KAPİTALİZM, BAŞKALAŞAN MEDYA VE POPÜLER KÜLTÜR: BU GEZEGENİN EN TEHLİKELİ HASTALIĞIYLA KUSMA KULÜBÜ’NDE YÜZLEŞMEK
Oysaki bizim tek bilmek istediğimiz yoksulların neden yoksul oldukları. Sakın onların açlığı bizi doyuruyor ve çıplaklığı bizi giydiriyor olmasın?
Aynalar, Eduardo Galeano
Ceren Deniz Türkkan
Giriş
Kusma Kulübü, yirmi birinci yüzyılın ilk yıllarında Mehmet Eroğlu tarafından ustaca kaleme alınmış bir eserdir. “Vicdan” temasını büyük bir titizlikle ele alan eser, tepeden tırnağa bir kapitalizm eleştirisidir: Eroğlu, zenginliğin özel bireyler tarafından sahiplenildiği bir ekonomik sistem olan kapitalizmi, yoksulluğun kaynağı olarak gördüğü ve “bu gezegenin en tehlikeli hastalığı” olarak nitelendirdiği bireysel zenginliği, “özel mülkiyet” kavramının üzerinde özenle durmayı ihmal etmeden, öfkeli bir ciddiyetle, gün geçtikçe daha da sığlaşan toplumsal vicdanın sunduğu çerçeve içinde anlatır. Eser, bir bakıma “vicdanın” ve “kapitalizmin” çarpıştığı dev bir arena, bir savaş meydanıdır.
Kimsenin sadece kendine ait bir hayatı yoktur. Vicdansızlar, var sananlardır. Vicdanı olanlarsa, adaleti tutkularının Tanrı’sı yapanlardır. (s. 166)
Bireyin varlık sorunlarının derinliklerine inmeyi kendine görev bilen Kusma Kulübü, ana kahraman “Umut Çinici’nin” serüvenini duru bir anlatımla aktarırken okurun zihninde bir tartışma başlatır. Roman boyunca ana kahramanın trajik dönüşümü tartışma götürmez bir açıklıkla gözler önüne serilir. Umut Çinici, başlangıçta “mutsuzluğuna alışmaktan ibaret” olan hayatıyla hiçliğin pençesine düşmüş bir karakterdir. Karakterin varlık sorunları, dünyadaki yeri ve amacının sorgulanışı kurgusal bir düzlemde okura aktarılır:
O gün oyunculuğumun gerisinde bir şey olmadığını sanmıştım, oysa gerçek çok daha korkutucuydu: Sadece oyunculuğumun değil, var oluşumun ardında da bir şey yoktu. (s. 8)
Toplumun alt sınıfında bulunan ve başarısız bir oyuncu olan Umut Çinici’nin gözü yüksektedir; hayali yüksek çevreye erişmek, gerçek bir medya starı olmaktır. Yolunun Nihan’la kesiştiği noktada, -Nihan, Kusma Kulübü’nün başkanıdır- kendisini magazin dünyasının içinde bulur ve hayaline kavuşur. O, -Kusma Kulübü’nün verdiği ilk görev yoluyla- İstanbul’da yaşayan şöhretli bir köşe yazarının cilaladığı, parlak bir “dadıdır” artık, bir yıldızdır: Vicdanına kulak tıkayan bir yıldız.
