Deniz, dünyanın en güzeli diye tanıtılan kıyılar, gemi yolculukları, oteller, sayısız kentler ve fırsat bulduğum her an ellerimi sürüp, dokunarak seyrettiğim Rönesans eserleriyle biten ay beni dünyadan koparıp almıştı. O süre içinde dış dünya ile ilişki kurduğum sadece iki olay hatırlıyorum: Napoli yakınlarındaki büyük zelzele ve bir istasyonda trene binerken atılmış eski bir gazetedeki İtalya 2. Yugoslavya O, manşeti. Haberi dönüşte Attilâ İlhan verdi. Ona seyretmekten ne anladığımı açıklamaya çalışırken birden sözümü kesip, “Bilmiyor musun, Romain Gary ölmüş” dedi. Romain Gary. Ölmüş!… Düşüncelerim anında dokuz, on sene öncesine, İzmir’e Attila İlhan’ın Karşıyaka’daki evine geri gitti. Garipti ama bana Romain Gary diye birinin yaşadığından da ilk kez o evde, O söz etmişti. Bunu ona söylemedim, sadece sormam gereken soruyu sordum: “Nasıl?” “Galiba intihar etmiş” dedi. “Birkaç gün sonra Observateour gelince anlarız.” Üstelediğimi, yine, “Nasıl?” diye sorduğumu hatırlıyorum. “Tabancayla, kurşunu başına sıkmış” Tabancayla, kurşunu başına sıkarak… Rahatladım. Belki en uygun sözcük bu değil ama yine de o andaki durumumu başka bir sözcükle açıklayamam. Belki de o tepkinin nedeni Romain Gary için yıllarca önce düşündüğüm sonla, ölüm biçiminin-daha doğrusu seçiminin, paralellik göstermesiydi. Romain Gary onu önemsemenin yanlış olmadığını bir kez daha kanıtlamıştı. Konuşmaya devam ettik. Sonunda Attila İlhan anlamını kanımda hissettiğim cümleyi aktardı. “Ölümünden hemen önceki bir konuşmasında herşeyi çok hatırlıyorum demiş.”
“Cennetin Kökleri’ni önemli kitap yapan, yüzyılımızın insanının da insanlık onurunu teknolojik yel değirmenlerine karşı koruyacak Don Kişot’ları beklediğini anlatması”
Herşeyi çok hatırlamak!… O sözcüklerin anlamını onun kadar iyi biliyorum. O gece ve bütün ertesi gün, Gary’nin 1956 yılı Goncourt Armağanı’nı kazanan romanını, Cennetin Kökleri’ni (The Roots of Heaven) üçüncü kez okuyup bitirdim. Okumak için ortalıktan kaybolmamı bir oyuna çeviren kızım son sahifenin başında yakaladı beni. Kitabın üzerinde, fillerin önünde duran adam kimdi? “Morel” diye cevap verdim. Kitabı o mu yazmıştı? “Hayır” dedim, Cennetin Kökleri’ni yeni öğrendiği okumasıyla hecelerken: “Romain Gary diye bir adam.” “Romain Gary kim?” Gerçekten Romain Gary kimdi? Onun hakkında; Rus asıllı Polonyalı bir göçmen ve gayrimeşru bir çocuk olduğunu, Fransa’da hukuk tahsil ettiğini, II. Dünya Savaşı’nda önce Fransa Hava Kuvvetleri’nde pilotluk yaptığını, savaş sırasında önce İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde sonra Afrika’daki Özgür Fransız Kuvvetleriyle birlikte Almanlar’a karşı döğüştüğünü Özgürlük ve Savaş Haçlarının yanı sıra Lejyon Şeref Şövalyesi Madalyası’nın sahibi olduğunu, savaştan sonra diplomatlıkla, Marsilyalı babalarca kendisine önerilen yer altı çetelerinden birinin reisliği konusunda seçim yapmak zorunda kaldığını, kadınlar konusunda çok başarılı olduğunu, bir film yıldızı olan karısı Jean Seberg’in (o da geçen yıl intihar etti) kedisi ölünce haberi Malraux’a telgrafla duyuracak kadar ona yakın olduğunu, Bulgaristan’daki diplomatlığı sırasında kendisine bir Bulgar kadınıyla yatakta çekilmiş çıplak resmini gösterip şantaj yapmaya kalkışan gizli servis memurlarına, “Bu resim arkadan çekilmiş, yüzüm iyi görünmüyor, bir dahaki sefere önden çekin” diyerek alay ettiğini biliyorum. Bu ve buna benzer bölük pörçük bilgiler…
Kızıma dönüp, “Bilmiyorum” dedim. Gitmişti, bütün çocuklar gibi hiçbir duygusunun sürekliliği yoktu. Gerçekten, kendime ve Cennetin Kökleri’nin unutulmaz tipi Morel’e göre yorumlayıp şekillendirdiğim Gary ile gerçeği arasında ne kadar benzerlik vardı? Belki çok değildi ama yine de bir yazarın tiplerine damgasını vuran tarafının, kişiliğinin kalıcı yönü olduğunu söylemek pek yanlış olmazdı.
