T.K.- Yazma seminerleri, atölyeleri -siz “uygulamalı yazma işlikleri” diyorsunuz- giderek yaygınlaşmaya başladı. Yazmak öğretilebilir mi?
M.E. – Tabii ki öğretilemez. Bunu daha ilk dersin, ilk dakikalarında söylüyorum. Yazmak öğretilemez, öğrenilir. Nasıl? İyi, sahici yazarları okuyarak. Dikkat! Kitap okuyun demedim, yazar okuyun dedim. Çünkü asıl besleyici olan ve vakit kaybını önleyen yararlı yöntem budur. Şöyle özetleyeyim, yazmak istiyorsanız, yazar okumaya klasiklerle başlamalısınız.

T.K.-  Artık “ilham”ın yerini “teknik” mi alıyor? Kurslara gidip teknik öğrenerek yazar olunabilir mi? Yazmanın ne kadarı “yaratıcılık”, ne kadarı “dil-teknik-kurgu”dur?
M.E. –  Hayır, hayır. Yazmak, asla bir teknik bir mesele olarak tanımlanamaz. Yürek, akıl ve vicdanla yapılır. Yazmak için gerekli olan, söyleyecek lafınızın, başka deyişle bir derdinizin olmasıdır. Öz, -yani yazmayı mümkün kılan içimizdeki ısrarlı kaynak – biçimi, yani dili, kurguyu belirler. Yazmada teknik öğrenmek, daha çok senaryo ve reklam metinleri için geçerli. Edebiyat alanında bu becerileri okuyarak ve yazarak edinirsiniz.

T.K.-  Siz “yaratma cesareti vermek” diyorsunuz, ama bu cesaret bir anlamda “edebiyat çöplüğünü” büyütmeye de yaramıyor mu?
M.E. – İyi eser, mücevher, çöplükte de parlar. Çok kişinin yazması, buna yeltenmesinden ürkülmemeli. Ürkütücü olan, bu çöplüğü sistemin düzenlemeye kalkışması ve gerçek edebiyatı geriye itip, popülist, insanı göz ardı eden bir anlayışın yerleştirilmesi.  Çöplük meselesi yazarlardan çok, yayınevlerinin dikkat etmesi gereken bir konu.

T.K.-  Rollo May’ın “Yaratma Cesareti”ni okuyanlara deniz kabuğu armağanı vermeye devam ediyor musunuz?
M.E. –  Evet, devam ediyorum. Bu yaz dalıp yine epeyce deniz kabuğu çıkardım. Rollo May’i okuyana ve sorulara doğru cevap verenler ödülü kazanacak.

T.K.-  Zamanın Manzarası’nda “Roman: Acılı anılardan doğan güçlü bir boşalma; herkesin önünde yapılan bir çeşit mastürbasyon” diyorsunuz. Yazmanın temelinde bir tür itirafçılıktan doğan tatmin arayışı mı var?
M.E. –  Tatminden çok, kendini yatıştırma isteği diyelim. Ya da acıyı söndürme. Roman, her şeyden önce bir itiraf sanatıdır. Mesela Stendhal! Onun büyüklüğü kendini itiraf etme yeteneğinde gizlidir. Eğer Stendhal olmasaydı piskoloji de olmazdı diyenleri de unutmayalım. Bana sorarsanız yazmanın kaynağından acı vardır derim. Anılaştıramadığımız hayatlar, -yani aşındıramadığımız acılar- eninde sonunda kendini yazdırır.

T.K.-  Pek “okuyan” bir toplum olmadığımız ortada, peki “yazma” hevesinin bu kadar yaygın olmasını neye bağlıyorsunuz? Seminerlere “Hayatım roman, tek eksiğim yazmayı öğrenmek.. ” diye gelenler oluyor mu?
M.E. –  Seminere gelenlerin hepsinin amacının yazmak olduğu düşünülmemeli. Bir kısmı ifadesini geliştirmek, bir kısmı daha iyi okur olmak, bir kısmı da edebiyat ortamında bulunmak için geliyor. Aslında satılan kitap konusunda bir sıkıntı yok. Ancak satışlardaki artışlar daha çok kitap okunduğunu göstermiyor. Belli yazarda yoğunlaşıyor.

T.K.-  Kurslarda nasıl bir yöntem izliyorsunuz?
M.E. –  Aslında her hocanın kendi programı var. Ama en çok ders veren ben olduğum için kısaca özetleyeyim. 20 saatin 4 saatine yaratma ceareti ve nasıl okumalıyız konusuna ayrıyorum. Kalan 16 saati üç ana tema üzerinden, (ölüm, aşk ve cinsellik) kurgu, üslup, ifade geliştirmeyi gözeterek, kısa metinler yazarak ve bu metinleri değerlendirerek işliyoruz. Ödevler oluyor, isteyen sınıfta okuyor. Okunanları hep birlikte, bana verilenleriyse ben üzerlerine not düşerek, okuyorum.

T.K.-  Seminer duyurusunda “Küreselleşmeye, insanı dışlayan edebiyat anlayışına, yeni dünya düzeninin dayattığı yabancılaşmaya karşı duran bir bakış açısıyla katılımcıların yaratma cesareti edinmelerini sağlamak ve yaratma sürecini irdelemek” vurgusu yapılıyor. Artık edebiyatımızdan işçiler, memurlar çekilmiş görünüyor. Seminerlerde “yazmak” kadar, bu edebiyat anlayışı da tartışılıyor herhalde…
M.E. –  Tabii, duyurudaki gibi bir duruş sergileniyor. Roman estetik normlarla yapılır ama aynı zamanda Victor Hugo’nun dediği gibi toplumsal bir eylemdir de. Hocalar da bu konuda birbirleriyle uyum içinde. Edebiyata musallat olan popülerlik hastalığından titizlikle uzak duruyoruz.

