Söyleşiler

P.E. –“Kusma Kulübü”nün girişinde Graham Greene’nin “Sessiz Amerikalı”sından bir alıntı var: “İnsan eğer insan kalacaksa, taraf tutmak zorundadır.” Siz hangi tarafı tutuyorsunuz?M.E. –  Sekiz romanım ve 1. Şube’de hiç silinmeyen sicilim hangi tarafta olduğumu yeterince gösteriyor sanırım. Soruya bir anıyla cevap vereyim. 1969’da izinsiz bir mitingi dağıtan frukolardan (o zaman toplum polislerine böyle denirdi) kaçarken ara sokaklardan birinde bir grup arkadaş yirmi kadar öfkeli fruko tarafından sıkıştırıldık. Yanımızda kızlar da vardı. Hemen elle tutuşarak olayla ilgimiz yokmuş gibi yürümeye başladık. Ekip başı nedense beni seçip, durdurdu. Mitinge katılıp katılmadığımızı anlamaya çalışıyordu. Birkaç soru ve kimlik tespitinden sonra birden, turnusol kağıdı gibi bir soru bulmuş gibi, “söyle lan,”  dedi. “müslüman mısın?” Ben kızların dayak yemesini ve gözaltına alınmasını önlemek için hemen eveti yapıştırdım. Fruko başı da  aynı anda copu kafama indirdi. İmtihanı geçememiştim. Meğerse “Elhamdülillah Müslümanlım” demem gerekirmiş. Üç yıl sonra, 12 Mart’ı izleyen günlerde, sıkıyönetim savcısının karşısındaydım. Savcı art arda, hiç durmadan aynı soruyu tekrarlıyordu:  “Söyle bakalım, komünist misin?”  Amacı yıldırmak ve evet cevabının ucunda demoklesin kılıcı gibi sallanan 7.5 yılla korkutmak, hayır, cevabı alabilirse de karşısındakini hayatı boyunca taşıyacağı bir utanca mahkum etmekti. Derin bir nefes alıp, “Elhamdülillah komünistim,” dedim. Bugün de elhamdülillah yoksulların tarafındayım.

P.E. –“Kusma Kulübü”  diğer kitaplarınızdan farklı ne gibi özellikler içeriyor size göre? M.E. –  Bunu eleştirmen ve edebiyat tarihçilerine bırakmak gerekir diye düşünüyorum. Ama şunu ekleyebilirim. En öfkeli ve temanın öne çıktığı romanım.

P.E. – Kitabın çeşitli yerlerinde, 3 Kasım seçimlerinin ve Irak savaşının arifesinde yazıldığını düşündüren bölümler var. Sözünü ettiğiniz öfkenin nedeni, romanın yazılma sürecindeki siyasal atmosfer mi, yoksa zaman içindeki birikim mi? M.E. –  Uzun zamandan beri bir defter tutuyorum. Kabı kara değil, ama siz ona kara kaplı defter deyin. O deftere gün boyu aklıma gelen düşünceleri, cümleleri, yazdıklarımla ilgili notları ve bir de beni öfkelendiren –az da olsa mutluluk veren- olayları, açgözlülükleri ve özellikle insanlık suçlarını not ediyorum. Çünkü toplumsal belleğimiz zayıf, hemen unutuyoruz. Sözünü ettiğiniz bölümlerin çıkışı noktası o notlar. Tabii notların çoğu romanın kurgusuna oldukça uygundu. Eskiden bizi Moskof casusu diye suçlarlardı. Polisin içinde buna gerçekten inanlar vardı. Bu yüzden özel eziyet edilirdi solculara. 1970 ve 1980 de 2 faşist darbe yapıldı, yüzlerce komünist öldürüldü onlarcası da asıldı. Ama bir tane bile Rus casusunun varlığı kanıtlanamadı. Peki Irak savaşı öncesinde dönemin başbakanı Bay A. Gül ne diyordu. “Amerikanın Irak savaşına Türkiye’nin de katılması için lobi yapmak amacıyla bazı gazetecilere milyonlarca dolar dağıtıldı…” Biz ne Ruslardan ne de Çinlilerden para  aldık. Kimlikleri ayan beyan ortada olan bazı gazeteciler –başbakanın istihbarat raporlarına dayanarak söyledikleri ortadayken- Amerikalılardan para almadık diyebilirler mi acaba? Ah eski polisler olacaktı; bakın nasıl da aydınlatırlardı(!) konuyu.

