‘Merhameti yeniden keşfetmek lazım’
Mehmet Eroğlu’nun son romanı Kusma Kulübü kışın çıktı. Ben daha yeni okuyabildim. Bitirir bitirmez soluğu Ankara’da aldım.
O benim, Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı (umag)’ndan hocam. Onun ‘Senaryo Yazma Teknikleri’ derslerinden çok yararlanmıştım. Yedi yıldır umag’da yazı yazma seminerleri veriyor. Toplumun her kesiminden insana, kendilerini daha iyi ifade edebilme, edebiyatla kopmuş olan ilişkilerini tazeleme ve içlerindeki “yazarı” uyandırma fırsatı sunuyor. Gelenlerin yüzde 75’inin kadın olduğunu söylüyor. Buna “Kadınlar kendilerine karşı, erkeklerden daha dürüst. Yani kadınlar kendilerini geliştirmeyi ya da kendilerine soru sorup, eksiklerinin ne olduğunu tespit ettikleri zaman, buna uygun adım atmayı daha rahat başarıyor. Erkekler her şeyi biliyor! Edebiyat onlar için o kadar önemli değil. Bir de toplumumuzda son yirmi yılın dayatması popüler kültürde bir hayat tarzı var. O hayat tarzına görünen o ki, erkekler kadınlardan daha fazla entegre olmuş.” yorumunu getiriyor. Eroğlu, umag’dan bu iş için para almamasını ise şöyle açıklıyor: “Bu toplumsal bir sorumluluk, bir de savunduğumuz mevzileri güçlendirmek olarak da algılamak lazım. Edebiyata bizim gibi bakan bir odak oluşturmaya çalışıyoruz.” Şiddetli bir medya-sermaye eleştirisi olan Kusma Kulübü için ne mi diyor? Buyrun okuyun…
Z. – Kitabınız, son derece sürükleyici. Beğendim. Fakat “zenginler kötüdür, fakirler, acı çekenler, başarısızlar iyidir” gibi siyah-beyaz bir yaklaşımı var. Neden iyi zengin, kötü yoksul yok? Oysa, derslerinizden hatırlıyorum, şematizme çok kızardınız. M.E. – Bu kitabın temel sloganlarından biri ‘zenginlik ortadan kaldırılmalı’. İnsanlığın başına dert açmış ne varsa zenginlik dürtüsünden kaynaklanıyor. Ben burada her zengin kötüdür de demedim. Bu aşağı yukarı en tematik, en sert kitaplarımdan bir tanesi. Toplumsal vicdanın sığlaşmasının sonuçlarını vermeye çalışıyorum. Bir yazarın görevi, çelişkileri belirsizleştirmek değil, aksine abartarak ortaya çıkarmaktır. Eşitsizliklerin, adaletsizliklerin üstünün örtülmesine engel olmaktır. Eğer dediğiniz gibi bir hava varsa, nedeni budur.
Z. – İyileriniz gerçeğe yakın. Ama kötülerin neden kötü olduğuna dair iç hesaplaşmaları yok. Onlar dibine kadar kötü. M.E. – Evet. Çünkü onlar romanın ana karakterleri değil. Onlar popüler kültürün, medyanın ve sermayenin prototipleri. Onlar gerçek hayatta da benzer biçimde varlar. Ama bunun psikolojik nedenleri nedir, ne değildir onlara girseydim roman çok uzardı. Esas kahramanları ve yardımcı kahramanları yağlıboya ile ince ince işliyoruz. Diğerleri sadece büyük bir resmin tamamlanması için oralara konması gerekli olan figürler.
