Söyleşiler

Mehmet Eroğlu dördüncü romanını da yayımladı: Adını Unutan Adam.

Eroğlu’nun ilk üç romanında gördüğümüz biçimsel özellikleri bu romanında da görüyoruz: Anlatıcı, bildiği gerçeklerle ilintili ayrıntıları, sık sık, bir merak öğesi olarak kullanıyor; okurun ilgisini sürekli uyanık tutuyor, bu da romanın okunmasını kolaylaştırıyor.

Bir örnek: İlkin, 15. Sayfada, “…ağzıma o iri kerpeten girdiğinde…” diyor anlatıcı. “Dişler”den 24. sayfada söz ediliyor. Sonra, 29. sayfada, “Dişlerim! Hayır daha dişlerimin serüvenine çok var.”deniyor. 125. sayfada, “Elimi dişlerime götürüyorum. Bu sızı bir gün öldürecek beni.”, “… diş etlerimdeki acı…” deniyor; dişleri sökme nedenini “gümrük yetkilisi” açıklıyor: “Kim söyledi size dilinizi ısırıp koparmaya kalkışın diye.”; ve “Soruşturma bitince size güzel bir çift takma diş yaptırırız.”diyor. 126. sayfada “on saatte otuz dişin uyuşturulmadan çekildiğini ” öğreniyoruz. 132. sayfada “takma dişler”: “Gördünüz mü, porselen. Türkiye’de henüz bu kalitede yapılmış takma diş yok.”

Bir örnek daha: Anlatıcı, 24. sayfada, “Ona taşlardan nefret ettiğimi, hele beyaz olanlara ihç dokunamadığımı söylesem bana güler.” diyor. 68. sayfada: “Belki o geceyi benim için izleyebilir ve o sırrı çözebilirdi. Sır!” 78. sayfada: “Oldu, artık kesinlikle o sırrı çözeceğiz.” 86. sayfada “sır” biraz somutlaşıyor: “Beyaz, avuca sığacak kadar küçük bir taş”, “O lanet  beyaz taş, her şeyin…” 119. sayfada “Yerden küçük beyaz bir taş alırken…” deniyor ve 172. sayfada “beyaz taş”ın işlevi açıklanıyor: “Peki kur’a çekeceğiz. Beyaz bir taş! Neden olmasın? Yere eğilip bir taş alıyorum.” 181. sayfada “taşlar ve cepler” konusundaki gerçeği, 182. sayfada gerçek Adını Unutan Adam’ın kim olduğunu öğreniyoruz.

Bu ayrıntılara “işlevsel ayrıntı” denebilir mi? Yoksa bunlar, polis romanlarında gördüğümüz, insan psikolojisiyle ilintisi olmayan, merak uyandırmaktan, gerilim yaratmaktan başka bir işe yaramayan “düğümler” mi?

Roland Barthes, Anlatıların Yapısal Çözümlemesine Giriş’te, (Çevirenler: Mehmet Rifat – Sema Rifat, s.21), “öykünün bazı parçalarının işlevsel özelliği”nden söz ederken şöyle diyor: “Her işlevin özü, sözcük yerindeyse onun tohumudur, bu da, ilerde, aynı düzeyde, ya da başka yerde, bir başka düzeyde olgunlaşacak bir öğenin anlatısının tohumunu atmayı sağlayacaktır ona: Flaubert’in, Un coeur simple’in bir yerinde, görünüşte pek üstünde durmadan, Pont-I’Evėque kaymakamının kızlarının bir papağanı olduğunu söylemesinin nedeni, bu papağanın ilerde Fẻlicitẻ’nin yaşamında büyük bir önem taşıyacak olmasıdır…” R. Barthes, “dağılımsal işleveler”e örnek verirken, gene “papağan”a dönecektir: “…papağanın ”  Fẻlicitẻ’nin evine girmesinin bağlılaşık öğesi, kuşun içinin samanla doldurulacağı, ona hayranlık duyulup tapınılacağı bölümdür.” (s.25)

Oysa Mehmet Eroğlu’nda, anlatıcı, olayların, gerçeklerin tümünü biliyor, anlatıcının bunları bildiğini okur da biliyor; anlatıcı, olmuş bitmiş bir olay hakkındaki bilgilerini, yani hazır bilgileri, artık olaylarda bir gelişme sağlamayacak olan bilgileri, Giresun ağzıyla “gıdım gıdım” (azar azar) vermektedir okura; bu bilgiler, Roland Barthes’ın deyişiyle, “olgunlaşacak” bir öğenin anlatısının tohumunu atmayı” sağlamaktan uzak bilgilerdir: İşlevsel değildirler, bir gelişme sağlamazlar.