P.E. – Madem söz seçimlere geldi, 28 mart seçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz? M.E. –  Önce 4 Kasım seçimleri hakkında bir iki şey söylemek istiyorum. Öncelikle seçimi baştan sona bir batı operasyonu olarak gördüğümü belirtmeliyim. Elde meşruiyet kazanmak için batının her dediğine evet demeye hazır AKP vardı, (Özal gibi) İktidar, medya ve iş alemin de katılmasıyla bu partiye verildi. Sonuçlara değil de bunun nasıl gerçekleştiğine bakarsak iktidarın AKP ye altın tepsi içinde ikram edildiğini söyleyebiliriz. Bu ikramın ardında 2 yönlü korku ve kof ödleklik var. Birincisi, solun ve Kürt hareketinin önünü kesmek için faşist generallerce12 Eylül anayasasıyla konan %10’luk baraj, ikincisi Irak savaşı öncesi MHP’nin, daha ilk yoklamada ‘aman bizi iktidardan atacaklar yolundaki’  korkusu. MHP, karşı durmak yerine korkusuna teslim oldu. Yoksa bir iktidarın kendisi için bu denli dezavantajlı bir konumda seçime gitmesini nasıl açıklayabiliriz? Politik hayatımızda 2 adet, beceriksizlik abidesi sayılabilecek lider var. 1970’ lerde  Demirel’i parti içi darbeyle iktidardan düşüren Bozbeyli ve günümüzün MHP lideri D. Bahçeli. İkisi de ellerindeki kozları inanılmayacak bir politik körlükle tüketen iki adam. Çünkü ikisinin de söyleyecek sözleri, topluma verecekleri bir şey yoktu. Seçimlerin bir diğer sonucu da sosyal demokratların Türkiye’de daha uzun süre söz sahibi olamayacaklarının kanıtlanması oldu. 28 Mart’a gelince: Önce AKP’nin aldığı sonuç doğal. İktidarların genel seçimlerden sonra  ilk yerel seçimlerde oylarını arttırması normal. Bence AKP tahminlerin altında oy artışı sağladı. Sosyal Demokratlar hakkında bir şey söylemiyorum; önemli olan solun durumu. Demek ki etnik kökenli politikaların üstüne sosyal demokrat sosu dökmek güç birliği sağlamıyormuş. İlkeler ve amaçlar farklı olunca güç birliğine kitleler inanmıyor. Kürtler bile inanmadı; oyları azalması bunu kanıtlıyor. Ama tabii asıl dramatik olan solun durumu. Sol kitlelerle organik bağ kurmadığı, kitlelerle arasındaki uzaklığı kol boyuna indiremediği ve kendini bir iktidar alternatifi olarak sunamadıkça durum pek değişmeyecek gibi.

P.E. – “Kusma Kulubü”ndeki gazete haberleri kurmaca mı, gerçek mi? Gerçekse, o haberleri okuduğunuzdaki ruh halinizden biraz söz edebilir misiniz? M.E. –  Hepsi gerçek, özellikle de bebek ölümleriyle ilgili olanlar. Hala adlarını hatırlıyorum o bebeklerin. Sınıfta nasıl bir roman yazmakta olduğumu  söylediğimde bir öğrencim konuyla ilgilendi ve romanda kullandığım bazı haberleri de o buldu. Getirdiği gazete kupürlerinin bazılarında gözyaşlarının geride bıraktığı lekeler olduğunu hatırlıyorum. Aslında yaptığım herkesin gözü önünde olup bitenleri yan yana getirmek ibaretti.

P.E. – “Kusma Kulübü”nde, elinize sağlık, sert bir medya eleştirisi de var. Bir okur olarak gazeteler sizde nasıl bir duygu bırakıyor?  Ve daha “nesnel” bir değerlendirme yaparsanız, neler söylersiniz? M.E. –  Aslında sorun artık gazeteler, ya da gazetecilik değil. Bir ikisi dışında yüksek tirajlı gazeteler aslında ülkenin büyük sermaye gruplarının kontrolunda. Yani artık gazetelere gazetecilik ilkeleri değil, sermayenin öncelikleri, çıkarları yol gösteriyor. Ünlü gazetecilere bakın, çoğu kimlerin tetikçisi, nelerin takipçisi, neden savaş çığırtkanlığı yapıyorlar?  Neredeyse hepsi zengin; genel yayın yönetmenleri arasında açık açık milyon dolarlık servet kazanmaktan söz edenler var. Bu nedenle de çoktandır toplumun, ülkenin çıkarları diye bir şeyden söz edilmiyor. Varsa yoksa sermayenin çıkarları. İktidar yalakası, tetikçi, iş takipçisi, pentagon sözcüsü… Bunlar benim öfkeli sözcüklerim değil. Bazı basın mensuplarının bazı meslektaşlarına yönelttiği suçlamalar. Bu sözlere ekleyecek başka ne olabilir ki?