Z. – Bu konuyu yazma fikri nasıl geldi size? M.E. – Beni en çok endişelendiren konu, toplumsal vicdanın sığlaşması. Tek tek bireyler olarak, öteki insanlara yönelik acıma duygumuzun kaybolması. Böyle bir nüve beynimin içinde varken, ekonomik kriz patladı. Gazeteleri okuyorum; bir gün çok ciddi biçimde midem bulandı. Aynı anda iki haber vardı. Sosyeteden birinin verdiği bir partiyle, açlıktan ölen bir bebeğin haberi. Ben ve benim gibi adamlar, buna katlanamaz. Ne yaparsın, birkaç yolu var: Kusarsın, öfkelenirsin, söversin. Ben de oturdum, yazdım. Bu, tek bir olay da değildi. Bütün olayların gazete kupürleri var. Şu anne, yeteri kadar gıda alamadığı için çocuğu öldü; kendisini kocasının kravatıyla astı. Böyle bir ülkede böyle bir roman yazılır. Bunlar olurken, öteki tarafta da insanlar, paralarımın yarısı gitti diye ağlıyor. Bu vicdansızlık değil mi?
Z. – Yazarken, kustunuz mu? M.E. – Yok, ama midemin bulandığını, yer yer ağladığımı biliyorum. Gazete haberlerinin kupürlerini kestikçe, bazılarının üzerinde gözyaşlarım var. Dostoyevski’nin dediği gibi, “Hayatta hiçbir şey, bir çocuğun gözyaşından daha önemli değildir”. Tıkır tıkır, on beş günde bir bebekler açlıktan öldü Türkiye’de. Daha evvel hiç böyle olmamıştı.
Z. – Ağladığınızı duymaktan memnun oldum. Çünkü, genel havanız, dışa kapalı, ukala, insanlara değer vermiyormuş gibi. Bunun bir kabuk olduğunu tahmin ediyordum. M.E. – Herkes benim sert ve ulaşılması zor birisi olduğumu söyler. Bunu nasıl beceriyorum bilmiyorum. Belki yaptığım işi fazla ciddiye aldığım için. Asık suratlı adamın tekiyim; ama başkaları gibi ağlamam ben. Yüreğimden ağlıyorum. Hiç farkına varmadan gözümden aşağı yaş akıyor.
Z. – Duygulanıp kitap yazmanın dışında, merhameti günlük hayatınızda nasıl yaşıyorsunuz? M.E. – Herhalde benim hayatım, sahip olduklarımı paylaşmak üzeredir. Ama bu çok özel bir şey. Bunu söyleyemem. Romanda bir söz var, hatırlarsınız: “İyi olmayı, iyilikten üstün tutanlara yuh olsun”. Yaptığın iyiliği saklayacaksın. Şunu söyleyebilirim: Hayatım boyunca eylemlerime her zaman merhamet hakimdir.
Z. – Zenginliğin tamamen ortadan kalkmasını istemek çok ütopik. Gerçi ütopya yazarlara yakışır. Ama zenginlik yok olmaz. Belki adaletli paylaşımdan bahsedebilirsiniz. M.E. – Zaten söylemek istediğimiz de o. Edebiyatta bazı şeyleri vurucu olarak söylemek önemli. Bu zengin olma dürtüsünü ortadan kaldırmak lazım. Çünkü bu, her zaman bireysel zenginliğe yol açıyor. Zengin adamla aynı masada çok oturmuşsunuzdur. Ben de oturdum. Bir kase fındık olsun ortanızda. Siz üç tane yiyinceye kadar, kendisi hepsini yer. Elini oradan alamaz. Bir zenginlik üretildiği zaman, hakça paylaşılıyorsa mesele yok. Ama zengin olma dürtüsü ortadan kalkmadıkça, zenginliğin hakça bölüşülmesi mümkün değil. Zengin olma eylemi her zaman suç içerir. Bunlar kanunlarla yasaklanmamış suçlardır. Ama insani olarak, ahlâki olarak suç işlersiniz.
Z. – Siz zengin bir adam mısınız? M.E. – Benim için zenginlik, bundan sonraki ömrüm boyunca, hiç kimseye muhtaç olmadan yaşayabilme imkanıdır. Yat alacak, uçak alacak param yok tabii.
Z. – Bu, normal emeğinizle elde ettiğiniz bir imkan mı? M.E. – Tabii. Ücretli olarak, çalışarak elde ettiğim paranın bankacı olan kardeşime verilmesi ve o paranın devlete borç verilerek birkaç misline çıkmasıdır. Olay bu.