Kütüphaneye gidip öteki kitaplarını da masanın üstüne, Cennetin Kökleri’nin yanına koydum: Amerika’daki zenci beyaz ayrımını kapkara bir mizahla eleştiren ve Los Angeles’te Fransız Konsolosuyken yazdığı Beyaz Köpek savaş sonrası amaçsız Avrupa gençliğini anlatan Kayak Serserileri, Yahudi katliamını malzeme olarak kullanarak barbarlığı ve vahşeti yerin dibine geçirdiği nefis taşlama. Cengiz Han’ın Dansı ve Türkçe’ye Partizan Nadejda olarak çevrilen ve orijinal adı Avrupa Eğitimi olan kitap…
“Dilimize aktarılarak geçen ay yayınlanan “Cennetin Kökleri”nde Gary insana olan inancını dile getirdi”
Devam etmeden önce beni yıllardır aklıma geldikçe rahatsız eden bir konu hakkında düşündüklerimi söylemek istiyorum. Partizan Nadejda, Gary’nin Türkçe’ye çevrilen tek eseri. 1945 yılında Eleştirmenler Ödülü’nü almış olmasına ve ilk romanı olmasına rağmen bence öteki romanlarıyla karşılaştırıldığında o kadar önemli bir kitap değil. Bence kitabın en güzel yanı ve espirisi Avrupa Eğitimi olan adıydı. Çünkü bu ad: romanı iki sözcükte özetliyor ve Hıristiyan uygarlığının (Kapitalizmin)tükenmişliğinin yanısıra çocuk yaştaki Avrupalılar’ın iki Polonyalı ile saldırgan ve vahşi bir diğer Avrupalı (Alman Nazilerini) karşı karşıya getiren savaşın, o insanlık durumunun, altını çiziyordu. Ne hikmetse bu nefis ad slogancılık uğruna Türkçe’nin dışında kaldı.
Masada duran bu beş kitap Romain Gary sorusuna verilmiş beş ayrı cevap gibi karşımda duruyordu. Oysa sadece Cennetin Kökleri yeterli bir cevap olabilirdi…
İkinci Dünya Savaş’indan sonra Orta Afrika’daki Fransız sömürgelerinden Çad’da ‘Morel’ diye biri ortaya çıkar. Elinde eski bir evrak çantası vardır ve önüne geleni, içinde özenle sakladığı Afrika Filleri’nin ticari ve diğer nedenlerle öldürülüşünü protesto eden bildirinin altını imzalamaya çağırır. Çabaları bir sonuç vermeyince dağlara ve savanın içine çekilip, fil avlayan, fildişi ticareti yapan herkesi kurşunlamaya koyulur. Ünlü gazetecileri, diplomatları, avcıları, tüccarları… Kısa bir süre sonra Morel’in etrafında değişik bir grup toplanır. Berlin’li yorgun kadınlardan, gazetecilerden, eski sabıkalılardan, savaş artıklarından, Afrika’nın bağımsızlığı için dövüşen kara derili milliyetçilerden, uluslararası üne sahip bilim adamlarından oluşmaktadır bu topluluk. Durumdan rahatsız olan Fransız Sömürge İdaresi Morel’i komünist ajan ilan edip, Afrika’da kargaşa çıkarmaya çalışan bazı süper güçlerin emrinde olmakla suçlar ve yakalanması için ardından birlikler gönderir. Öte yandan Afrika Milliyetçileri Morel’in dünya kamuoyunda yarattığı sansasyonu kendi davaları için kullanma peşindedirler. Morel ise sadece bir tek şeyin peşindedir. Fillerin savunulması…
