’ye dönüyorlar; ama yeni dönem, onlar için adeta ‘düş kırgınlıklarının’ da başlangıcı olmaya başlıyor. Zira, 1979’da faşistlerin kurduğu tuzakta Sami’nin bacaklarını kaybetmesi, ardından gelen 12 Eylül darbesiyle Kuzey’in tekrar tutuklanıp, on üç ay içeride kalması ve ‘hayatını özetleyip, sırtına asmasına’ yol açan bir takım işkencelerden geçmesi, savrulmalarına, yeni arayışlar içerisine girmelerine yol açıyor. Bu süreçte Sami’nin sakat kalmasından dolayı siyasi baskılar ve işkencelere pek maruz kalmadığını, uzun sürmeyen bir evlilik yaptığını öğreniyoruz. Yer altına geçmeden, yani darbeden önce, edebiyat fakültesinde okuyan Kuzey’in hikâyesini ise, uzun olacak ama, Sami’den dinleyelim: “Bir iki kez yazmayı denedi, ama bitirdiği bir tek öyküyü bile hatırlamıyorum; ya da ben görmedim. Bana sorarsanız, dergi çıkarma merakı da bu kısırlığının bir sonucu: Edebiyata bir biçimde yakın olma isteği…Güya ‘Düş Kırgınları’ adını verdiği bir roman yazacaktı. Onca yıl İstanbul’da yaşadıktan sonra Karaburun gibi gözden uzak bir yere yerleşme kararının ardında da bir türlü başlayamadığı bu roman vardı. Hoş, ona sorarsanız, ‘buraya bir kadının peşinden geldim der ya’. Gerçekten de üçüncü dergiyi de batırınca, o sırada birlikte olduğu kadınla geldi Karaburun’a. 1995’de. Gelir gelmez Karayel Oteli’ni devraldılar. Ama kadın bir yıl bile geçmeden bizimkini borçlarla bırakarak, çekip gitti…”(s.62). Bundan sonra ise, Kuzey’in içkiye yöneldiğini, ağabeyi Salim’in ısrarlarıyla tedavi olup içkiyi bıraktığını, ancak bunun uzun sürmediğini, gerçekte Afrika’ya gitmek isteyen ve bunun için Kızılhaç’a başvuru yapan, 1998’de ise fok balıklarının ölümü hakkında bir araştırma yapmak için Karaburun’a gelen Boşnak kökenli Şafak’ın, Kuzey’in hayatında yeni ve fırtınalı bir sayfa açtığını görüyoruz. Öyle ki Sami’nin de belirttiği gibi, Şafak bir ‘milat’ oluyor onlar için. “Çıkmaz bir sokağı andıran, güneşin Tanrı’nın yarasından düşen bir kan damlası gibi battığı” Karaburun’da, Kuzey ile Şafak arasında yaşanan yaralayıcı, yıpratıcı aşk sadece kendilerini değil, çevrelerini de sarsıyor. Şafak’ın, Afrika’ya gitme teklifini kabul etmemesi üzerine Kuzey’i terk etmesi, Kuzey’in ise “sevmek bazen de bırakmaktır…çünkü kavurucu bir kavuşma isteği olan aşk, her zaman kısa vadelidir…Benliklerden birisi ötekisini tamamen ele geçirdiğinde duyduğumuz arzu yatışır, aşk da sona erer. Sevgi ise uzun solukludur, işgalci değildir…”(s.197) düşüncesiyle buna engel olmaması ve Şafak’ın geleceğini düşünerek onu terk etmesi, kısaca sahiplen(e)memesi, arkadaşları tarafından da suçlanmasına yol açacaktır. Bu dönem, yani Kuzey-Şafak ilişkisinin yaşandığı 1998, birbirine bağlı ve uzun bir tarihsel arka planı kapsayan romanın, üç ayrı zaman diliminden ilkini oluşturuyor. Bundan sonra hiçbir şeyle ilgilenmeyen, yemeyen, uyumayan, sadece alkolle günlerini geçirip Şafak’ı bekleyen bir Kuzey var karşımızda. Bu süreç, ‘parasıyla herkesi tek tek ele geçiren’ Çiğdem’in, hem iflasın eşiğine gelmiş otelin, hem de Kuzey’in karşısına çıktığı 2003 yılına kadar devam eder.

KUZEY -ÇİĞDEM İLİŞKİSİ

Kuzey-Çiğdem ilişkisinin yaşandığı bu dönem, romanın ikinci zaman dilimini oluşturduğu gibi, Çiğdem’in sık sık Kuzey-Şafak ilişkine yönelik soru ve sorgulamalarıyla bir önceki dönemi de beslemekte ve romanın ağırlıklı anlatı bölümünü oluşturmaktadır. Tabii Çiğdem’de sever Kuzey’i ve “doğanın her kadına tanıdığı bir hakkı” kullanarak bir anlamda imkansızı ister Kuzey’den. Ancak Kuzey’in hatırladığı her şey Şafak’la ilgilidir; “çünkü, içkinin tutuşturduğu yangından arta kalan belleği” (s.144) onunla doludur. Romanın üçüncü ve içinde bulunduğumuz zaman diliminde ise Çiğdem’in isteğiyle Kuzey’in öyküsünü kaleme alan ve Kuzey gibi benzer iç hesaplaşmalarla uğraşan, aynı zamanda Karaburun’da yaşayan bir yazarla karşılaşıyoruz. Bu arada söz konusu bu yazarın, her bölümün başında okuyuculara, hem kendi iç dünyasındaki konuşmaları aktarmasının, hem de birazdan okuyacakları bölümü özetleyen bir takım açıklamalarda bulunmasının, romana ayrı bir renk ve hava kattığını belirtelim.

