Söyleşiler

Zaman – Üç “Fay Kırığı”ndan ilki “Mehmet”i yayımladınız. “Birinci Kitabın Sonu”nda “Ocak 2009” yazıyor lakin akla şöyle bir soru da geliyor; ikincisi “Emine” ve üçüncüsü “Rojin” yazıldı mı, yazılmakta mı? Ne zaman yayımlanacak diğer iki “fay kırığı”?

Mehmet Eroğlu – Yazmaya yıllarca önce karar verdiğim Fay Kırığı Üçlemesi’nin diğer iki kitabı için uzun zamandır araştırma yapıyorum. Bu süreç daha önceki iki romanımı, Düş Kırgınları ve Belleğin Kış Uykusu’nu yazarken de sürdü. Aslında 18 ay önce Mehmet’i yazmaya başladığımda üç romanın çatısı da bir anlamda çatılmıştı. Zaten dikkatinizi çekmiştir; ilk roman olan Mehmet’te Üçlemenin son romanı Rojin’den alıntılar var.

Z. – Bu üçlemedeki isim sembolizasyonu dikkat çekiyor: İlki “Mehmet”. Mehmet bir asker. İkincisi “Emine”. Emine Kayserili zengin – muhafazakâr ailenin genç kızı. Sonuncusu “Rojin”. Rojin eski bir PKK militanı. Bu “tehlikeli konular”la uğraşacağınızı ta isminden ima eden göstergeler bunlar sanki. Yanılıyor muyum? Bu isim seçiminde “Simin” de söz çarpıyor; kelime anlamı “gümüş gibi parlayan, ay kadar parlak” Simin’in gözlerinin hep parlıyor olması… M.E. – Laik-Müslüman, Türk-Kürt, zengin-yoksul: Fay Kırığı Üçlemesi, bir açıdan bugün ülkemizi parçalara ayıran bölünmelerin öyküsü. İlk roman Mehmet’in kahramanı olan astteğmen Mehmet Esen, belki ilk anda askeri çağrıştırıyor -ama adın yaygınlığı göz önüne alındığında- askerden çok bu ülkenin çoğunluğunu,  ortalama bireyi temsil ettiği kabul edilmeli. Rojin, eski bir PKK’lıyı; Emine ise modernleşme sürecindeki muhafazakar bir ailenin türbanlı kızını. Ancak bu açıklamalardan romanla tarih yazdığım, çözüm yolları önerdiğim sanılmamalı. Çünkü benim için roman yazmak insanı araştırmak, onda var olup da adı konmamış bir insanlık durumunu ortaya çıkarıp, gerçeğe dönüştürmek, bunun için de insanı  araştırmak, demektir. Mehmet, üçlemenin giriş romanı. Karakterlerin ve sorunların sergilendiği başlangıç. Emine, aşka inançsız olarak başlayan bir erkekle, Allaha inanan bir kızın aşkının mümkün olup olmadığını, Rojin’se savaşın insanlar üzerindeki yıkıcılığını anlatma çabası olarak değerlendirilmeli.

Z. – Mehmet Fay Kırığı – I isimli bu ilk kitabın zamanı belli; 2005. Mehmet’in Hakkâri’de askerlik yaptığı zamandan 12 yıl evveline tekabül ediyor bu da. Diğer iki “fay kırığı” da bu zamansallık düzleminde mi geçecek? Rojin’in de “12 yıl evvel”i mi olacak mesela? Şunu da merak ediyorum; Emine 2009’a dek gelecek mi? M.E. – Emine, 2006- 2009, arasındaki dönemde iki insanın zor aşkını anlatacak. Ancak geriye dönüşlerle romana Emine’nin ağabeyi Yakup, Cenk ve Mehmet’in 1993 ile 2005 arasındaki öyküleri de aktarılacak; Üçüncü roman Rojin’deyse Güneydoğuda’ki savaşın en sıcak günleri, 1993 Temmuz’u ile 1994 Nisan’ı arasında Hakkari ve Kuzey Irak’taki çatışmalar, bu çatışma sürecindeki durum iki açıdan da anlatılacak…

Z. –   “Zaman”la ilgili vurgunun “güncel” bir kitap için önemli olduğunu düşünüyorum; romanı okurken buna dair çok not tuttum bu yüzden. Şunu merak ediyorum; Mehmet, 2005 yılında rahatlıkla “12 yıl oldu” deyip aklından “Temmuz 1993”ü geçiriyorken, daha kitabın 9. sayfasında “yoksa on üç müydü” diye yine kendine soruyor. Ve bu “on iki – on üç”, romandaki yıl 2006’ya geçince iyice karmaşıklaşıyor Mehmet’in hatırlaması bağlamında. Mehmet’in belleğindeki bu “zaman bulanıklığını” bilerek mi yaptınız? M.E. – Geçmiş, hele hatırlamak istemediğimiz geçmiş bizden uzaklaştıkça zaman bulanıklı ortaya çıkabilir. Ayrıca insan bir yerde, iki yılla tanımlanabilecek bir süre kalmışsa ve geriye bazen 2005 yılından bazen de 2006 yılından bakarsa, bazen 12, bazen de 13 yıl, diye düşünebilir…