Evet, artık bir yıldızdım. Aklı karışmış, midesi bulanan ve kulağına bebek hayaletlerinin ninni fısıldadığı bir yıldızcık. (s. 156)
Dışarıya adımımızı atar atmaz flaşlar yanıp sönmeye başladı. Önce sadece iki muhabir fotoğraflar çekiyordu. Flaşlar ötekileri de uyardı. Taksiye yaklaştığımızda üstümüzde aydınlatma fişekleri gibi flaşlar yanıp sönüyor, kim olduğumuzu çıkaramayan kameramanlar haber atlamamak kaygısıyla birbirlerini iterek görüntü almaya çalışıyorlardı. Gül ve kart satan kızlar da şaşırmışlardı, kimdik biz? Tanımamışlardı. Hem gül hem de kart aldım. Parayı benden önce davranan Aysel ödedi. O zaman anladım. Bibi kadar olmasa da, ben de bir yıldızdım; en azından bu kapının önünde. (s. 154)
İstanbul’un kibarlar âleminde kendine yer bulan Umut Çinici’nin gözleri lüks hayatın görkeminden kamaşmaktadır; magazin basınının gözde “popüleri” olmak, yüksek sosyetenin ismine iliştirdiği parıltılı ün ve alt tabakadan üst sınıfa geçişin onda yarattığı aldırmaz gurur, Umut Çinici’ye soylu erdemlerini unutturur; o, artık öz varlığı zenginliğin dışlayıcı kibriyle büsbütün kabaran bir yıldızdır. Zamanla, çekimine kapıldığı parlak magazin dünyasının, medya camiasının ve zenginlerin adaletsiz, duyarsız ve vicdandan, acıma duygusundan yoksun hayatına şahitlik eden Çinici, kendisini bir benlik çatışmasının içinde bulduysa da nefis muhasebesinden kaçınır, tanık olduğu “bataklığı” vicdanının süzgecinden geçirmeyi reddeder:
Bir ara bin dolarla kaç şişe süt alınabileceğini merak ettiysem de çabuk kurtuldum bu meraktan. (s. 175)
“Şimdiki şey” bendim; iki ay sonra -o da eğer şansım yaver gider, proje o kadar sürerse- “eski şey” olacaktım. Dün olsaydı midem bulanırdı, ama bugün vicdansızdım; bulanmadı. (s. 178)
Kendimi aşağılamak, aşağılıklığımın farkına varıp utancın koynuna sığınmadan alçaklığıma teslim olmak rahatlatıcıydı. (s. 222)
Kuşkusuz, bu durum uzun sürmeyecektir. Umut Çinici’nin dahil olduğu “Kusma Kulübü”, zenginlerden nefret eden ve yoksulların intikamını almaya yeminli bir çetedir. Bir bakıma, bu kulüp, Eroğlu’nun bireysel zenginliğe yönelik kişisel tiksintisinin açık seçik bir yansımasıdır; kusma eylemi, bireysel zenginliğe yönelik eleştirinin bir çeşit dışa vurumu, yoksullara karşı takınılan aldırmazlık fikriyle uzlaşamamanın ilmeklendiği bir kırılma noktasıdır:
Kusmak, zararlı şeylerin vücuda girmesini önleyen bir refleks olayıdır. Korunma. Bir tür arınma. (s. 68)
Önce beynindekileri kusarsın… Sorun yok. Sorun yüreğinle kusmaya başladığında… O zaman duramazsın. Vicdan… Vicdanın varsa, kurtuluşun yok. (s. 165)
Zenginlikten nefret etmek! Bundan daha kutsal inanç olamaz. Artık yeni bir efendim var. (s. 325)
Öte yandan, Kusma Kulübü, zenginliği bütün değerlerden üstün tutan Umut Çinici’ye benliğinin derinliklerine, karanlık kuytularına gömdüğü vicdanını hatırlatacak, sessiz bir iç mücadeleye girişmesine yol açacaktır. Yüksek tabakanın derin merhametsizliği, Umut Çinici’nin yitirmek üzere olduğu acıma duygusunu keskinleştirerek onu koyu bir ikileme sürükler:
Ne çevremde zenginlik ve güzel kadınlarla birlikte akıp giden gecenin, ne de -işsizlik, açlık, geri dönme korkusu çekmeden geçecek- yeni hayatımın keyfini çıkarabiliyordum. Süt içemeden ölen, adlarını hatırlamadığım o bebekler her şeyin tadını kaçırmıştı. Oysa kentin geniş, ıslak rahmi beni içinde tutmaya niyetliydi, ama bu kez ben kenti kusup atmak istiyordum içimden. (s. 153)
Bu ikilem, Umut Çinici’nin hikâye boyunca görmezden geldiği vicdanına kulak vermesiyle sonuçlanır; o, artık vicdanına kavuşmuş, hatta vicdanın kendisine dönüşmüştür:
