Söyleşiler

Vatan – Kemik okuyucu kitlesine sahip bir yazarsınız. Her kitabınız  ilk ağızda en az 10 bin kişi tarafından okunuyor. Bu size edebi anlamda bir özgürlük sağlıyor mu?

Mehmet Eroğlu – Cevap, büyük ölçüde evet, kısmen de hayır… Evet, çünkü bu okur kitlesi bana sağlam bir temel oluşturuyor. İstediğim konuyu, istediğim biçimde ele almama olanak veriyor. Ben sık sık, Piere Schoendoerffer telefon rehberi yazsa, okurum derim; buna benzer olarak, Mehmet Eroğlu ne yazsa okurum, diyen epeyce okurum var. Bu yüzden yazarken piyasanın gelgeç modalarına, batılı okurun beğeni siparişlerine uymak zorunluluğum yok. Öte yandan şöyle bir zorluğum var: kahramanlarım çok sıkı takip altında. Okuyucum onlara müdahele etmek ister. Romanlarımın filme çekilişi bu yüzden hep sorun olmuştur. Edebiyat serüvenimin yoldaşlarının, romanlarım ve kahramanlarım konusunda oldukça muhafazakâr  olduğunu söylemeliyim. Bana hep hesap sorarlar. Bu belki de kahramanlarımın benden kopup, bağımsız varlıklar haline gelmiş olmasındandır ki, bence bu bir yazar için iltifattır.

V. –  Evet, ciddi bir okuyucu kitlesine sahipsiniz ama yine de kendinizi – bir sürü edebiyatçının kitaplarının süper marketlerde satıldığı bir çağda- sizi tanımayanlara da tanıtmak gibi bir derdiniz olmadı mı hiç? M.E. – Uzun bir süredir -toplamı binlerle ifade edilebilecek bir sayıya ulaşan kişiye -her yıl üç kez düzenlenen- edebiyat işliklerinde ders verdim. Hiç kitaplarımdan söz ettiğimi hatırlamıyorum. Hem doğrusunu söylemek gerekirse, edebiyatla ilgilenip de beni tanımayan azdır diye düşünmüşümdür hep. Herkes süpermarkete gider ama edebiyatseverler kitapları genellikle kitapçılardan alırlar. Şunu da unutmayın, roman, yani yazmak, gelecek için yapılan bir şeydir. Bir yazarı geleceğe taşıyacak olansa yazdıklarının kalıcı olmasıdır. On bir roman yazdım. Türkiye’nin olağanüstü bir dönüşüm geçirdiği 40 yılı bu yıllara damgasını vuran insanlarla anlatmaya çalıştım. Niyetim bu sayıyı en az 18’e çıkarmak… Tabii burada hayallerimden söz ederek Tanrı’yı kışkırttığımın da farkındayım.

V. –    Edebiyat popüler kültüre ne kadar teslim olmalı; ya da olmalı mı? M.E. – “Popüler olmak için insan orta kıratta olmalı,” der Oscar Wilde. Aslında bırakın popüler kültüre, sanatçı hiçbir şeye teslim olmamalı. Yine de benim için teslim olunacak iki şey var. Vicdan ve isyan ateşi…

V. –  Sanatın amacı, romanınızın kahramanlarından Prof’a söylettirdiğiniz gibi  “insanlığın vicdanını yaratmak” mıdır? M.E. – En azından bir amacı bu. Çünkü vicdan erdemlerimizin boy attığı, insanlık ideallerinin yeşerdiği yer. Sanatın amacı (bilim gibi, saf din gibi, felsefe gibi) yaşamda var olmayanı, dengeyi arayışımızda daha adil, daha aydınlık olma peşinde koşmak olmalı. Uyumsuzlukları, çelişkileri belirginleştirmek, en azından unutturmamakla görevli olan sanatçı, benliğinin kapılarını başka varlıkların acılarına açandır. İşte belki bu yüzden bir yazarı büyütüp derinleştiren en önemli unsur, mayasında kendini suçlama isteği ve yeteneğinin var oluşudur. Sanatçı her şeyden önce adaleti tutkularının Tanrısı kılandır. Derin bir vicdan bu yüzden önemlidir…

V. –  Vicdanının yazarı olmaktan bıktığınız oldu mu hiç? M.E. – Hayır, ama Shakespeare taşınması çok ağır bir yük olarak tanımlar vicdanı. Ama bu taşınması gereken bir yüktür.

