“Zamanın Manzarası”, Mehmet Eroğlu’nun ilk aşk romanı.
Mehmet Eroğlu’nun 1993’te Bitlis’te bir asteğmen olarak savaşmış kahramanın yaşamı aracılığıyla hayat, ölüm, Tanrı, yazgı, yazı, aşk ve savaş üzerine yazdığı romanı “Zamanın Manzarası” yayımlandı.
“SAVAŞTA ÖNCE ANNENİZİ YİTİRİRSİNİZ”
Sema Aslan – “ZAMANIN Manzarası” nasıl ortaya çıktı? Mehmet Eroğlu – Ne zaman bir roman yazsam birileri – en çok da annem – “Şöyle bir aşk romanı yazsana,” derlerdi. Hep günün birinde ana teması aşk olan bir roman yazmayı düşünmüştüm. “Zamanın Manzarası” öyle çıktı. Ama bizim gibi yazarlar, insanın yazgısını merak eden, o tür konularla akrabalık kurmuş yazarlar, aşkı da yazsalar, yanına başka bir sürü konu koyuyorlar. Bu kitapta yazma üzerine, Tanrı üzerine de epeyce düşünce var.
S.A. – Kitabın en başında Hayata Dönüş Operasyonu’ndan söz etmişsiniz. Oysa kahramanın başı aşkla dertte. Okuru kandırdınız mı? M.E. – Hayır, kandırmadım. Aslında kitabın görünen sonu zamanın içinde orta nokta gibi. Kitap, üç zaman boyutunda yazıldı: Geçmiş, gelecek ve şimdiki zaman. Şimdiki zaman, 2000’in sonunda denk geliyor ve bu tarih kitabın sonu gibi görünüyor. Aslında kitabın sonunu getiren bir anlamda bütün olayı özetleyen ve psikiyatra yazılmış mektup. Oysa mektubu bir kenara koyarsanız kitabın sonundan daha sonrası kitabın başında var. Ama kandırmak gibi bir niyetim yoktu; ayrıca okuru kandırmak da kurgusal anlamda kötü bir şey değil.
S.A. – Roman içinde bir başka roman da var aynı zamanda. Bunu, romanda çok boyutluluğu sağlamak için mi tercih ettiniz? M.E. – Kitap, düz yazılacak olsaydı 1998-2002 arasında bir kişi anlatılacaktı; savaşmış, savaştan sonra bir roman yazmış, savaşın yükünü taşımakta zorlanmış, bunun için belli bir dönemde bir psikiyatristle konuşmalar yapmış –ki bu geçmişi-, sonra bir kadına âşık olmuş-şimdiki zaman-ve aşkını izlerken bir sona varmış-gelecek zaman-. Kurgu nedeniyle, üç zaman boyutunda yazıldı.
S.A. – Romanın ana kişisi Barış ‘93’te Bitlis’te savaşmış. Fakat yaşamı boyunca itilmiş ve yalnız kalmış. M.E. – Savaş, herkesin kolay kolay anlayabileceği bir şey değil. Çok anlamlı olduğunu söylemek zor. Bütün o büyük görüntüsünün içinde absürd bile sayılabilir. Savaş, insanları hemen ikiye ayırır; bu işi yapabilecek olanlar ve yapamayacaklar, bu işe alışabilenler ya da alışamayanlar. Dolayısıyla savaşmaya giden herkes orada değişik, daha önce bilmediği bir “kendi” ile karşılaşıyor. Silahlı çatışmanın olduğu her anda ölümün ikizisinizdir. Orada karşılaşılan “ben”, siperlerden düze indiğinizde katlanıp katlanamayacağınız “ben”dir; çoğu insan katlanamaz. Hele öldürenin katlanması çok zordur.
S.A. – Katlanamayanların tepkileri de romanda görüldüğü üzere farklı şekillerde çıkıyor karşımıza. M.E. – Kimisi hiç konuşmuyor, kimisi saldırganlaşıyor, kimisi kapalı mekanda yatamıyor. Ama savaşta herkes önce annesini yitiriyor; çünkü acımayı yitiriyor. Sonra masumiyeti… Geçmişi çok sert olanla; orada çözülebiliyorlar. Bu dağlarda bir hafta bile yaşayamaz dediğiniz biri sonuna dek yaşayabilir. Savaşın ne olduğunu anlamak çok zor.
S.A. – Barış, bir asteğmen, aynı zamanda yazar. Kahramanınızı biçimlendirirken onu yüksek dozda çelişki ile donatmışsınız. Barış, daha baştan ölüme mahkûm edilmiş değil mi? M.E. – Evet, 16 yaşına kadar, tren istasyonunda babasının bir trenden ineceğini düşünüyor. Ve babası bütün o yılların sonunda yine bir gün trenden inmeyince artık beklemekten vazgeçiyor. Oradaki en trajik durumlardan biri bence budur. Aslında çocuğun hayatı bir anlamda orada, 16 yaşında sona eriyor. Zaten roman boyunca da bir hayat edinmekten söz ediyor. “Hayat edinmek” ten kast edilen ne olsa gerek? Belki kök edinmek. Varlığını anlamlı kılacak birileri olmalı. Bir de Barış edebiyata yatkın değil. Her savaş insanı eninde sonunda yazar olmaya iter; kimisi bunu becerir kimisi beceremez. Kimisi kabuslar görür, kimisi kabuslarını yazıya döker. Dolayısıyla oraya gittiğinde yazıyla bir ilgisi yok ama aşağıya indiğinde artık yazmak için bir nedeni var. Kitapta da söylüyor; “Yazmak için üç önemli neden var: Yalnızlık, pişmanlık ve boğuluncaya kadar içme isteği”. Bunların üçü de var.