Uzaktan uzağa hâlâ duyduğum o katlanılmaz ninniler, Rıdvan, Bibi, kesik kulaklı ölü ayılar, kollarında süt güğümleri taşıyan kadınlar, ırzına geçilen, tekrar tekrar kör edilen âmâ kızlar, bir kedinin 2500 dolarlık bok kutusundan daha az değer biçilen 1500 dolarlık parçalanmış bedenler, dik bir mezarlıkta yatan karnı aç ölüler… Her şeyi duyuyor, görüyor ve hatırlıyordum. (s. 253)
Hepimiz değişiyorduk. Bu düşünceyle irkildim; şimdi, şu anda V’ye benzemekten, kusma illetine yakalanmaktan eskisi gibi korkup korkmadığımı sorsalar, bilmiyorum, derdim. (s. 259)
Bebekleri hatırladım. Hâlâ duyduğum o acıklı ninnileri beni dünyanın en haklı kişisi yapıyordu: Yoksulların direnme hakkı; bir işçi çocuğu olduğumu da hatırlıyordum. (s. 325)
Kutsal bir vicdan! O zaman, insandan daha değerli bir varlığa dönüşmekte olduğumu anladım. (s. 326)
Hiç kuşkusuz, Kusma Kulübü’nün en çarpıcı taraflarından biri, toplumsal vicdanı simgeleyen “Vahit” isimli karakterdir. Vahit, V ismiyle anılır, Kusma Kulübü’nün eski bir üyesidir ve önüne geçilmez bir kusma illetine yakalandığından gün geçtikçe daha çok zayıflamakta, yaşama veda etmek üzeredir. Eroğlu’nun kaleminden dökülen Vahit karakterinin ayrıntılı tasviri, aslında, toplumsal vicdanın çürümüşlüğünün simgelenmesidir:
Her şey eve yaklaştığımda başladı; tam sokağa dönecekken, o garip mahlûk yolumu kestiğinde. Adam, birisini beklediğini ele veren sabırsız, yorgun gözlerle dikildiği köşeden sıçrayıp önüme çıkınca, irkilerek geri çekildim. Sonra dehşet, ter gibi bütün bedenimi ele geçirirken ayrıntıları fark ettim: Adam, bakışlarından daha yorgundu; hatları belirsizleşmiş yüzü, elleri, tuza yatırılmış balık gibi kurumuştu. Kokuyordu; hem de o güne kadar duyduğum en iğrenç kokuydu bu. Yüzü kaplumbağanın derisi gibi buruşmuş, hatları kırılmış, belirsizleşmişti. (s. 112-113)
Bu çalışmanın amacı, iktisadın diğer bir disiplin olan edebiyatla ilişkisinin sorgulanması ve kurulmaya çalışılmasıdır; çalışma, insan denilen varlığın davranışlarını analiz etmede edebî metinlerin güvenilir birer kaynak olabileceğini ispatlamaya yönelik bir amaç edinmekle birlikte, aynı zamanda insan davranışlarının derinliklerine inmede edebiyatın bir araç olarak kullanılabileceği düşüncesini de içermektedir. Bir anlamda, yazarların ortaya koyduğu sanatsal kurgunun, iktisadi analiz biçimine sunduğu katkının kuvvetini tespit etmeye çalışmaktadır. İktisat biliminin diğer sosyal bilim dallarıyla ortaklaşa girişilen araştırmalarla incelenmesinin gerekliliği üzerinde durulacaktır. Bu bağlamda, “Kusma Kulübü”, iktisat ilişkisi kurularak incelenecek ve söz edilen savlara ilişkin sonuçlar ortaya konulacaktır.
Kapitalizmden Tüketim Kültürüne: Büyük Pastadan Bir Isırık Almak
Kapitalizm, zenginliğin özel bireyler veya işletmeler tarafından sahiplenildiği ve malların, piyasanın kuralları uyarınca mübadele için üretildiği bir ekonomik sistemdir (Heywood, 2019: 125). Modern kapitalizm, kültürü yeniden üretiminin bir aracı haline getirerek kalıcı olmaya yüz tutmayı hedeflemiştir. Kuşkusuz, bu hedefe varmanın yolu tüketim toplumundan geçmektedir: Kapitalizmde tüketim toplumu, bireylerin özgül kimliklerini ifade etmeye yarayan ve aynı zamanda bu kimlikleri farklılaştırmaya çalışan bir toplumdur. Böyle bir toplumda sadece maddi nesneler değil, düşünce ve idealler de tüketime konu edilmekte, ihtiyaçlar birer birer “arzu edilene” dönüştürülmektedir. Kapitalizmin tüketici kültüründe, tüketicilerin tüketme arzularını durmadan kamçılamak gerekir. Dolayısıyla kapitalist ideoloji, modern toplumlarda, öncelikle bireylerin kimliklerini “tüketim pratikleri” üzerinden oluşturmalarını ve bunun için tüketim kültürünün hâkim olduğu bir tüketim toplumunun yaratılmasını amaçlar.