V. –  Sizi diğer yazarlardan ayıran ne/neler var? M.E. – Bence yazarları birbirinden ayıran en önemli şey ele aldıkları temalar ve bu temaları işleyiş biçimidir. Yani bakış açısı: hayata, edebiyata yönelik bakışı…

V. –  Atilla İlhan’ın “büyük romancılar” arasında saydığı bir isimsiniz. M.E. – Atilla İlhan’ın romanlarımı okuduğunu, beğendiğini beni Türk Edebiyatında belli bir yere yerleştirdiğini biliyorum, ama böyle dediğini ben duymadım. Aslında 1977 de ilk romanımı, basılmasından neredeyse yedi yıl önce, daha müsvetteyken okuduğunda çok iltifat ettiğini hatırlıyorum.

V. –  Bu seri kaç kitaptan oluşacak? M.E. – Fay Kırığı Üçlemesi, adından da anlaşılacağı gibi üç romandan oluşacak: Mehmet, Emine ve Rojin. Bu üçleme ile ayrı dünyalara ait insanlar, yirmi beş yıldır süren savaşın bir dönemi, ülkemizin -Laik-Müslüman, Türk-Kürt çatlağı eksenindeki- son on beş yıllık bölünüşü anlatılacak. Mehmet, bir anlamda giriş romanı; 2005-2006 arasındaki olaylara yoğunlaşıyor. Emine ise 2006-2008 anlatacak ve olaylar yine İstanbul eksenli olacak. Rojin ise 1993-1994 arasında Hakkâri’de, Şemdin’lide geçecek. 

V. –  Sanki bu kitabınızda dünya görüşünüzü biraz daha geri planda tutup bir fotoğraf çekmeye soyunmuşsunuz gibi. Tespit yapıyor ama özenle yorumdan kaçıyorsunuz galiba, bunun nedeni ne? Sizce okuyucularınız bu tarzı yadırgayacaklar mı? M.E. – Yadırgayıp yadırgamadıklarını göreceğiz. Belki şunu söylemeliyim, bazen fotoğraflar sözlerden daha etkilidir. Üstelik üç roman tamamlandığında kişilerin resimleri ve ne anlatılmak isteniyor bu daha belirgin bir şekilde ortaya çıkacak. Fay Kırığı Üçlemesi’nde aşkın birbirinden farklı dünyalarda yaşayan iki kişiyi (Mehmet ve Emine) birleştirip birleştiremeyeceği, savaşın anlamı ya da anlamsızlığı araştırılacak…

V. –  “Fay kırığı” adının toplumsal bir gönderme içerdiği söylenebilir mi? M.E. – Tabii söylenebilir. Zaten öyle de. Türk-Kürt, Laik-Müslüman parçalanması ülkemizi yakından ilgilendiriyor. Ne kadar yakından ilgilendirdiğini görmek için son 20 yılın gazetelerine bakmak yeterli.

V. –  Kitabın başından sonuna kadar kendi kendisine de soruyor ama gerçekten de Mehmet nasıl bir adam Kahraman, korkak, dönek, hain mi ya da “İnsana ait hiçbir şey artık bizi şaşırtmamalı” mı? M.E. – Fay Kırığı Üçlemesi’nin ilk kitabı Mehmet’in kahramanı Mehmet, ne Issızlığın Ortası’nın Ayhan’ı, ne Yarım Kalan Yürüyüş’ün Korkut’u ne de Düş Kırgınları’nın Kuzey’i. Yani, o ne bir kurtarıcı ne de bir şovalye. Pek düş kurmamış, ama eline geçen fırsatı kullanmaya karar veren birisi. Özetle çevremizde görebileceğimiz biri.