Z. – Kitapta zenginleri kaçırıp üstlerine kusan bir çete var. Siz hiç çete kurdunuz mu? M.E. – Lisedeyken yaşlı bir adama bakmak için bir çete kurduk. Kurduğum ilk gizli örgüt odur. Bir gün Bornova’da ağlamakta olan yaşlı bir adam gördük. Tabii yaşlı insanların ağlaması da çok yürek burkan bir şey. Ne diye ağladığını öğrenmeye çalıştık. Adam uzun süre bir kağıttan söz etti. Bir de havuza atılmaktan. İkisini bir türlü yan yana getiremedik. Önce zannettik ki, kağıt olmazsa, bunu havuza atacaklar. Bir havuzun başında duruyor. Havuz dediğimizin de iki karış derinliği var. Sonra elindeki kağıdı önündeki mazgal deliğinden aşağı düşürdüğünü anladık. Girdik, çıkardık. Baktık ki şöyle bir ifade var: “Bilmem ne mahallesi muhtarlığınca verilmiştir. İşbu kağıda hami kişinin bütün defin masrafları, tarafımızdan karşılanacaktır.” Meğerse adam kimsesizmiş. O kağıt olmazsa, öldüğü zaman, Ege Üniversitesi’ndeki morgda cesedinin kadavra olarak kullanılacağı söylenerek korkutulmuş. Adam kağıdını kaybedince bir daha toprağa giremeyeceğini düşünmüş. İlkin arkadaşım başladı ağlamaya. Ardından ben ağladım. Daha sonra okulda gizli örgüt kurduk.
Z. – Hangi okul? M.E. – İzmir Maarif Koleji. Çetemizi hâlâ sınıf arkadaşlarımın bazıları bilmez. Bu sorumluluğu taşıyacak kişilere söyledik yalnız. Onlar çete üyesi oldu. Biz mezun olma aşamasına gelince, alt sınıflardan birilerini bulduk. Böyle epeyce bir süre gitti. Hasan Amca’yı kimsesizler mezarlığına bırakmadık. Cenazesinde de kırk tane etkin çete üyesi vardı. Ben gidemedim; çünkü o sırada yargılanıyordum.
Z. – Kitabınızın ana teması vicdan. Geçmişinizde, bir vicdan yarası var mı? M.E. – Kimseye ihanet etmedim. Ama vicdanımı sızlatan, yapmam gerekirken yapmadığım bazı şeyler var. Bir tanesi; çocukluğumdan beri tanıdığım bir kişi, sonradan ciddi bir hastalık geçirdi. Ölmesi de yakın gözüyordu. Bir türlü gidip onu ziyaret edemedim. Onun o haliyle yüzleşemedim. Ne olursa olsun bu kişisel endişemi aşıp gitmem gerekirdi. Öldükten sonra yakını bana, “Seni çok bekledi.” dedi. Hayattaki en büyük vicdan yaram budur.
Z. – Kenardakilere, itilmiş kakılmışlara, merkezin dışındakilere ilginizin kaynağı ne? M.E. – Ben edebiyatı, aynı zamanda bir toplumsal eylem olarak görüyorum. Günümüzde gerçeklerden uzak, popüler bir hayat tarzı dayatılmak isteniyor. Bu, daha çok medya tarafından pompalanıyor. Bize hayatın gerçeği diye, hiçbir şey sorgulamayan, küçük basit mutluluklarla yatışan bir hayat biçimi sunuluyor. Bunu eleştirmek için yazıldı Kusma Kulübü. Günümüzde toplumsal çıkar, ulusal çıkar dediğimiz her şeyi biraz eşeleyince bakıyorsunuz altında medyanın çıkarı var. Medya ile sermaye iç içe. Bu ülkede soylu şeyleri, salt erdem olarak savunmak, aptallıkla eşdeğer oldu. “Yükselen değerler” var. Erdemli olmak, suç haline geldi. Belki de insanlığın kurtuluşu ya da gelişmesi yeni erdemlerin keşfinde saklı. Böyle ütopik bir istek taşımak önemli. Belki de merhameti yeniden keşfetmek lazım.