P.E. –  Romanlarınızda, vicdan, mutsuzluk, sevgisizlik, onur, pişmanlık, acı ve yalnızlık gibi kavramları sürekli sorguluyorsunuz. “Kusma Kulübü”nün bir yerinde, “İnsanları sevmek için kimseye söz vermedim” (s.36) derken bir başka yerde de, “Bana sorarsan mutluluk zararlı; uyuşturucu gibi alışkanlık yapıyor” (s.37) diyorsunuz. Biraz önce hangi tarafta olduğunuzu söylemiştiniz, o “taraf”la bu cümleler arasında ilişkiyi merak ettik doğrusu… M.E. –  Öncelikle, bir kahramanın bir tek cümlesinden hareketle romanın tümü, ya da yazarın görüşü hakkında kesin bir sonuca varılamaz. Ayrıca, insanları sevip sevmemekle, insanlığı sevip sevmemek aynı şey değildir. İnsanlık, insanlardan daha geniş, daha yüce bir kavramdır. Son olarak da şunu ekleyebilirim sanırım: Bir yazarın ustalığı kahramanlarına yaptığı eziyet, onları içine sürüklediği açmazlar ve karşı karşıya bıraktığı zor seçimlerle ölçülür. Bu da unutulmamalı. Shakespeare ve  Dostoyevski’yi hatırlayın. Mutsuzluğa gelince, edebiyat için gereken mutluluk değil, mutsuzluktur. Çünkü yaratıcılığın ve değiştirme arzusunun ardında çoğu kez bu rahatsızlık vardır.

P.E. –  Sizi roman yazmaya iten ne oldu? Yazarlığınızı nasıl tarif ediyorsunuz? M.E. –  Hep insanları, kendilerine tehlikeli sorular sorup bunların ardına takılan, trajik yazgıları olan yalnız insanları yazacağım; içlerindeki insanlık durumlarını keşfetmeye çalışacağım; merhamet ve kıyıcılığın, düşmanlık ve kardeşliğin birlikte var olduğu, insan yaratılışının bu karanlık katmanında dolaşan insanları romanlarımın odağına alacağım. Yazmayı Victor Hugo gibi toplumsal bir eylem fırsatı olarak göreceğim.  Zayıftan ve kaybedenden yana olacağım… Üç aşağı beş yukarı, şimdi böyle formüle edebileceğim buna benzer düşünceler vardı aklımda yazmaya başladığımda. Sanırım kendime verdiğim sözlerinin çoğunu tuttum. İnsan manzaralarının ressamı olmayı başardım. Başaramadın diyen varsa, onlara da şunu söyleyebilirim: En azından böyle bir ressam olmayı denedim; hâlâ da deniyorum. Bir yazar olarak da epeyce olgunlaştığımı söyleyebilirim. Çünkü artık övgülere de eleştiriler gibi aldırmıyorum.

P.E. –  Yevgeni Zamyatin “Silahlara başvurmadan önce sözün gücünü deneyeceğiz” diyordu. Söz bu kadar değerliyse, hayatın değersizleşmesine -tüketim çılgınlığı, ahlaksızlık, onursuzluk, alçaklık vs- karşı yapılabilecek en iyi eylem ya da müdahale biçimini bir yazar olarak nerelerde görüyorsunuz? Edebiyat, söz, Zamyatin’in dediği gibi bir güç mü hala? M.E. –  Bir yazarın en etkili eylemi, toplumsal çelişki ve eşitsizliklerin ortaya çıkmasını sağlamak, üstünün örtülmesini engellemek ve toplumsal vicdanın derinleşmesi için elinden geleni yapmak, farkındalığı arttırmak ve keskinleştirmek olmalıdır. Yazar, bu konuda toplumsal öfkeyi canlı tutan, kışkırtan ve insanlık haysiyetini korumak için elinden geleni ardına koymayandır. Bu açıdan bakarsanız edebiyat önemli bir olanaktır.