Kitabın kısa ve mekanik özeti bundan ibaret. Ama romanın özü, sembollerin ardında gizli olan, onu önemli bir eser haline getiren şey nedir? Verilebilecek cevaplardan birisi, bu gezegenin üstünde olup biten bunca şeye karşılık yine de insana duyulan inanç, diğeri ise insanların şövalyelere de ihtiyaç duyması olabilir. Bir başka açıdan ise kitap, estetik, duygusal ve fantastik bir Batı Uygarlığı eleştirisi olarak değerlendirilmelidir. Kitabın II. Dünya Savaşı’ndan sonra ve savaşın ne olduğunu, insanlık kavramının neleri yitirdiğini bilerek yapışan biri tarafından yazılmış olması bu cevapları doğrulamaktadır. Gary politikayı ideolojiler bazından ele almamaktadır. Onun sorunu, evrenselliği içinde, hizmetine ve gelişmesine ideolojiler sunulan insan türüdür. Bu bakımdan; Koestler’in Türkçe’ye Tele Kızlar olarak çevrilebilecek kitabında (Call Girls), soyluluk, vahşet, gelişme, kısacası insanlık üzerine ileriye sürdüğü tartışmaları, Malraux’nun kültür üzerine yazdığı metinlerde ele aldığı kavramları, Gary’nin roman boyutunda çarpıcı bir biçimde yansıttığını söylemek pek yanlış olmayacaktır. Gary bu işi P. Schoenderfer ve çağdaşları gibi romancıların aksine, özellikle Cennetin Kökleri’nde konuyu daha tutkulu, insana hâlâ inançla yaklaşan bir tavır içinde ele almasıyla dikkati çekiyor. Cennetin Kökleri bir anlamda, Malraux’nun “Makine uygarlığı, onu oluşturan insanlık için yüce değere sahip olmayan tek uygarlıktır” diye başlayıp “Sorun, bir uygarlığın yalnızca bilimin ya da o anın uygarlığı olarak devam edip edemeyeceğinin, değerlerinin sürekli olarak dinden başka bir kavrama dayandırılıp dayandırılmayacağının görülmesine kalıyor,” diye devam eden görüşlerine cevap verme çabasıdır.
Varmak için uzun zamandır yorularak yürüdüğümüz Batı Uygarlığı hakkında, Batı’da önemli bir düşünür sayılan, yazar olduğu kadar, Sanat Tarihçisi de olan Malroux’dan alıntılar. Epeyce de karamsar. Karamsar olmasına rağmen çıkış yolu önerenler de var: “İnsanlığın kurtuluşu, henüz biyolojik olarak pek azını kullandıkları beyinlerinin tamamından yararlanmalarını öğrenmelerinde saklıdır.” Bu sözler de Koestler’in sözleri size inandırıcı geliyor mu? İnsanlık, beyninin kullanılan bölümünü genişlettikçe hep daha korkunç silahlar yapmadı mı? Televizyon dizilerine, filmlere bakın: Geleceğin uzayında hep savaş var. Öyleyse umut nerede saklı? İnsanda: Yenilen, ama yine de direnen, direndikçe güçlenen insanda.