Tüketim, günlük yaşam sosyolojisi içinde kimliğin ayrılmaz bir parçası haline gelirken, tüketim kalıpları da kültürel ve sembolik değerleri yansıtan birer gösterge halini almışlardır. Gösterge ve sembolleri içinde barındıran tüketim olgusu, kuşkusuz, sınıflar arasındaki keskin ayrışmayı belirginleştiren en önemli pratiktir. Gösteriş tüketimi, servet göstergesi olarak ve kişinin kendisini tükettikleri aracılığıyla başkaları ile kıyaslamasına dayanan tüketim türü olarak, hazcı (hedonist) tüketimi, tüketicilerin ürün kullanımında fanteziler ve duygusal hazlarını öne çıkardıkları tüketim türü olarak, sembolik tüketimi, ürünlerin taşıdıkları sembolik özelliklere göre değerlendirilip satın alınması ve tüketilmesi olarak tanımlamak mümkündür (Odabaşı, 1999: 18-124). İmgesel bir boyut kazanan tüketime yüklenen anlam, marka ve sembollerin ışığında farklılaşmış ve yeniden şekillenmiştir.
Kusma Kulübü’nde, tüketim ürünlerinin işlevlerinden ziyade sahip oldukları anlamlar için satın alınmaları söz konusudur: Sözgelişi, “12 milyarlık çantanın” kişiye sağladığı faydadan çok kişinin kendisine sağlayacağı toplumsal statü ve bu statüsel anlam üzerinde durulmaktadır. Eroğlu, tüketim çılgınlığının temel ihtiyaçların karşılanmasından çok kişiye belirli bir kimlik ve statü simgesi kazandırmak amacıyla yapıldığını; tüketim deneyiminin insanların kendilerini tükettikleri nesneler yoluyla ortaya koymalarına, bir bakıma sosyal iletişimlerini tüketim pratikleri üzerinden gerçekleştirmelerine yol açtığını vurgular. Bireyler, artık birbirlerini tükettikleri nesneler aracılığıyla tanımlamakta, anlamlandırmakta ve ilişki kurmaktadır. Sembolik özellikler taşıyan ve kapitalizmin küresel ölçekte genişlemesinin de temel nedenini oluşturan tüketim, kitlesel düzeyde yaygınlaştırılarak sosyal ve sınıfsal kimliğin inşasını sağlamaktadır. Tüketilen simgesel değerler, aynı zamanda hem tüketicinin toplumsal hiyerarşi içindeki sınıfsal konumunu, hem de kültürel kimliğini belirlemekte, böylece tüketim faaliyeti, bir kimlik oluşturma ve imaj yaratma sürecine dönüşmektedir. Bu durum, orta sınıfın zenginliğe yönelik sırnaşık ilgisi ve yazarın tüketim çılgınlığına yönelik kişisel tiksintisiyle birlikte, Kusma Kulübü’nde şu sözlerle derinleştirilmektedir:
Güldüm; çünkü hayattaki tek emeli günün birinde Vakko’dan bir tuvalet alabilmek olan ablasının bu evliliğe karşı çıktığı haberi doğru olamazdı. (s. 137)
Kolunda 12 milyar liralık çanta taşıyan bir kadının üstüne kustum… Çırağan Oteli’nin girişinde… 20 milyarlık çanta da varmış. Trafik sıkışmıştı, üniformalı adamlar otelin önünde dilenen çocukları kovalarken kadını kapıda kıstırıp, çantasının içine kustum. (s. 220)
Uyumadan önce bir ara 12 milyarlık çantayı da düşündüm. Bu paraya en az on iki bin tane 1 litrelik süt alınabilir. 1 litreden dört bardak çıksa, yaklaşık elli bin bebeğe süt içirebiliriz… Ya da, yüz otuz yedi bebeğe, bir yıl, her sabah bir bardak süt veririz. Ya 20 milyarlık çanta, onunla neler yapabiliriz? (s. 223)
Tüketimcilik, gerçekliğin imajlara dönüştüğü, sahte ihtiyaçların ve arzu edilenlerin hakiki ihtiyaçların yerini aldığı ve tüketicinin seçme özgürlüğünün elinden alındığı bir yaşam biçimidir. Aynı zamanda bir özgürlük biçimi olarak da sunulan bu yaşam biçimi, aslında modern bireyin demir kafesidir. Çünkü tüketim pratikleri, sosyal farklılaşmayı yaratan, statü ve kimlik oluşturan en önemli gösterge olduğu için modern birey, günlük yaşamının nerdeyse çoğunu bu pratikler için harcamaktadır. Çoğunlukla gösterişçi bir tüketime dayanan bu pratikler, bireyin yaşam alanını kuşatmakta ve daraltmaktadır.