P.E. –  Hiç kendi edebiyatınızın, “söz”ünüzün yaşadığınız hayatın önüne geçtiğini düşünüyor musunuz? Kalburüstü edebiyatçıların böyle bir handikabı olduğu yaygın bir kanı… M.E. –  Eğer bir yazar adam öldürmediyse, kahramanları cinayeti övemez, methedemez ya da savaşmamışsa savaşı yazamaz, yazarsa hayatı geride kalır mı? Edebiyatta böyle bir zorunluluk yok. Ama şu var. Eğer bir yazar büyük hayat -serüvene yakın- edinmiş ve acının eğitiminden geçmişse, yazdıkları ötekilerden çok farklı olur. Ben kendimi acının eğitimden geçtim sayarım. Yazdıklarımın hep koyu bir ölüm bilinciyle akmasının nedeni, bana özgü bir okur kitlesinin oluşmasının nedeni de budur. “İnsanın çocukluğu ile insanoğlunun çocukluğu bağdaştırılamaz…” Birebir ilişkilendirilmemesi gereken durumlarda hep bu cümleyi hatırlarım.

P.E. –  Bu Marx’ın bir cümlesi değil mi? Marx’la aranız nasıl? M.E. –  Yıl 1966, lise son sınıftayım, okulun son günleri, felsefe hocamız sınıfta 130  yıl önce, 17 yaşındaki bir Alman gencinin liseyi bitirirken yazdığı kompozisyonu okuyordu bizlere. İnsanlık idealleriyle yoğrulmuş, sıra dışı bir metindi. Okuma bitince hocaya yazarı sordum, kim olduğu değil, neler dediği önemli değil dedi. Hayranlık duyduğum metnin yazarının Karl Marks olduğunu iki yıl sonra üniversitede aynı kompozisyonla karşılaştığımda anlayacaktım… Marksla tanışmam böyle oldu. Hayatım boyunca Marksizmi dünyayı değiştirme projesi olarak gördüm ve bir insanlık ideali olarak benimsedim. Marksizmin önemi bence budur ve bu önem hiç azalmayacaktır. Son tahlilde şunu söyleyebilirim: Aram iyidir.

P.E. –  “Kusma Kulubü”nde, klasik metinlere, mitolojik kahramanlara yapılan göndermeler var. Bu atıflar, metni hem yoruyor, hem de güçlendiriyor gibi. Sanki, Kadir Ladin, Umut Çinici, Selim, Nihan ve diğer karakterleriniz Breus (Rüzgar Tanrısının oğlu), Septimus’un (Roma İmparatoru) Orpheus,  Gregor Samsa gibi kahramanların izdüşümü gibi. Sanki güç ve yalnızlık sembolleri bir nokta aynı yerde duruyorlar. Bunu tercih etmenizin nedenlerini ne? M.E. –  Böyle bir benzetme ve izdüşüm ne kadar doğrudur bilemem. Ama şunu unutmamalıyız. Tragedya kahramanları bütün kahramanların anası, çıkış noktasıdır. Ben romanın ana temasının, yazgısını arayan yalnız insan olduğuna inanırım.

P.E. – “Yazgısını arayan yalnız adam” akla Camus’yü getiriyor. Sever misiniz Camus’yü? Varoluşçulukla aranız nasıl? M.E. –Sarte’ı daha çok severim. Varoluşçulukla aram –eğer varsa- edebiyat çerçevesindedir. Bazı eleştirmenler Zamanın Manzarası ve Kusma Kulübünde alttan akan böyle bir kolun var olduğu görüşündeler.

P.E. –  Kahramanlarınız yalnızlık, acı ve mutsuzluk içerisinde –merkezleri olmalarına rağmen-bir sarkaç gibi sallanıyorlar. Nereye, nerelere çarparlarsa çarpsınlar, kırılmayacak kadar güçlü gözüküyorlar. Yenilgiyi kabul edecek kadar erdemli, dibe battığını bilecek kadar da onurlu ve vicdanlılar. Kahramanlarınızın bütün bunlarla karşı durması sizi yormuyor mu? Ya da: Kahramanlarınızın özelinde, kitabınızın ve sizin kişisel edebiyatınızın genelinde, hayatı savunmak bir onur, bir vicdan meselesi mi? M.E. –  Ben insanları ikiye ayırırım. Hayat edinmiş olanlar, edinememiş olanlar. (Çoğunluk edinememişler kategorisine dahildir ne yazık ki) Yazarken ve yaşarken ilgilendiklerim de hep hayat edinmiş, daha çok da bu yolda çaba göstermiş, göstermekte olanlardır. Bu yüzden bir insanı insan kılan, insan yapan, insan kalmasını sağlayan olay, olgu ve kavramlara ilgi duymamı yadırgamazsınız sanırım. Çok önemsediğim bir yazar olan Buzatti’nin “Tatar Çölü’nden bir alıntı; hayatı boyunca beklediği kahraman olma  fırsatını hastalandığı gün eline geçirebilen Drogo’nun sözleri: “Cesaret Drogo; son kozun bu, ölüme karşı askerce git ve başından yanlış başladığın hayatın bari iyi sona ersin… Gölgenin sınırını emin adımlarla aş, geçit törenindeymiş gibi dimdik git ve becerebilirsen gül de…” Ölürken de hayatı savunmak. İşte ben buna onurlu ve vicdanlı bir ses derim.