Bence Mehmet Eroğlu’nun böyle bir tekniği kullanması, belki garip gelecek ama, Adını Unutan Adam’da gerçek anlatı kişisi psikolojisi olmamasından kaynaklanıyor: İnsansız bir roman Adını Unutan Adam! Tıpkı polis romanları gibi. Öylesine polis romanına benziyor ki Roland Barthes’ın Agatha Ghristie ile ilgili olarak verdiği bir örneği anmanın tam sırasıdır: “… Bu kolaylık hileye kadar varabilir: Agatha Christie polis romanlarından birinde (Beş Yirmibeş) olay örgüsünün gizemini, anlatı kişisinin içten betimlemesi yapılır, oysa katilin kendisidir o. Her şey sanki aynı kişide, bir tanık bilinciyle (söyleme içkindir), bir katil bilinci (göndergeye içkindir) varmış gibi gerçekleşir: Olay örgüsünün gizemini, yalnızca iki dizgenin aşırıya varan biçimde dönüp durması sağlar.”

Mehmet Eroğlu da, Adını Unutan Adam’da, “olay örgüsünün gizemini anlatı kişisi üstünde bir aldatmacaya başvurarak” koruyor.

Niçin İnsansız Bir Roman?

Anlatı kişilerinin duyguları, davranışları, gerçeğe, gerçekliğe bakışları sahilikten uzak olunca, bu kişiler romanın kurmaca dünyasında bir gerçeklik kanamıyorlar; daha doğrusu, romanın kurmaca dünyası gerçekleşemiyor.

“Adını Unutan Adam insansız bir roman tıpkı polis romanları gibi”

Mehmet Eroğlu’nun kişileri nasıl düşünüyorlar, neler söylüyorlar, neler yapıyorlar?

Anlatıcı’nın sözleri: “…Kasımın soğuğunda, milyarlarca yıldızın altında işaret fişeklerini, askerleri, saatlerdir sürüp giden kovalamacayı unutup (Altını ben çizdim.-FN) Tarık yeniden konuşuncaya kadar hiç ara vermeden o güne kadar içtiğim bütün içkilerin tatlarını hatırlamaya çalıştım.” Anlatıcı, bunları, 13. sayfada söylüyor; içki içiyor, “kız”la konuşuyor ve anlatmasını sürdürüyor: “…Soluk almaktan korkuyorduk. Çünkü ağızlarımızdan yükselen buhar, gecenin içine, uzaktan görünebilecek çizgiler çekiyordu.” (Altını ben çizdim.-FN) Bunlar da 14. sayfada söylenen sözler! “Soluk almaktan korkan biri, işaret fişeklerini, askerleri, saatlerdir süren kovalamacayı ” nasıl unutabilir?

Anlatıcı: “(Ali’nin)” Sesi gecenin içinde kaybolup gidiyor. Onu dinlemiyorum. Ben Gönül’e, o da bir süre sonra onu dinlemediğimi fark edince içemediği sigarasına dönüyor. / Susunca onu ve sırtındaki kurşunu unutup… Tepe hâlâ orada. Birden Ali’nin oraya gidemeyeceğini hatırlıyorum.” / (Altını ben çizdim.-FN) Ali, az önce vurulmuştur; ölmek üzeredir: “Kurşun önce gülümsemesini, sonra onu öldürecek.” Ve anlatıcı, rahat rahat, “Onu dinlemiyorum” diyor, “Onu dinlemediğimi fark edince” diyor, “Onu ve sırtındaki kurşunu unutup” diyor.

Petra, Anlatıcı’nın adını öğrenmek istiyor; Anlatıcı, “Adımı unuttum ben!” diyor. Ve ekliyor: “Eğer ısrar edersen, dilimi ısırıp koparacağım.” Petra’ya adını söylememek için dilini ısırıp koparmak!