Z. –   Roman boyunca Mehmet’in en belirgin yeteneğinin “askerlik” ve “koşmak” olduğu göze çarpıyor. Örneğin bir duygusu anlatılırken “[A]ncak ölüm tehlikesi karşısındaki bir asker kadar emindi gelecekten.” deniyor anlatıcı tarafından. Romanın sonuna doğru annesinden emanet bir “fırsatçılık” da katılıyor özelliklerine. “Asker Mehmet” ile “fırsatçı Mehmet”in arasına bir tek “para” mı giriyor? M.E. – Dediğim gibi, Mehmet’i ortalama bir kentli olarak düşünmeliyiz. Bugün ortalama insanımız tıpkı roman kahramanı Mehmet gibi fırsatçı değil mi sizce? Gündeminin birinci sırasında kendini kurtarmak var. Yani, eğer seçmek durumunda kalıyorsa, kendini seçiyor…

Z. –   Romanda Ekim ayı üzerinden bir temsiliyet ilişkisi de kuruluyor: Bir yanda Ekim’i meşhur yalısındaki “davet”lerle karşılayan Kevser Hanım, öte yanda Ekim’de Ramazan’ı yaşayan Kadıoğulları ailesi. Ayrıca yine “para” göstergesi üzerinden kurulmuş bir “taşra” – “merkez” ikiliği var ve bunun içinde de “zevk”ler devreye giriyor. Simin’in tablolarıyla Abdullah Kadıoğlu’nun tespihi tam olarak neyi temsil ediyor? M.E. – Simin’in tabloları elitist, burjuva zevkini. Abdullah Bey’in tespihi ise, muhafazarkarlık temelindeki bir dostluğu sembolize ediyor belki de.

Z. –  Mehmet Esen’le Prof lakaplı Müşfik Alaçam’ın yıllar sonra gerçekleşen buluşmasında anlatıcı çok çarpıcı bir tespit yapıyor: “Sonunda oraya gelmişlerdi; ölüm öykülerinin değiş tokuş edildiği yere.” Aslında roman boyunca, neredeyse gövdesiyle mevcut bir “ölüm” dolaşıyor, dahası ölümler. “Ölüm”ü trajikleştirmeden romanın bir “karakter”i yapmışsınız adeta. Diğer bir “fay kırığı” Rojin’in de hayatında “ölüm”ün çok güçlü olacağını tahmin etmek güç değil. Peki ya Emine’de nasıl olacak bu? M.E. – Savaş demek ölümü yaşamak demektir. İnsan başka hiçbir yerde savaşta –yani ölümün karşısında- olduğu kadar çıplak olamaz. Üçlemenin son romanı Rojin’in savaşı anlattığına göre tespitinize katılmamak mümkün değil. Emine’ye gelince, benim bir sözüm vardır: ‘Bir aşkın büyük olması için ya gayri meşru ya da trajik olması gerekir…’ Ama şimdiden her şeyi anlatmam mümkün değil tabiii.

Z. –   Romanda Hakkâri’ye, Şemdinli’ye dair detaylar var; bölgeye özge hayvan ismi (“plink” – “piling”), dağ isimleri, savaşa dair maddi bilgiler… Bunun için nasıl bir çalışma yöntemi izlediniz? Sahaya gittiniz mi, hangi metinlerden / kaynaklardan yararlandınız? M.E. – Öncelikle -her iki açıdan yazılmış- onlarca kitap okudum. Sayısız gazete haberini inceledim. Yöreyle ilgili, sosyolojik, coğrafi, tarihi araştırma yaptım. Binlerce fotoğraf biriktirdim. Asıl önemlisi o dönemde orada bulunmuş subay, assubay, er ve astteğmen ve savaşanlarla konuştum. Silahlar hakkında teknik araştırma yaptım. Bölgedeki böcek, ot ve bitki örtüsü için bilgi topladım. Mekanların, dağların kentlerin kasabaların iki dildeki adlarını buldum. Özetlersek, Rojin için aldığım notlarım 400 sahifeyi geçti. Romanda adı geçen yerleri gezmem teorik olarak mümkün görülsede de pratik olarak bu imkansız. Onlarca dağa çıkıp inmek gerek. Bunu kimse yapamaz. Ama romanda sözü edilen yerlere ait sayısız fotoğraf ve bilgi var.