Z. – Sizce yazarları birbirinden ayıran en önemli şey ne? M.E. – Ele aldıkları temalar. Ben daha çok insanın yazgısı ile ilgili trajik temaları ele alıyorum. Yani kendi varlığına cevap arayan, kendilerine tehlikeli sorular sorup, bu soruların cevaplarını arayan insanları yazıyorum. Homeros’tan Dostoyevski’ye, Conrad’a, Malroux’ya kadar giden bir çizginin devamı olarak görüyorum kendimi.
Z. – Sıradan insanların romanı yazılmaz mı? M.E. – Yazılır tabii. Ama ben o tür bir romancı değilim. Ben, yazgısını arayan adamın peşindeyim. İlk, önemli romanlardan biri, Robinson Crusoe’dur. Yalnız bir insan.. Edebiyatın gerçek teması da budur. İnsanı araştırmayan, insanda var olan insanlık durumunu çekip dışarı çıkararak, altını çizmeye çalışmayan romana, iyi roman diyemeyiz. Mesela, Cervantes Don Kişot’u yazıncaya kadar Don Kişot’luk dediğimiz insanlık durumunun adı yoktu. Hepimiz şimdi “Don Kişot’luk yapma. Bende Don Kişot’luk var. Don Kişot gibi adam” diyoruz. Don Kişot’u Mançalı bir adam olarak anlattığınız zaman, bu kadar ilginç olmazdı. Ama Don Kişot’luğu içinden çekip almak ve buna ad koymak önemli. Bazen soruyorlar. İşte kadınları mı yazar, erkekleri mi yazar, çocukları mı yazar? Bunlar saçma şeyler. İnsanı yazmak lazım.
Z. – Hangi koşullarda yazıyorsunuz? M.E. – Yazarlık her şeyden evvel, bencilliktir. Sevdiklerinizin zamanından çalmadır. Standart bir aile yaşamı ile roman yazılamaz. Yazar yalnızlık peşindedir. Mümkün olduğu kadar az insan görmeye çalışıyorum; ama bu, vakıfta o kadar mümkün olmuyor. Çok ziyaret etmek isteyen öğrencilerim oluyor. Onun dışında sabah kalktığım andan, uyuyabildiğim ana kadar, her an romanla ilgili beynimin bir kısmı çalışıyor. Önce kurguyu yapıyorum.
Z. – Şöyle demiştiniz derste: ‘Son sözünü bilmeyen, ilk sözünü yazamaz’. M.E. – Başından sonuna şöyle olacak, böyle olacak diye, bütün öyküyü iki sayfa yazıyorum. Kahramanlar ve tipler ortada. Tipler, romanın rengini, tonunu vermesi için kullanılan birer faktör. Biliyorsun tipler, gelişmezler ve değişmezler. Oldukları gibidirler. Halbuki karakterler romanda gelişir.
Z. – Tipsiz roman yazılır mı? Baştan aşağıya karakterle. M.E. – Her şey yapılabilir. İyi yapıp yapamadığın önemli. Her şeyi önce tema belirliyor. Karakter yaratma süreci başta bir-iki ay sürüyor. Ben dramatik efekti, karakteri karakter yapacak unsurları en başta yaşayan biriyim. Romanın başındaki on beş sayfayı yazabilmek için, bir ay uykusuz kalıyorum. O sırada bilincim büyük bir elek şeklinde; her şey aşağıya akıyor. O dönemde hep arabamı sağa sola çarpıyorum. Gecenin bir saatinde birden aklıma geliyor. Kalkıp yazıyorum. Arabada giderken aklıma gelenleri teybe söylüyorum. Bazen lokantada aklıma geliyor. Garsondan kağıt istiyorum. Her yerde not defterlerim var.
ZAMAN, TEMMUZ 2004 Nuriye AKMAN