Anlatıcı, sorgudadır: “Adam itiraz edince emri bu kez sert bir sesle ve İngilizce olarak tekrarlıyor: ‘Çözün, dedim!’ Sesi tavırlarıyla uyuşmayacak kadar yumuşak.” (s.139. Altını ben çizdim.-FN) İki satır yukarda “sert”, iki satır sonra nasıl “yumuşak” oluyor?

Örnekleri artırmanın yararı yok. Mehmet Eroğlu, sözcükleri, sanki, birbiriyle olan bağıntıları içinde değil de, bağımsız olarak, bir başlarına seviyor! (Jacobson’un “şiirsellik nasıl gösterir kendini” sorusuna verdiği cevabı anımsamamak olanaksız!)

İnsanlık Durumları

Mehmet Eroğlu, romanlarında “insanlık durumları”nı irdelemeyi sever. Adını Unutan Adam için de Mürşit Balabanlılar’la yaptığı konuşmayı (Cumhuriyet, 9 Şubat 1989) “…benim için önemli olan tarafı da insanları, bir başka deyişle ölümle kurtuluş arasındaki o olağanüstü seçimi kapsayan insanlık durumudur” diye bitiriyor.

“İnsanlık Durumu”, ister istemez, Malraux’nün ünlü romanını anımsatıyor. O romanı daha öğrencilik yıllarımda okumuştum; belki de o yıllardaki büyük etkilenmenin sonucu: Ne zaman bu romandan söz edilse aklıma, kömür gibi yana yana ölmekten korkan birine lokomotifte yanmayı göze almak pahasına, siyanürünü “ikram eden” Çinli komünist gelir.

Adını Unutan Adam’da benzer bir olay var: Beyaz taşla çekilen kura. Arkadaşının (Anlatıcı’nın sözleriyle: “Belki acının tadına vardığı, belki de o acıyı öğütebilecek kadar büyük bir yüreği olduğu için.”) “hile” yaparak iki cebine de taş koyması, kendini feda ederek Anlatıcı’yı kurtarması. Ve bu kurtarmanın Anlatıcı’yı ölüme mahkûm etmesi. Anlatıcı, arkadaşının daha yiğit davranmasına katlanamamaktadır: “O iki taşı onun yerine ben koyabilirdim cebime.” Bir saplantı. Oysa sorgulamada yiğitçe dayanmıştır. (Konuşmamak için dilini ısırıp koparmaya çalışmıştır. Bunun üzerine otuz dişini çekmişlerdir: “On saatte. Uyuşturulmadan.” Ve “Çok uzun süren bir soruşturmada, çok iyi bildiği bir şeyi söylememe başarısını göstermiştir.”); ama bu yetmez ona. Yarışta geçilmiş hissetmektedir kendini… Romanlarında güçlü insanlara büyük bir eğilim duyan Mehmet Eroğlu (Anlatıcı, uyuşturulmadan otuz dişinin çekilmesine dayanmıştır. Bir romanında –yanılmıyorsam Yarım Kalan Yürüyüş’te- roman kahramanı kızgın sobaya elini basar!) Anlatıcının bu tutumunu olağan karşılar gibidir. Doğrusu, benim anlayamadığım bir “devrimci” anlayışı bu! (Tıpkı ölümü yüceltmek gibi: Amcasına hayranlığını şöyle dile getiriyor: “Gerektiği zaman gerektiği gibi ölmesini bildiği için.”)

Ali’nin ölüm nedenini de bir “insanlık durumu” gibi anlatır Mehmet Eroğlu: “Yerde marullar vardı. Eğer dümdüz koşsaydım marulları ezecektim”; Ali, dümdüz koşmamış, dikenli tellerin olduğu yöne doğru koşmuş ve dikenli telleri geçerken vurulmuştur. Anlatıcı, bu ölümü Petra’ya anlatırken şöyle der: “Marullara basamadı, çünkü çiftçi babası küçükken ona ekili şeylerin nasıl zorluk ve emekle yetiştiğini anlatmıştı. Sırtına baktığımda bana öyle dedi. Ama asıl neden, tıpkı trompet çalarkenki gibi ekili şeylere karşı duyduğu çiftçilere özgü o içgüdüsel saygı ve duyarlılıktı.” Mehmet Eroğlu, ölümle bittiği için “marullara basamama” üzerinde ısrarla duruyor da yirmi bir yaşında ölen Ali’nin “hiç aşık olmaması, hiç beğendiği kadınla yatmaması”, ölünceye kadar “hiçbir kadının göğsüne ” dokunamaması üzerinde durmuyor!

