Söyleşiler

Arzu Şahin – Rojin, Fay Kırığı üçlemenizin son kitabı olmasına rağmen asıl hikayenin başlangıcını  oluşturuyor. 1993’te Şemdinli’de yaşanan savaşı tüm gerçekliği ile bize anlatıyor. Romandaki  mekanlar, insanlar, olaylar o kadar gerçek ki okurken bazen bir anı kitabı okuduğunuzu  düşünüyorsunuz. Bu gerçekçi atmosferi oluşturmak için nasıl bir hazırlık yaptınız? Mehmet Eroğlu – Rojin’in yazılma serüveni aynı zamanda bir araştırma, okuma ve biriktirme serüveni. Fay Kırığı Üçlemesinin bu son romanı (tarihler düşünüldüğünde aslında ilk kitap olarak da okunabilir) için 30 yakın anı ve roman okudum. Yüzlerce sayfalık anlatı derledim, savaşın iki tarafında da bulunmuş kimselerle konuştum. Çatışmaların geçtiği yerlere ilişkin binlerce fotoğraf biriktirdim. İki tarafın kullandığı silahlar hakkında bilgi toplamak da ayrı bir araştırma konusuydu. Tabii araştırmaya, yöreye ait bitki, böcek vb gibi ayrıntıları da eklemeliyiz. Coğrafyayı, dağları, ovaları, vadileri özellikleriyle tanımaksa ayrı bir uğraştı.

A.Ş.-  Roman başladığında askerlerin ve gerillanın hayatlarını tanımaya başlıyoruz. İki yapı da kendi  içinde birbirinden farklı karakterleri barındırıyor. Cenk gibi beyaz türk ve avcı ruhlu olan da var asıl kahramanımız Mehmet gibi hayatta yırtmaya çalışan şair ruhlu genç adam da. Saldıray gibi milliyetçi olan da var Altan gibi sosyalist olan da. Gerilla saflarında ise Rojin gibi edebiyat aşığı şehirli kadın da var, Reşo gibi savaşmaktan başka şey bilmeyen köylü adam da. Bunca farklı insanı biraya getirirerek minik bir Türkiye portresi çizmeye mi çalıştınız? M.E. – Romanların odağında her zaman insan olur. Savaşlar da zaten trajik bir varlık olan insanı daha da trajiik kılar. İnsan seçimi bu yüzden önemli. Savaşanların arasına farklı kahramanlar yerleştirilmesinin ilk amacı farklı dünya görüşüne sahip insanların savaşa bakışını sergilemek. Tabii bu karakterlerin üçlemenin ilk iki romanında da yer aldığını da unutmamalıyız. Gerilla’nın arasına Rojin’i yerleştirmenin bir amacı da savaşa ilşkin değerlendirmenin dağda savaşanlar arasında entellektüel seviyesi yüksek bir tarafından dile getirilme isteğiydi.

A.Ş.-  1993 yılında yaşananlarla ilgili bugüne kadar pek çok siyasi kitap yazıldı. Hatta o dönem için “adı konulmamış darbe” kavramı kullanıldı. Bu kadar insana dokunan bir kitapta siyasi olayları çok iyi yedirerek veriyorsunuz. Bunu yapma amacınız bize hep ihanet eden belleğimizi diri tutmak olabilir mi? M.E. – Romanın odağında insan vardır ama yazar kahramanlarını toplumsal bir platformun içinde, çevresiyle birlikte ele alır. Durum böyle olunca o döneme ilişkin siyasi olayların da romanda yer alması gerekiyordu. Bu olayları romana yedirerek bir anlamda tarihe not düşmüş olduk. Unutmayın roman geleceğe gönderilmiş bir mektuptur. Yıllarca sonra okuyanlar 90’ların Türkiye’si hakkında epeyce bilgi sahibi olacaklar.