V. –  Mehmet, Simin ve Emine karakterleri günümüz Türkiye’sinde hangi kesimleri simgeliyorlar?” M.E. – Eğer simgeliyorlarsa, yani, kahramanları katagorize edecek olursak, Mehmet, sıradanlığı, ortalama insanıya da ülkemizdeki geniş bir topluluğu, Simin belki bir anlamda eski İstanbul burjuvazisini, Emine ise yükselen muhafazakâr zenginlerin modernlikle, inançları arasında kalmış bir üyesini temsil ediyor diyebiliriz.

V. –   “Sanırım senin zamanımızın prototipi olduğunu, ülkemizin en çok senin gibileri yetiştirdiğini kabul etmeliyiz Mehmet Bey. Bu ülkenin toprağı Mehmet’ler büyütüyor” ya da “On üç yıl önce o gün mayın tarlasına neden daldığının cevabını şimdi verebilirdi: Bugünü değiştirmek, gelecek edinmek için.” cümleleriyle önemli bir tespit yapıyor, bir anlamda Türkiye fotoğrafı çekiyorsunuz. Biz eskiden de böyle miydik yoksa bu “Mehmet”ler son zamanlarda hayatımızda oluşan fay kırıklarının eseri mi? M.E. – Mehmet’ler galiba hep vardı. Bugün önemli ve rahatsız edici olan bunların figüranlıktan başrole soyunması. Türkiye’de 80’lerden sonra çok önemli bir katliam oldu. Erdemleri katlettiler. Artık kimsenin şovalyelere, toplumsal sorumluluğa aldırdığı yok.  Toplumsal vicdanımız sığlaştı.

V. –  Kitaplarınızda sıklıkla kullandığınız aforizmalar romanlarınızın olmazsa olmazı mıdır? M.E. – Yo, böyle bir düşüncem yok. Yazarken aforizma diye adlandırdığınız cümleler kendiliğinden dökülüyor. Zaman zaman iyi de oluyor çünkü böylelikle yaptığım tespitler -cümle unutulmadığından – kalıcılık kazanıyorlar. Bu arada şu haberi de vereyim, herhalde gelecek sonbahara, öğrencilerimin hazırladığı bir kitapçık yayınlanacak. Bu kitapçıkta romanlarımdan alınmış aforizmalar yer alacak.

V. –  Mehmet Eroğlu’nun kitaplarında hep insana ait, içe işleyen cümleler vardır. Mehmet Eroğlu’nu insana ait neler yaralar? M.E. – Bir çok şey beni yaralar. Çocuklar, yaşlılar ve hayvanlar konusunda hassasımdır. Onların incitilmesi beni çok incitir. Bir de kavramlar; kavramların dejenere edilmesi ve aşındırılması. Yıllarca önce sıkıyönetim mahkemesinde askeri hakimlerin yer aldığı mahkemede yargılanırken, sanıkların –yani bizlerin- bazı sözcükleri, deyimleri kullanması kesinlikle yasaktı. “Kahrolsun faşisizm”, “kahrolsun emperyalizm”… Ama hakimleri en çok öfkelendiren sözcük “özgürlüktü.” Öyleki “özgürlük,” diyenlerin dipçikle kaburgası kırılır, zaman zaman inzibatlar bağıranların dillerini kesmeye –abartmıyorum- kalkışırlardı. Ama biz yine de özgürlük diye bağırmanın bir yolunu bulurduk. Nasıl mı? Öksürürek; evet özgürlüğü heceleyip, öksürüğümüzün arasına gizleyerek: Öhö-öz- öhö- gür- öhö-lük… Özgürlük bizim için bu denli önemli, bu denli yaşamsaldı. Yıllarca sonra birgün televizyonda ata binmiş bir kızın, cep telefonunu işaret ederek, “özgürüm ben” diye şarkı şarkı söylemesini duyduğumda hissettiklerimi anlatamam. Uğruna dillerimizin kesilmesini, kaburgalarımızın kırılmasını, hatta ölümü göze aldığımız özgürlük bir telefona indirgenmişti. Bu beni çok yaralamıştır. Hiç unutamam…

V. –  Sizin için kitaplarınızı kimin onaylaması önemlidir? M.E. – Önce iç sesimin sonra bazı özel okurlarımın.

Vatan Kitap, Mart 2009 Emel Lakşe