68’lilerin Eylemleri

Mehmet Eroğlu, Milliyet’teki konuşmasında, “… Adını Unutan Adam’ın adı olmayan kahramanı ise saf biçimiyle daha önce insan olmayı isteyen ve yaşamaya değecek bir hayat için her şeyi göze alan 1968 kuşağının bence ta kendisidir” diyor ve ekliyor: “Adını Unutan Adam belleğini yitirmemiş 1968 kuşağı için kısa ve içten bir ağıttır.”

“Kız”ın “Neden anlattınız bu hikâyeyi (Romanı.-FN)” sorusuna Tarık’ın verdiği cevap, “Unutulmasın diye”dir.

1968 kuşağı için romanda söylenenler:

s.115: “Tarık yaşamaya değecek bir neden, bir hayat edinmek için gitti oraya (Filistin’e.-FN).”

s.116: “Bu nesil buradan bin kilometre ötedeki bir çöle gitti; üşüdü, korktu, bir gecede yirmi dört kilometre yürüdü ve gerektiği için öldü.”

s.117: “Biz, size komik ve anlamsız gelse de dünyaya aşıktık; biz insanın biyolojik bir varlıktan öte, soyut kavramlara karşı özel sorumluluğu olan bir varlık olduğuna inanıyorduk.”

s.156: “Buraya (Filistin’e-FN) gelişimizin nedeni biraz daha insan olmak, insanlaşmaktı. İsterseniz insan olduğumuzu unutmamak kaygısı deyin.”

s.172: “Unuttun mu, insan olmak için geldik buraya (Filistin’e-FN).”

—“Ne diye gittiniz bin kilometre ötedeki çöle?” diye sormak yanlış bence; çünkü roman, gidenlerin ülkelerine dönüş (“sınırı geçmek için”- s.51) serüvenini anlatıyor. Ne var ki “yaşamaya değecek bir neden, bir hayat edinmek için”, “insan olmak için” Türkiye’yi bırakıp “oraya” gitmeyi açıklamak kolay olmasa gerek. Üstelik 68’lilerin büyük çoğunluğu savaşımlarını kendi ülkelerinde sürdürürken ve anlatı kişisi Ali’den daha genç olan, tıpkı Ali gibi “beğendiği bir kadınla hiç yatmamış olan” bir Hüseyin kendi ülkesinin darağacında sallanırken…

Mehmet Eroğlu’nun 68’lilerinin Türkiye’de neler yaptıklarını bilmiyoruz; Filistin’de de neler yaptıkları belli değil. Bildiğimiz tek şey, Türkiye’ye dönmeye çalışırken Ali ile O’nun dönüş yolunda öldürülmeleri, Tarık’ın tutuklandığı ve “bir esir değişimi nedeniyle serbest” bırakılarak Türkiye’ye döndüğü. Tarık’a “neyle suçlandığı” şöyle açıklanıyor: “Terörizm (Niçin hep yanlış yazılır bu sözcük!) ve cinayet. 17 Kasım’ı 18’e bağlayan gece Filistinli bir grup caniyle birlikte bir kibutzda üç masum İsrailliyi ağır yaraladınız ve maddi hasara yol açtınız. Sonra sizi izleyen üç askeri öldürdünüz. ”(s.79)

Peki, “dünyaya aşık olmak”, “İnsanın biyolojik bir varlıktan öte, soyut kavramlara karış özel bir sorumluluğu olan bir varlık olduğuna inanıyorduk”, “insan olmak için geldik buruya” sözleri nereden çıkıyor? Anlatı kişilerinin Mehmet Eroğlu’nun yarattığı kurmaca dünyasındaki şamalarından, davranışlarından, olaylar içindeki tutum ve düşüncelerinden değil; yazarın, bir çeşit “hariçten gazel” okuma biçiminde, kurmaca dünyasının dışından gelen –ve dışında kalan- sözlerinden…(Marullara basmamak kaygısının ölüme yol açması; O’nun iki cebine de taş koyarak ölümü seçmesi, arkadaşı için kendini feda etmesi; İsrailli bir pilota karşı otuz üç kişiyle birlikte değiştirilmenin, “bir bölü otuz üç olmanın” utancını yaşamak… “oraya” gitmeyi gerektirmez bunların öğrenilmesi.)