T.K.-  Atölyelerin, seminerlerin dersleri veren yazarı örnek alan, tekrarlayan “yazar adayları” çıkarması tehlikesi yok mu? Derslerinizi izleyenlerde sizi “taklit etme” eğilimi gözlüyor musunuz?
M.E. –  Katılımcılar arasından sayısız yazar çıktı. Ama doğrusu söylemem gerekirse hiç böyle bir izlenim edinmedim. Sentez yaptıkları sürece etkilenmelerinde bir sorun yok.

T.K.-  Sizin 30 kitaplık bir okuma listeniz vardır. İlk sırada Dino Buzzati’nin Tatar Çölü yer alır. Bir yazar adayına bu kitap ne söyler?
M.E. –  Bu soruya burada cevap verirsem bu yazıyı okuyanlar için büyü kaçacak. Yer göstericinin filmin sonunu söylemesi gibi. Ama Tatar Çölü hayat ve insan hakkındaki en iyi kitaplardan birisidir. Bilirsin, ben insanları ikiye ayırırım: Tatar Çölünü okuyanlar ve okumayanlar diye. Hangi yaşta olursak olalım, mutlaka okunması gereken bir romandır.

T.K.-  Hep “kitap değil, yazar okuyun” dersiniz. Bu isteğiniz popüler kültürle -pek de öngörmediğiniz biçimde- genel bir kabul görmüş olmuyor mu? Artık okurlar, bazı popüler yazarlar ne yazsa alıyorlar… Bkz: Elif Şafak…
M.E. –  Yok canım. Ben yazar okuyun derken sizi besleyen kaynak hangisiyse, ona yoğunlaşın diyorum. Unutmayın; her okuma yazma bilen, edebiyat okuru değildir. Sadece bir iki yazar okuyanlara edebiyat okuru denir mi, bu da tartışmalı.

T.K.-  Kurslara bugüne dek kaç kişi katıldı? Bu kurslardan sonra kimler edebiyat dünyasına katıldı?
M.E. –  Tam sayıyı bilmiyorum ama herhalde birkaç bini bulmuştur. Sadece benim verdiğim semiinerlerde, bir de roman inceleme seminerimiz var, yılda 200 kişi görüyorum. 13 yıldır sürdürdüğümüz düşünülürse rakam epeyce yüksek olmalı.

T.K.-  Yazmaya daha çok kadınlar “hevesli-meraklı” görünüyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
M.E. –  12 eylül sonrasında birkaç nesil apolitikleştirildi. Bunu biliyoruz. Demek ki bu durum karşı çıkanlar kadılar. Yani kadınlar daha iyi sınav veriyor. Kadınlar kendilerine karşı daha dürüstler.

T.K.-  Ankara’da yazar olmak biraz kıyıda kalmak, edebiyat dünyasının taşrasında olmak, “ötekisi” olmak anlamına geliyor mu?
M.E. –  Ankarada olmakla biraz köşede kalıyorsunuz doğal olarak. İstanbul demek tanınmak, ilşkiler demek. Ama yazarlık zamanında çok tanınmaktan öte geleceğe kalabilmektir. Ben kendi okurumu yarattım ve ayaklarım yere nerede olsam, yeterince sağlam basar.

T.K.-   Seminerlerin sizi de yazar olarak besleyen bir yanı var mı?
M.E. –  Şaşırtıcı ama, roman inceleme seminerinde bazı romanları tekrar okuyarak, yeni düşünceler, tezler geliştirme şansı bulduğumu fark ediyorum. Notlarım belki ileride bir kitap olur. Klasik eserler için bir tanım vardır biliyorsun: Birkaç kez okuması gereken eserler…

T.K.-   Seminer duyurusunda “Küreselleşmeye, insanı dışlayan edebiyat anlayışına, yeni dünya düzeninin dayattığı yabancılaşmaya karşı duran bir bakış açısıyla katılımcıların yaratma cesareti edinmelerini sağlamak ve yaratma sürecini irdelemek” vurgusu yapılıyor. Yeni dünya düzeni nasıl bir edebiyatı dayatıyor? Popüler edebiyat okuru da tembelleştiriyor, kolaya mı alıştırıyor? Çok satmak, popüler olmakla “iyi edebiyat” arasında nasıl bir ilişki var?
M.E. –  Yeni dünya düzeninin dayattığı edebiyat, kestirmeden söylemek gerekirse benim için, konusu insan olmayan, insanlık durumlarının araştırılmadığı bir romandır. Batının özendirdiği, ya da dayattığı, tercüme ederim dediği roman, insani ve toplumsal boyutları eksik, edebiyatın, yazmanın aynı zamanda bir toplumsal eylem olduğunu unutturmaya niyetli romanlar. Batı, edebiyatın öncü rolünü iğdiş etmeye niyetli. Bu tutumun varacağı duraklardan bir tanesi de popülizmdir. Popülizm, bildiğiniz gibi toplumun budalalığı ve banalliğiyle beslenir. Genel kabul gören her şey, buna romanlar da dahil, en fazla üçüncü sınıf eserlerdir. Bunu unutmamak gerekir.

Yazma Seminerleri Hakkında
TÜLAY KÖSE