Z. – Romanda “Umut Kitabevi”nin bombalanmasından, geçmiş ve mevcut iktidarların yüksek sesle dillendirilmeyen bağlantılarına dair çıkarımlar, tespitler, fikirler var. Oldukça netameli ve hatta “tehlikeli” konulara temas ederken beklentileriniz nelerdi? Dahası bu roman “tezli” bir roman mı? M.E. – Tehlikeli! Bunların çoğu zaten gazete haberi. Ama söylemek istediğiniz, siz de bazıları gibi neden suya sabuna dokunmayan, dış piyasaya uygun şeyler yazmıyorsunuzsa, cevabım şu olabilir: Ben, yazmak dediğimiz uğraşın estetik kaygıların yanısıra aynı zamanda  toplumsal bir eylem olduğunu, bunun toplumda var olan yaraların üstünü örtmek için değil, ortaya çıkarılması için bir olanak olduğunu düşünenlerdenim.

Z. – Kitapta, neredeyse “kudretli” sözler eden bir entelektüel figür var; “Üstat” lakaplı. Üstadın roman sanatı üzerine şöyle bir tespiti var: “Bence bir romanda itici, sıkıntı veren tek cümle bile olmamalı. Yazarken her cümleyi bir sanat yapıtıymışçasına tekrar tekrar elden geçirmek, yeniden yaratmak gerekir.” Mehmet Eroğlu ne düşünüyor bu konuda? Üstada katılıyor mu? M.E. – Evet, katılıyorum. Her cümleyi bir kuyumcu titizliğiyle elden geçirmek gerek. Çünkü cümleler edebiyatın yapı taşlarıdır. Hemingway, 1921 de yazar olmaya karar verdiğinde Paris’te, 1 yıl boyunca hergün sadece cümleler yazmış. Sağlam, Ayakları üzerinde duran, çok şey anlatan cümleler…

Z. –   Mehmet’in bir “ikiz”i var. Ama bu muhayyel bir ikiz; hatta neredeyse bir “şeytan”ı temsil ediyor, tıpkı “Simin” gibi, kısmen “Cenk” gibi. Bir ikizliğe de Emine’de rastlıyoruz. Emine’nin ikizi Muttalip ile Mehmet’in muhayyel ikizi arasında bir bağlantı, bir benzerlik var mı? Ve “ikizlik”ler devam edecek mi diğer fay kırıklarında? M.E. – Öncelikle Mehmet’in kulağının ardından seslenen çıkarcı, fırsatçı ikizinin şeytani özellikler taşıdığı açık. Emine’nin gerçek ikizi ise Mehmet’inkinden farklı. Abdullah Kadıoğulları romanda İstanbul’da yer edinmeye çalışan AKP ile birlikte ülke yönetiminde söz sahibi olan Anadolu kökenli İslami Sermayeyi (bence Sermayeyi böyle bölmek pek de anlamlı değil, isterseniz muhafazakar da diyebilirsiniz) temsil ediyor. Bu ailenin birbirinden farklı dört çocuğu var. Büyük Abla Fatma, politik bir eylemci. Oldukça muhafazakar. Ve –bir yere yerleştireceksek- AKP’ye değil, Saadet Partisine yakın. Yakup, Hasan Hoca’yle birlikte İslamiyetle zenginlik arasındaki çelişkilere kafa yoran bir gazi. Muttalip ise metropole çabuk uyum sağlamış, babasının zenginliğinin keyfini öteki zengin çocukları gibi çıkarmaktan yana. Din, yaşamında öncelikli yer tutmuyor. Emine’ye gelince o özünde ablasına, modernliğin olanaklarından yararlanma konusundaysa, biraz ikiz Muttalip’e benzeyen birisi.

Z. –   Üstat’ın yalnız ölümü, Mehmet’e “taraf tutmanın” önemini kavratıyor. Ve romanın sonunda da yine bir “ölüm” sebep oluyor Mehmet’in “aydınlanma”sına. Ölümle açılıp ölümle kapanan bir romanın yazarı olarak, Türkiye’nin yaşadığı bu savaş – iktidar sürecinin yine “ölüm”lerle mi kapanacağını düşünüyorsunuz? M.E. – Umarım sorunlarımızı ölümsüz hallederiz. Ama bunun için çaplı liderler gerek. Taraf tutmaya gelince: bütün hayatı boyunca hayata hep soldan bakmış, yoksullardan yana olmuş birisi olarak taraf tutmakla angaje olmanın farkını bir yazar olarak çok iyi kavradığımı söyleyebilirim. Romanda Mehmet’in taraf tutması, ilkeli bir duruştan çok, kurtarmak için kendini seçtiğinin bir ifadesi olarak değerlendirilmeli.

Zaman, Mart 2009 Mehmet Said Aydın