Romanın güçsüzlüğü buradan geliyor: Çekilen acıları çekilmeye değer kılacak eylemler yok romanda; 68’liler hakkında yazarın sözleri var; bunlar, ülkenin tarihsel, ekonomik, siyasal koşullarından, somut gerçeklikten çıkarılmış sözler değil, soyut övgüler sadece. Yazarın söz açtığı ya da şöyle bir sezdiriverdiği tek somut sorun yok.

Malraux’u anmıştım “insanlık durumu” dolayısıyla; Malraux da Çin’e, İspanya’ya gider, devrim hareketlerine karışır, ama başkadır onun durumu. Lucien Goldmann’ın Pour une sociologie du roman’da belirttiği gibi, “Malraux Çin’den söz ederken ne egzotizme sığınmak istiyor, ne de özel bir durumu betimlemek; evrensel insandan ve kapalı bir biçimde, batılı insandan, kendinden ve bütün arkadaşlarından söz etmek istiyor.” Oysa Mehmet Eroğlu’nun 68’lilere bakışı, kendi ülkesinin insanlarına egzotik bir bakış.

Mehmet Eroğlu’nun Dalgınlıkları

Romanın 187. sayfasında o “uğursuz gece”nin tarihi veriliyor: 17 Kasım 1969. Ondan sonra kimi sayfalarda bakıyorsunuz, 1969 olu vermiş 1968: s.86(“Dört yıl önce o gece? 1968 Kasım’ında.”), s.94 “ikinci kez 1968’de o sel yatağında öldü.”) Oysa kimi bilgiler, doğru tarihin 1969 olduğunu gösteriyor: 31. sayfada, anlatıcı, “Şimdi 21 yaşında değilim.” Diyor; 37. sayfada, “(Amcam) Ben doğmadan beş yıl önce ölmüş; 1943’te” diyor. Yani doğum tarihi 1948. O gece 21 yaşına olduğuna göre olayın gerçekleştiği yıl, 1948 + 21 = 1969 oluyor.

Öyküleme zamanını 1969’a göre hesaplamak mümkün. Hep “18 yıl” sözü geçer roman boyunca. 1969 + 18 = 1987: Demek ki öyküleme zamanı, 1987. Oysa, Milliyet’teki, Cumhuriyet’teki konuşmalarına bakılırsa, Mehmet Eroğlu, öyküleme zamanının 1988 sanıyor. 71., 187., 1. sayfadaki bilgilere dayanarak yapılacak bir hesaplama da 1987’yi veriyor.

Mehmet Eroğlu’nun 1972 sandığı tarih de 1973: Romanın 66. sayfasında, anlatıcı,”Adını unuttum ben. Ölüdeniz’e yakın bir tepede. Tam dört yıl oldu.” Diyor; 1969 + 4= 1973 oluyor.

Bir de 187. sayfada, “Alev’in dişlerini çekirmesine engel olup onunla anlaşma yaptığında…” deniyor; oysa Anlatıcı’nın dişlerine taktığı kişi Alev değil, Gönül.

Bitirirken

Adını Unutan Adam için son birkaç söz.

Polis romanları genellikle bir kez okunur, “düğümler” çözülünce roman yitirir ilginçliğini. Polis romanı tekniğinin kullanıldığı Adını Unutan Adam’ı iki kez okumak gerekiyor; çünkü ilk okuyuşta gözden kaçan ayrıntılar var; sözgelimi 23. sayfada “Yüzde elliden nefret ederim”, 95. sayfadaki “Hayır, Tarık ölmeyecek. Ama bunu ona şimdi söyleyemem.”, 119. sayfadaki “Öyleyse sorun Tarık. Tarık’la bitireceğiniz bir hesaplaşma var. –Cevap veremiyorum”, vb. cümlelerinin anlamları romanın sonlarına doğru anlaşılıyor.

Evet, Adını Unutan Adam’ı birtakım ayrıntıları değerlendirebilmek için, iki kez okumak gerek. Sonra? Sonrası yok: Roman yeni okumalara açık olmadığı için… “tükeniyor.”

Gösteri /Sanat –Edebiyat Dergisi 

TARİH           : HAZİRAN 1989

SAYI              : 103

SAYFA          : 10

YAZAN         : FETHİ NACİ

İstanbul, 11-12 Nisan 1989