A.Ş.-  90’lı yıllarda yaşanan faili meçhul cinayetler bugün de zaman zaman gündeme geliyor. Mesela son olarak Bahtiyar Aydın cinayeti var. Kitapta da yer alıyor. Olayın yeniden medyada yer aldığını görüyoruz. Bir de hep “geçmişle yüzleşmek” kavramından bahsediliyor. Sizce bu yüzleşme yapılacak mı? Ya da şöyle soralım ölümlerle ve savaşla yüzleşmek gerçekten mümkün mü? M.E. – Bu bir gün mutlaka gerçekleşecek. Şöyle ya da böyle…

A.Ş.-  Silah isimleri, jetler, uçaklar, roketatarlar… Gerilla ve askerin karşılaştığı anlar. Savaşı filmlerdeki gibi hissettirerek veriyorsunuz… Bunun yanı sıra savaşla ilgili birbirinden farklı ve bir o kadar güzel tanımlamalar yer alıyor romanda. Size şimdi sorduğumda savaşın tanımını nasıl yaparsınız? M.E. – “İyi savaş, kötü barış yoktur.” Franklin böyle demiş. Soruya Rojin’de yazdığım bir cümleyle cevap vereyim: İnsanın savaştan elde edebileceği tek şey hayatta kalmak, belki biraz da kendini tanımaktır….

A.Ş.-  “Bu savaş savaşan taraflardan birinin savaşma arzusunun sona ermesiyle bitecekti” diyor Zeynep namı diğer Rojin. Bir yıla yakın süredir istatistiklerde birer sayı olan genç ölüler gelmiyor dağlardan. Sizce savaşma arzusu bitti mi artık? M.E. – İki tarafın da savaşma isteği aşınmış görünüyor. Şunu da unutmamalıyız. Her savaş, sonundaki barış için yapılır. Şimdi savaşı sürdürmenin, elde edilecek barışa değmeyeceği fark edildi.

A.Ş.-  Mehmet’in ilk kez birini öldürdüğü anı anlatırken “önce öldürüyor, sonra pişmanlık duyuyordu. Bir süre sonra pişmanlık duyabildiği için şükretti” diyorsunuz. Mehmet’in pişmanlığına şükretmesi sizce neyin göstergesi? M.E. – Savaşın neden yapıldığı savaş başladıktan kısa bir süre sonra kaybolur ve olay hayatta kalma mücadelesine dönüşür.  İnsan, ölmemek için öldürmek zorunda kaldığı bir açmaza sürüklenir. Mehmet pişmanlık duyarak, bu davranışıyla hâlâ insanca duygular taşıdığını fark ediyor, insanlığını hissettiği için şükrediyor…

A.Ş.-  Milliyetçiliğiyle pek çok kişinin varlığını temsil eden Saldıray’ın hayali, karla kaplı dağları tamamen PKK’dan temizlemek ve 20 yıl sonra oğluyla o dağlarda kayak yapmak. Savaşarak kimse o dağları temizleyemedi. Barış kalıcı olduğunda Trabzonlu bir babanın oğluyla Şemdinli’ye kayak yapmaya geleceğini düşünüyor musunuz? M.E. – Neden olmasın. Barış geldiğinde o coğrafya eşsiz özellikleriyle öne çıkacak: On binlerce   yıllık  kalıntılar, nesli tükendi denilen Pinti’ler (Anadolu Leoparı), görkemli dağlar…

A.Ş.-  İstanbul’dan kalkıp Şemdinli’ye savaşmaya gelen Rojin edebiyatı ve tabiki eski sevgilisi Nusret’i birer hayalet olarak hep yanında taşıyor. Yazar olan Nusret’in Rojin’e bir zamanlar edebiyat adına söylediği sözler okur için ders niteliğinde. Bir yazara sorulmaması gereken sorulardan olduğunu bilsem de merak ediyorum. Nusret’in sizinle yakınlığı ne kadar? M.E. – Ben, neredeyse her romanımda edebiyat, yazmak, yaratıcılık gibi konularda görüşlerimi araya sıkıştırıyorum. Öyle ki, önemli saydığım bu saptamalar, tespitler sonradan romanlardan bağımsız bir kitap gibi derlenebilir. Nusret’in benim ağzımdan konuşuyor. Düşünceleri benim, bedeni, romandaki rolü kendine ait.