EN KALİTELİ HAİN

Eroğlu’nun bütün romanlarında çağımızın sorunlarının irdelenmesinin büyük bir yer tuttuğunu belirtmiştim. Nitekim bu romanında da, kurduğu düşler birer birer kırılmış olan Kuzey’in ruh halinde, bir kuşağın iç dünyasını, aşk, cinsellik ve toplum, kısaca hayata dair her şeyin izlerini görmek mümkün. “Ne kadar inkar etsek boş. İktidarsızlığı kanıtlanmış bir kuşağa mensubuz biz(s.21)… Biliyor musunuz, en kaliteli haini olan kuşak bizimkidir. Bana sorsalar, acı çekmeyi sevenlerin, mazoşistlerin kuşağı derim. Sanki dünyanın tüm acılarını yüklenmeye mecburuz…Anavatan, yetmedi Vietnam, Güney Amerika, Afrika, tabii Filistin de var…İntihar eğilimimizin, yaşamımızdan vazgeçmeye yatkın oluşumuzun ardında da işte bu acılardan kurtulma isteği var bence” (s.153) diyen bir kuşak bu. ‘Sürekli pahalı nesnelerden söz eden, değerin değil, fiyatın önemli olduğu bir dünyadan gelen, içinde düşünce barındırmayan, sığ, cılız cümlelerle konuşan’ bir kuşak ve zihniyet karşısında beklentilerin boşa çıkması, hayatın tek düzeliği/anlamsızlığı, bireyin toplumdan hatta zaman zaman kendinden kaçma hali ve Kuzey’in de yaptığı gibi, modern hayattan kaçarak doğaya yöneliş söz konusu burada. Kuzey’in yaşadıkları, bir anlamda toplumsal değişim/dönüşümlere ayak uyduramamış, ideolojik çözülüşleri ve değer yitimlerini kabullenememiş bir bireyin, iç sesiyle, sıkıntılarıyla, yaşadığı ‘hiç’lik ve çözümsüzlük duygularının anlatımı. Nitekim romanın bir yerinde, Çiğdem’in, “İçki unutmanızı sağlıyor mu?” diye sorması üzerine belleği her daim kanayan Kuzey, “İçki, acıyı unutturmaz, sadece katlanılabilir yapar. İçenlerin beklediği, içkiden umduğu da budur zaten” diye yanıtlar; ardından da “Kim kutsal acısından bütünüyle vazgeçer” diye sorar. Çünkü, büyük iddialarla yola çıkan bir kişi, bir kuşağın temsilcisi için, unutma yenilgiyle eşdeğerdir; dolayısıyla yenilgiyi kabullenmemek için acıyı dindirmek ve yaraya merhem sürmek lazımdır. Bütün bunlar, her şeyi, yaşamı bile reddediş, yabancılaşmayı gündeme getirdiğinden, çözüm Kuzey’in yaptığı gibi ‘doğa’da ve ‘alkol’ de aranıyor. Bunun sonucunda Kuzey’in bir yarımada olan Karaburun’a yerleşmesi, bir anlamda kabuğuna çekilmesi, bir yanıyla bağımsız ve özgün duruşu simgelerken, diğer yanıyla da denizi, yani içinde bulunduğu toplum tarafından kuşatılmışlığı simgeliyor. Buradaki amaç ise, doğadaki kendiliğinden oluşan ve uyumlu işleyen yapı gibi, toplumun da kendisini oluşturan parçalara müdahale etmediği ve bunu dayatmadığı bir birliktelik tasavvuru oluşturmak.

‘YARIMADA METAFORU’

Romanda bütün bunlar ve ‘yarımada metaforu’ oldukça başarılı bir şekilde ortaya konulduğu gibi, her şey yerli yerinde ve taşlar bilinçli bir biçimde oturtulmuş. Öyle ki Eroğlu’nun akıcı anlatımının yanı sıra, kahramanlarının sahiciliği romanın fonunu daha da belirginleştiriyor. ‘Hiç doğum yapmadan herkesin annesi olabilen’ Handan, ‘yarımadanın tüm sırlarını sırtında taşıyan’ Fındık, yazın bunaltıcı sıcağında bile takım elbisesini üzerinden çıkarmayan Şuayip, Güneydoğu’da girdiği bir çatışmada hamile iki kadının ölümüne yol açtığı için çocuk sahibi olmak istemeyen ve bu yüzden hamile karısından kaçan Yüzbaşı Emin, felsefeci İhsan Hoca, Erica ve diğerleri…Bütün bunlar, romana renk ve anlam katan, insan unsurunun özümsenip başarılı bir şekilde yansıtıldığı karakterler. Özetle Eroğlu, “Düş Kırgınları”yla romanın basit, sıradan bir anlatı olmadığını/olamayacağını, edebi bir zenginlikle ortaya konulması gerektiğini, popüler kültürün bir çok alanda ¬tabii ki edebiyat ve yayın dünyasında da- toplumu esir aldığı bir dönemde romanın, toplumun ve daha küçük ölçekte bireyin siyasi duruşunu, zihniyet dünyasını, arzularını, beklentilerini, inançlarını yansıtmasını gerektiğini ve tüm bunların sosyolojik bir gereklilik olduğunu başarılı bir şekilde ortaya koyuyor.

Cumhuriyet Kitap Eki Kasım 2005 A. Ozan COŞKUN