P.E. –  Sizinle daha önce yaptığımız söyleşide, “Hala toplumsal acıları ve gerçekleri kovalıyorum derken”, son iki romanınız için şu saptamaları yapmıştınız: “Yüz: 1981. 12 Eylül sonrası genç insanları mercek altına alırken aynı zamanda da sıradanlığın kesin bir eleştirisini yapıyor. Zamanın Manzarası ise son on yılımızın panoraması” demiştiniz.(Cumhuriyet Kitap Sayı:695)  Buradan hareket edersek, “Kusma Kulübü” romanınızın daha genel anlamda nasıl tanımlarsınız? Okuyucu size göre bu kitapta hangi noktaya odaklanmalı? M.E. –  Vicdana odaklanmalı; sığlaştırılmak istenilen toplumsal vicdanımıza.

P.E. –  “Vicdan”ı nasıl tanımlıyorsunuz? Bir yandan metafizik bir kavram gibi. Bir yandan da, “bilinç”le akraba. Hele Batı dillerinde, bu iki kavramın yazımı neredeyse aynı. Vicdan ve bilinç ilişkisini siz nasıl yorumluyorsunuz? M.E. –  Vicdanın Latince kökeni bilmekle eş anlamlı, İngilizce’de ise bilinçle. Yani çıkış olarak birbirine yakın kavramlar. Edebiyat ve felsefede vicdanla ilgili olarak söylenen çok söz var. Hamlet, ‘vicdan bizi korkak yapıyor, taşınması ağır bir yük diyor’ Eric Fromm ise vicdanı ‘içinden cesaretin fışkırdığı kuyu’ diye niteliyor. Vicdanımızın bütün erdemlerimizin anası olduğu kuşku götürmez. Vicdanı olan önce sezen, sonra bilen ve doğruyu seçendir. Vicdanımız –eğer varsa-  Tanrısal terazimizdir…

P.E. –  İlk kitabınızdan beri “kemik” bir okuyucu kitleniz var. Ama ilk romanınızdan bugüne kadar da değişen bir okuyucu kitlesi var. Zaman zaman onlarla karşı karşıya  oturduğunuzda siz kendi okur kitlenizi nasıl görüyorsunuz? M.E. –  Ben hocalık yaptığım edebiyat işliklerinde katılanlara ilk gün şunu söylüyorum. “Okuyun, ama kitap değil, yazar okuyun…”  Sonra her kitabını birkaç kez okuduğum yazarlardan söz ederek, bazıları için, “telefon rehberi yazsa okurum,” diyerek yazar okumaya verdiğim önemin altını çiziyorum. Okurlarımın önemli bir kısmının –tıpkı benim yazarlarıma duyduğum güven gibi- ne yazsam okuyacaklarını biliyorum. Okur kitlemin profilinin, politik eğilimlerinin zaman içinde farklılık gösterdiğinin farkındayım. Ama okurlarımın özü hiç değişmiyor; onlar romanın odağında insanla ilgili sorunlar arayan, zamandan bağımsız karakterleri seçebilen okurlar. Ülkü Karaosmanoğlu bir gün bana şuna benzer bir şey söylemişti: “İyi ve kutsal kitaplar zamansızdır…” Eğer böyle romanlar yazmayı hedeflerseniz okurlarınız değişse bile, okurun eğilimi değişmez. Geleceğe kalmak, geleceği de gözeterek yazmak da bu değil midir?

P.E. –  Geri dönüp kendi romanlarınıza baktığınızda, Türkiye edebiyatının gelişim çizgisi içerisinde kendi romanlarınızı nasıl değerlendiriyorsunuz? M.E. –  Doğrusunu söylemek gerekirse bu benim işim değil. Yönüm geçmişe değil, geleceğe dönük. Bir romancı olarak geçmişim bana gelecek olanağı verecek kadar sağlam duruyor mu? Geçmişim geleceğe uzanan bir köprü olabilecek mi? İşte yıkıcı sorular bunlar. Umarım veriyordur ve uzanır. Ama ben son ana kadar geleceğin kapısına doğru Buzzatti’nin Drogo’su gibi dimdik yürümeye devam edeceğim.

POST EKSPRES ŞUBAT 2004 Ertekin Akpınar-Yücel Göktürk