S.A. – Bir asteğmenin gözüyle olup biteni okuyor olmamız o döneme farklı bir yerden bakma ihtiyacından mı kaynaklanıyor? M.E. – Hayır, ben savaşın taraflarını çok önemsemiyorum. Savaşın çok büyük bir kazan olmasıyla, insanlığın bazı değerlerini tuz buz eden bir arena olmasıyla ilgileniyorum. İnsan yazgısını birkaç durumda araştırabilir: Okyanuslarda, savaşlarda ya da çok uzun yolculuklarda. Yaratılışının karanlık taraflarını o zaman keşfetmeye başlıyor. Savaşın anlamı bu.
S.A. – Yazgı, ülkenin yazgısıyla birlikte düşünüldüğünde ne anlama geliyor sizin için? M.E. – Bu ülke, çok uzun zamandır acı çekenlerin, acı çektirenlerin olduğu bir yer. Ülkenin yazgısıyla roman kahramanının yazgısı arasında bir paralellik var mı? Bu ülke sizce intihar mı ediyor? Her gün ediyor ama bir türlü öldüremiyoruz.
S.A. – Barış kimliksiz bir kahraman mı? M.E. – Savaş, kimde kimlik bırakıyor ki? Oraya gittiği zaman eline bir silah veriyorlar ve karşı tarafı öldür diyorlar. “Ben öldürmeseydim onlar beni öldürecekti,” diyor. Bir çoğumuzun siperlerde karşılaşacağı durum bu. Entelektüel duygularla yaklaşamaz savaşa, kaldı ki Barış’ın geçmişi böyle bir değerlendirme yapmaya da uygun değil. Çünkü Barış, yoksulluktan bulaşıcı bir hastalık gibi korkmuş. Solculardan hoşlanmıyor; solculuk yoksullukla akraba onun için.
S.A. – İki önemli kırılma noktası var kitabınızda da yer alan: Atom bombası ve 11 Eylül. Atom bombasının kahramanın üzerindeki etkisi büyük, fakat 11 Eylül bir cümleyle geçiyor. M.E. – Doğum tarihi 6 Ağustos adı da Barış olduğu için savaşmaktan ve atom bombasının atıldığı günde doğmuş olmaktan bir utanç duyuyor. Ama bir başka karakterle, denizciyle yaptığı konuşmada 11 Eylül’den söz ediyor. Denizci, 11 Eylül’ü Şili ile hatırlıyor. Hatırlamakta yarar var; otuz yıl kadar önce 11 Eylül’de Şili’de Amerikalıların neredeyse baştan sona dizayn ettiği faşist bir darbe yapıldı. Binlerce aydın, sendikacı, sanatçı, işçi öldürüldü. Denizci, “Amerika’ya bomba atılması önemli ama Şili’de yaşananlar benim için daha önemli,” diyor.
S.A. – Romanınızın içinde Güneydoğu meselesi ne kadar önemli? M.E. – Roman kahramanının orada savaşmış olması romanın içinde sadece bir durum. Bence ondan daha önemli olan, roman kahramanının başladığı yer ile sonunda geldiği nokta; kahramanın geçirdiği evrim. Romanın kahramanı 16 yaşına dek yalnız yaşamış, kimseye metelik vermeyen biri. Savaşı becermiş ama savaşın sonuçlarını taşımakta başarılı olamamış biri. Bir savaşı unutmanın üç yolu var: İçmek, bir kadına âşık olmak yada yazmak. Başka yolu yok. Barış, yazarak o dönemin izlerini silmeye çalışıyor. Sonra âşık oluyor ve aşk ona dağlarda ve siperlerde unuttuğunu sandığı acıma duygusunu hatırlamasını sağlıyor. Edindiği acıma duygusu onu sonunda yoksullukla buluşturuyor.
“Bir savaşı unutmanın üç yolu var: İçmek, bir kadına âşık olmak ya da yazmak. Başka yolu yok. Kitabın kahramanı Barış, yazarak o dönemin izlerini silmeye çalışıyor. Sonra âşık oluyor ve aşk ona dağlarda ve siperlerde unuttuğunu sandığı acıma duygusunu hatırlamasını sağlıyor. Edindiği acıma duygusu onu sonunda yoksullukla buluşturuyor.”
S.A. – “Zamanın Manzarası” ile yine bu coğrafyanın zamanında bir geziye çıktınız. Bir sonraki durak neresi? M.E. – “Geç Kalmış Ölü”, “Adını Unutan Adam”, “Yarım Kalan Yürüyüş” ve “Yürek Sürgünü” aslında solcuları anlatıyor. “Yüz:1981” ise tam tersi, 1980 sonrası politikadan uzak duran, sıradanlığı bir erdemmiş gibi sunan bir başka tip kentliyi… Bu romanda ise ’90 sonrası var; yine solcu olmayan ama belli verilerle solcu olmaması için hiçbir nedeni bulunmayan bir insan söz konusu. Benim roman anlayışımda hep insan öndedir. Bundan sonra sanırım oldukça eleştirel bir roman yazacağım.
S.A. – Neyi eleştiren? M.E. – Ne gelirse aklınıza. Basın, iş alemi, politika,yazar vs.
MİLLİYET SANAT TARİH : 03 EKİM 2002 YAZAN : SEMA ASLAN