Vatan Kitap – Öncelikle bizi ayrı kılan ‘şey’i, Fay Kırıklarını anlattığınız bu üçlemedeki isimler dikkatimi çekiyor: İlki “Mehmet”, bir asker. Diğeri “Emine”, zengin ve muhafazakâr bir Kayserili ailenin kızı. Üçüncü “Rojin” , eski bir PKK militanı. Üçlemede bölgeye dair detaylar var, bunun için nasıl bir çalışma yöntemi izlediniz? Sahaya mı gittiniz, hangi kaynaklardan yararlandınız?Mehmet Eroğlu – Serinin son kitabı Rojin’le ilgili araştırmalar romanın yazılmasından çok önce, 2003 tarihinde Fay Kırığı Üçlemesi’nin planlamasıyla başladı. Çalışmaların kapsamı Güneydoğudaki çatışmalarla ilgili otuza yakın kitap ve sayısız anının karşılaştırmalı olarak okunması; bölgede çatışmaların olduğu mekanlara ait binlerce fotoğrafın toplanması ve Şemdinli’de 93-94 arasında çatışmaları yaşayanlarla görüşmelerin yapılması olarak sıralanabilir. Bu listeye bölgeye ilişkin tarihi ve coğrafi araştırmalarla, değişik zamanlarda çekilmiş belgesel değerinde çok sayıda film ve videoyu da katabiliriz. Sorunun ikinci kısmına gelince: Romanda olayların geçtiği  tüm alanların dolaşılması, eğer savaşçı değilseniz fiziken mümkün değil. O nedenle ayrıntılı sözel ve görsel bilgi toplanması gerekiyordu. Cevabı 500 sayfalık Rojin için toplanan belgeler 8000 sayfadan fazladır diyerek noktalayabiliriz.

V.K. – Üçlemenin ikinci romanı olan “Emine”de ise Antikapitalist Müslümanlar ve İhsan Eliaçık’ı öncelemiştiniz, anlatır mısınız? İki yıl önce yayınlamıştınız bu romanı ama 2013′te, bilhassa Gezi’den sonra yeniden güncel hale geldi… Bu geleceğe dair bir çıkarım mı? Ne zaman ortaya çıkmıştı bu çerçeve, acaba İhsan Eliaçık’la tanışıyor muydunuz? M.E. –  Hayır, tanışmıyorduk. Mehmet -ve daha geniş olarak- Emine romanında yer alan Hasan Hoca karakterini, daha İhsan Eliaçık geniş kitlelerce tanınmazken, antikapitalist müslüman hareketi ortada yokken, politik islamın nerelere varacağını düşünmeye başladığım 1993 yılında tasarlamıştım. O tarihlerde Müslümanlığın toplumcu damarıyla solun birbirlerini etkileyebileceğini düşünüyordum. Bu düşüncenin somutlaştığı Hasan Hoca karakteri, Mehmet’in yazılmaya başladığı 2006’da, yani Gezi’den tam yedi yıl önce ortaya çıktı. Mehmet’ten sonra sonra 2009’da Emine’yi yazarken İhsan Eliaçık’ın metinleri ile karşılaşınca, Hasan Hoca ete kemiğe büründü. 1993’de düşündüğüm şeyler gerçek oluyordu. Dört yıl sonra Gezi Olayları sırasında olaylarda aktif şekilde yer alan Anti Kapitalist Müslümanları  izlerken ilk düşüncem hayatın romanımı taklit ettiği oldu.

V.K. –  Asıl tanımı bu olmasa da, edebiyat böylesi çıkarımlar yapıyor. Hatta oldukça cömert hayata dair… Bu diziye başlarken bu tür öngörüler yaptığınız oldu mu hiç? “Bir gün, fark ettiklerimi başkaları da fark edecek.” kabilinden sözler… M.E. – Düşünmedim dersem yalan olur. Ancak bunu Fay Kırığından çok önce 1993’de, Yürek Sürgün’ünde, Politik İslamın bir kolunun yeraltına çekilip, şiddeti yöntem olarak seçeceğini (Hizbullah’tan söz ediyorum), ana damarınınsa sosyalizmin boşalttığı alanı doldurup toplumun antikapitalist tepkisini kullanarak iktidar olabileceğini söylediğimde düşünmüştüm… Bazıları Fay Kırığı üçlemesiyle bir çeşit kahinlik yaptığımı söylüyor. Eğer varsa, kehanet 1993 de yazdığım Yürek Sürgünü’nde aranmalı. O romandaki Halit karakterinin söyledikleri neredeyse bire bir gerçekleşti.