A.Ş.-  Rojin’de mayınlara basarak kolunu bacağını ve gözlerini kaybeden Yakup hikayenin daha sonraki bölümlerinde merkeze oturuyor. Yakup muhafazakar bir aileden geliyor ve başına gelenleri kabullenmekte zorlandığını sonradan anlıyoruz. Savaş gazisi Yakup’un yarım kalmış bedeni ve hayalleri yerini bambaşka bir anlayışa bırakıyor. Yakup’un hayatla ve tanrıyla kurduğu ilişki adalet kavramını sorgulatmak için mi? M.E. – Yakup’un açmazını kısaca şöyle özetleyebiliriz: Allah’ın neden mayını Altan gibi bir zındığın (onun görüşü) değil de onun ayağı altında patlattığını soruyor kendine. Ayhan aynı yerden, ondan bir dakika önce geçiyor oysa. Vardığı sonuç şu: Allah kendine yakarandan çok, kul hakkını çiğnemeyen, insanlar için kendini feda edenleri kolluyor. Fay Kırığı’nın ilk iki romanı Mehmet ve Emine’de ele alınan konu da bu zaten.

A.Ş.-  Ve romanın belki de en dokunaklı son sahnesi. Mağarada karşılaşan bir asker ile gerillanın birbirinin hayatını kurtarmak için yaralarına işemesi… Mağara metaforu ve işeme eylemi… O sahneyi kurgularken ve yazarken tam olarak ne hissettiniz? Size o sahneyi yazdıran duygu ne oldu? M.E. – “İnsan kalmak, düşman olmaktan daha kolaydır…” Romanın bu kilit cümlesini dramatize edecek bir olay, bir sahne tasarlamıştım. Aslında Rojin’in son on sayfasını daha üçlüyü yazmaya başladığım 2006 yılında yazmıştım. Ben her zaman sonu, hatta son cümleyi bilerek yazmaya başlarım.

A.Ş.-  Mehmet ve Emine ise 2000’li yıllarda Türkiye’nin fotoğrafını çekiyor. Rojin’deki Türk-Kürt karşıtlığı bu kitaplarda müslüman-laik, sosyalist-kapitalist çatışması olarak var. Muhafazakar kesimin iktidar ve parayla olan ilişkisini sorgularken sosyalizm ve islamı bir araya getiren bir modele geliyorsunuz. Sizce geniş kitleler tarafından kabul görecek böyle bir evlilik mümkün mü? M.E. – Bilemem. Ama edebiyat-sanat hayal eder, hayat sonradan doğrular. Hayal edilen her şey mümkündür. Cevabı Fay Kırığı’nın ikinci cildi Emine’nin son satırlarıyla, Stendhal’in sözleriyle toparlayayım. “Hangi büyük iş vardır ki, başlangıcında aşırı sayılmasın…”

A.Ş.-  Son olarak savaşın romanını yazan bir yazar olarak 16 Kasım 2013’te Diyarbakır’da Barzani ve Şivan Perwer’i Başbakan ve bakanlarla aynı karede gördüğünüzde ne hissettiniz? Türkiye barışa ne kadar yakın size göre? M.E. – Geçmişte olduğundan çok daha yakın olduğuna hiç kuşku yok. Peki, ne kadar yakın? Onu kestirmek mümkün değil. Sözler iyi, güzel. Ama ben Malraux’un dediği gibi insanların ne dediğine değil, ne yaptığına bakarım. Yine de umutlu olmak gerekir diye düşünüyorum.

A.Ş.-  Rojin İbo ile Şivan’ı sahnede düet yaparken görseydi ne hissederdi? M.E. – Şaşırırdı herhalde. Kuşkulu, ihtiyatlı bir iyimserlikle belki onlara eşlik de ederdi.

A.Ş.-  Bir gün barışın romanını da yazmak ister misiniz? M.E. – Savaşı yazmak, savaşın yıkımlarını sergilemek, barışı yazmaktır aslında. Savaş hakkındaki   romanlar farkındalığımızı arttırır. Bir Guernica bin barış çığlığı kadar etkilidir.

Star Gazetesi, 2013 Arzu Şahin