Konu direnmek oldu mu sıra Morel’e gelir; Gary’nin Cennetin Kökleri’nin kahramanı, Morel’e. Bana göre Cennetin Kökleri’ni çok önemli bir kitap yapan, yirminci yüzyıl insanının da, insanlık onurunu teknolojik yel değirmenlerine karşı koruyacak Don-Kişot’ları beklediğini anlatması. Morel: İnsanlardan nefret ettiği ve bu nedenle insan türüyle ilişkisini kestiği söylenen, savanda ve dağlarda vahşi bir fil diye tanımlanan, toplama kapımda, beyinlerinde şekillendirdikleri özgürlüğün sembolü hayali fillerle Nazilere karşı direnerek kurtulan ve savaş sonrasında o filleri Afrika düzlüklerinde kıyımdan korumaya gelen bir Don-Kişot’tur. Morel, tutsakken, doğanın kalbinden kopup gelerek onları özgürlüğe kavuşturacak hayali fil sürüleriyle ayakta kalmayı başarmış; insanlık onurunu, direnmek, ne pahasına olursa olsun baş eğmemek olduğunu öğrenmiş ve sonunda insanlığın rüyası özgürlüğü insanlara karşı tek başına savunmak zorunda kalmıştır.
Onu, Gary’nin sözleriyle tanıyalım:
“Sanırım hiçbir şeyin yok edemediği ve ebediyen bozulmadan kalmayı başaran şeyler var. İnsanlara hiçbir şey olmayacağı gibi. İnsanlar galebe çalınması zor bir tür. Küllerin içinden her zaman gülerek ve elele yükselme şansları var. “
Morel de onlardan biri mi?
“Morel’e gelince. Onun için her şey söylendi. Sanırım o yalnızlığın içinde ötekilerden daha fazla yol almış biriydi…Oysa bu gezegenin üstündeki insan, bulabileceği bütün dostluklara muhtaç olduğu bir noktaya varmıştır. Ve o yalnızlığın içinde, bütün fillere, bütün köpeklere ve bütün kuşlara muhtaçtır. Hâlâ aramızda yaşayan bu devasa, acemi doğa harikaları filleri koruyabileceğimizi göstermenin zamanıdır. Hâlâ öyle bir özgürlük için aramızda yer olduğunu… “
Özgürlük! İnsanların en azından dört bin yıldır uğrunda öldükleri o kavram! Hemen hemen bütün ideolojilerin ütopyası. Ütopyasız bir ideoloji neye, kime yarar? Gary, on dokuzuncu ve yirminci yüzyılda ortay çıkan ideolojilerin insanlığa, insanın korkutucu yanını tanıttığını söyleyerek özgürlüğü savunuyor. Ya bağımsızlık? Morel özellikle zamanımızda az gelişmiş ülkelerde görünen bağımsızlık kavgası üzerine şunları söylemekte:
“Bağımsızlık mı? Bu benim için yeterli değil. Ulusal bağımsızlık! Filleri korumaktan yalnızca bunun için vazgeçemem. Ulusal bağımsızlık eski, çok eski ve artık işe yaramayan bir hile. Dünyanın onda dokuzu kendine bağımsız diyen uluslardan oluşuyor. Hallerine bak. Hayır dostum, bu benim için yeterli değil. Daha çoğunu istiyorum. Daha azı için bu kavgadan vazgeçemem…”
Bu kitabı çoğunlukla tartışılması tabu sayılan kavramlara açıkça saldırdığı, gözüpek olduğu için sevdim ve önemsedim. Ama kitabın en önemli yanı insana olan inanç.
Cennetin Kökleri hakkındaki sözleri zavallı Saint-Denis’den söz edilmeden bitirilemez. Aklı düzenden, yüreği, Morel’den yana olan Cizvit Papazı! Bir din adamı. Tanrı gibi yüce bir değere inanan bir kişi her şeyden vazgeçebilir mi? Tutkuyla sevdiği Afrika’nın geleceğinin kötü bir Batı Uygarlığı taklidine dönmeye mahkum olduğunu bilmesi, onu Conrad’ın, ‘Karanlığın Yüreği’nde savunduğu ilkelliği, Hıristiyan Uygarlığına tercih etmeye mecbur ediyor. Kitabın bence en dramatik bölümü. Cizvit Papazı Saint-Denis’in öldükten sonra özgür fil sürülerinin gezdiğini geniş Afrika düzlüklerini gören bir tepede, sabah güneşinin üzerine doğacağı küçük bir koruda, bir sedir ağacı olmayı seçmek. Cennetin kökleri’nde ustaca yapılan şey. Malraux ve Koestler’in kültür üzerine yazdıkları metinlerde ele aldıkları kavramların, roman boyutuna çarpıcı bir biçimde yansıtılmasıdır. Ve sonuç aynıdır. Çözüm insanda, direnmeyi bilen insan soyundadır.