V.K. –  Son romanınızın teması ise Kürt sorununa odaklanmış. Bu topraklarda Kürt meselesi konusunda umut veren ilerlemeler kaydedilmesi çok mu zor sizce? Bunca yıldır barışa engel olan şey nedir? M.E. –  Rojin, Türk-Kürt çatışmasının yanı sıra, savaş ve savaşan insanın trajik açmazı üzerine bir roman olarak tanımlanmalı. Kürt sorunu olarak adlandırdığımız sorun neden çözülmüyor? Çözülmüyor çünkü özgürlüğe ilişkin haklar asla bedelsiz verilmiyor. Egemen olan, statünün devamını istiyor. Nereye kadar? Bu engellemeyi güç kullanarak başaramıyacağını anlayana dek. Şimdi o noktaya geldik. İki taraf da bu sorunun savaşla çözülemeyeceğini anlamış ötekinin savaşma azmini kırmış ya da aşındırmış durumda. Sonunda barış olacak. Bu kaçınılmaz bir sonuç. Çünkü bütün savaşlar sonundaki barış için yapılır.  Bu barışı geciktirmek sadece faturayı kabartır.

V.K. – Edebiyatın sözünü ettiğimiz fay kırıklarının yok edilmesi adına nasıl bir rol oynayabileceğini düşünüyorsunuz? Edebiyatçının görevi nedir? M.E. –  Edebiyat estetik bir uğraştır. Bildiğiniz gibi estetik sözcüğü eski Yunanca’da ‘bütün duyular açık olarak’ demektir. Edebiyat işte bu nedenle farkındalıkları arttırmak, toplumsal vicdanın derinleşmesini sağlamak için çok etkili bir uğraştır. Hugo, edebiyatı ‘toplumsal bir eylem’ olarak tanımlar. Edebiyat, var olan eşitsizlikleri belirginleştirmek, var olan yaraları deşmek, kanatmak, açığa çıkarmak için vardır. Romanlar bizden uzaktaki yıkım ve trajedileri yakınımıza, yüreğimize taşıyarak savaşın gerçek yüzünü ortaya koyar. Sanatın amacı evrensel bir vicdan yaratmaksa, edebiyat bunun için iyi bir araçtır. Bazen savaşın anlamsızlığını, acımasızlığını bir tablo, bir şiir ya da bir romandan daha iyi ne anlatabilir. Guernica, Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok gibi…

V.K. –  Çok çalışkan olduğunuzu biliyoruz, peki Mehmet Eroğlu neden yazar? 15 yıldır seminerler veriyorsunuz, hızınız hiç eksilmiyor. Ankara’da okuduğum yıllardan şahidim ben buna. M.E. –  Yazmak için bir çok neden sıralanabilir. Ama önce insanın içinde ısrarlı, onu yazmaya iten, hatta mecbur eden bir kaynak olmalı. Bu kaynakların en uzun ömürlüsü acıdır. Acı bilincimizi keskinleştirir, insanları, nesneleri kavrayıp anlamamızı sağlar, bizi sahici kılar. Eğer başka varlıkların acılarına duyarlıysanız ve adaleti tutkularınızın tanrısı kılmışsanız yazmak etkili bir eylem biçimi olarak karşınıza çıkar. İşte size benim için geçerli olabilecek bazı tanımlar: Yazmak, insanın kendine yönelttiği dikkatten doğar ve hayatımızı edebiyata bağışlamak hatta adamak anlamını da taşır. Yazmak kimsenin görmediği görse de farkına varmadığı insan manzaralarının ressamı olmaktır. Ben bu tanımlara inandığım için 15 yıl önce bir gün kendime bakıp, artık başka hiç bir şeyle uğraşmadan kalan zamanımı edebiyata adamaya karar verdim. O günden bu yana da bu kararıma sadık kaldım. Haftada iki bazen üç gün edebiyat işliklerinde ders veriyor kalan zamanda da yazıyorum.

V.K. – Son olarak, sizi Ankaralı bir yazar olarak tanımlamama izin verin lütfen. Bu durumda 60’lı yıllardan başlayarak uzunca bir dönem sürdüğü gibi, Ankara bir Rönesans yaşayabilir mi? Bu durum başka şehirlere, ilişkilere toplumsal planda bir öncülük edebilir mi, ne dersiniz? M.E. –  Galiba 13 ya da 14 roman yazdım. Bunlardan sadece ikisi Ankara’da geçiyordu. Ankara’da yaşamakla Ankaralı romancı sayılmak ayrı şeyler olsa gerek diye düşünüyorum. Ben kendimi hep denizlere yakın bir romancı olarak düşünürüm. Romanlarımı hep yazın 3 ayı geçirdiğim Karaburun’da tasarlar ve son bölümü orada yazarım. Ankara’nın toplumsal öncülüğüne gelince. Ben konuyu sadece ODTÜ ile sınırlı tutayım. 1971’d eODTÜ’den mezun olurken sıkıyönetim mahkemesinde yargılandığımdan kavulma raddesine gelmiştim. Aynı üniversite bana 30 yıl sonra bir yazar olarak onur ödülü verdi. ODTÜ Türkiye’de bir çok konuda öncülük etmiştir. ODTÜ ülkemizin vicdanıdır.

Vatan Kitap Rojin