Gary’in intiharı insana inanan, onurlu Morel’inde mi ölümü? Bilmiyorum. Belki Gary’nin ölüm biçimi… İntiharlar. (Malraux’nun “intiharı bir cesaret sorunu haline getirenler intihar etmemiş insanlardır” demesine rağmen) beni her zaman büyülemiştir. Belki de bu sadece bir kişilik sorunu. Çünkü herhangi bir şeyi yorumlayarak anlatmak aslında kişinin kendini anlatması değil midir?
İKİ KİMLİĞİYLE DE İNSANA İNANAN YAZAR
Asıl adı Romain Kacew olan Romain Gary, 8 Mayıs 1914’te Litvanya’da doğdu. On dört yaşında Fransa’ya gelen Gary orta öğretimini Nice’de bitirdikten sonra Paris’te hukuk eğitimi gördü. Daha sonra pilotluk eğitimi de gören Gary, 2.Dünya Savaşı’nda Londra’da General Charles de Gaulle’un ordusuna katıldı Kuzey Afrika’da savaştı. Croix de Guerre ve Compagnon de la liberation nişanları aldı. Savaştan sonra 20 yıl diplomatlık yapan Gary, dışişlerindeki görevinden ayrıldıktan sonra kendini tümüyle yazarlığa, film çalışmalarına ve araştırma gezilerine verdi. ABD’li sinema oyuncusu Jean Seberg’le de evlenen Gary, 2 Aralık 1980’de yaşamına kendi eliyle son verdi. 2. Dünya Savaşı’nı bütün korkunçluğuyla canlı biçimde anlatmakla birlikte insancıl ve iyimser bir bakışaçısını da koruyan ilk yapıtı olan L’ Eduacation Europpeene (Avrupa Eğitim- Polanya’da Bir Kuş Var) eleştirmenlerin övgüyle karşıladığı Gary bu yapıtıyla kısa sürede ün kazandı. Eleştirmenler Ödülü’nü aldı.
Sayısı otuza yaklaşan romanlarında genellikle çağdaş yaşamın yalnızlığa ittiği kalabalık kent insanını ele alan Gary çıkış yolu olarak gördüğü sevgiyi daha mutlu bir dünya yaratmak için en önemli araç olarak kabul etmiştir. Usta bir anlatımda biçimlendirdiği yapıtlarıyla çağdaş Fransız romanının gelişimine katkıda bulunmuştur. (1956) Cennetin Kökleri (Les Racinesdu ciel) ile Goncourt Ödülü de kazanan Gary, insan acımasızlığı ve hırsını karamsar bir bakışla ele alırken, bunu düşsel bir özgürlük ve adalet kavramıyla dengeler. Eleştirmenlerin onu “zamanı geçmiş bir yazar” olarak nitelemesinden ötürü ilginç bir oyun oynayan Gary Emile Ajar takma adıyla üç kitap yayınladı.
Gros Calin, La Devant Soi (Onca Yoksulluk Varken), Pseuda, L’angoisse du roi Salamon (Kral Süleyman’ın Bunalımı).
Bu adla yayınladığı Onca Yoksulluk Varken ile kazandığı Goncourt Ödülü’nü geri çevirdi. Ölümünden sonra Galimard Yayınevi ve ailesi tarafından açıklanan bu olay kamuoyunda büyük şaşkınlık yaratmıştı.
Romain Gary’in öteki yapıtları arasında Lady L(Hep Bu Aşk İçin) Tulipe,(Lale), La promesse de I’aube, (Şafakta Verilmiş Sözüm Vardı), Adieu Gary Cooper, (Elveda Gary Cooper), Chien Blanc (Beyaz Köpek), Les Caleurs du jour (Günün Renkleri), La Danse de Gengis Cohn (Cengiz Han’ın Dansı), Le Grand Vestiare (Büyük Vestiyer), Clair de femme (Kadının Işığı), Les Cerfvolants (Uçurtmalar) sayılabilir.
(Aralık 1980)