Beni dinleyiniz! Kimse kimseye karşılıksız iş, aş vermez ve kimse bizi, biz istemeden özgürleştiremez, özgürleştiremez. (s. 64)
Kapitalizm, kendini topluma dayatırken meşhur “pasta” imgesini kullanır. Kapitalistlere göre “pastanın büyümesine izin verildiği takdirde bir gün herkes o büyük pastadan ısırık alabilecektir”. Umut Çinici, şöhretin yollarını kat eden bir gençken, vicdanıyla yüzleşmeyi reddetmekte, kapitalist toplumlardaki pasta büyüdükçe herkese düşen payın büyüyeceğine inanan orta sınıf gencinin bir temsilcine dönüşmektedir:
Ben kusarak ölmek istemiyorum; bu şehir kocaman bir pasta ve ben de bir ısırık alacağım. (s. 176)
Yaşayan itaat edendir. Tanrı da bunu söylemiyor mu? İtaat et! Vicdanıma kulak verirsem, sonunda V gibi sürekli kusma illetine yakalanacağımı biliyorum. Oysa niyetim, dişlerimi geçirmişken bu kentten küçük bir parça koparabilmek. (s. 181)
Ancak durumun hiç de böyle olmadığını, yani yoksulluğun aslında kaçınılmaz olmadığını, çünkü çağımızdaki sorunun kaynakların kıt olması değil, kapitalizmin en belirgin ve temel çelişkisi olan “bolluk içinde yokluk” yaratması olduğunu, Eroğlu, şu sözlerle ortaya koyar:
Tabii bir de pasta hikâyesi var; hani büyürse, bize de bir dilim düşecek olan şu ünlü pasta… Ben, bırakın dilimi, küçük bir ısırık bile almadım o pastadan. Annem de almadı. Babam da. Bizim mahalledekiler hiç tatmadılar o kutsal pastanızdan. Neden? Çünkü pasta yok; çünkü pasta hayalî… (s. 97)
Eroğlu, bir tarafta derin yoksulluğu resmederken, yoksulluğun sebebinin bireysel zenginlik olduğuna işaret etmekte ve bu duruma tepki koyarak öfkesini gizleyememektedir:
Yoksulluğu yaratan zenginliktir. Zenginlik var oldukça yoksulluk da kalacak. Üstelik zenginliğin vicdanı yok. Bebeklerin ölmesine izin veriyor… (s. 324)
Tanrı babamız değil, onu biz yarattık. O da çocuğumuz. Ama siz zenginler yakında onu da açlıktan öldüreceksiniz. (s. 323)
Size şunu söylemek isterim ki, artık bu ülkede hırsız sözcüğü ile iş adamı sözcüğü neredeyse aynı anlamı içermektedir. Bu iki sözcük birbirlerinin yerini almış, birbirinin içinde erimiştir. (s. 96)
Pantolon, gömlek, bir ceket ve bir çift ayakkabı; üzerinde bunlar vardı, ama çok şık görünüyordu. Sonra pahalı saatiyle çakmağını da fark ettim. Modayı izliyordu, ama kapıldığı ve modası hiç geçmeyecek tek şeyin para olduğunu hissediyordum. (s. 134)
Üretim yaparım, ama avanta verirsen, diyenlerdensiniz; bana vergi indirimi, prim indirimi sağla, emekçilerin tasarruflarını talan et, teşvik et beni, diye ilanlarla anıra anıra haraç dilenenlerdensiniz, demek? Siz göz boyayıcısınız da. Ya da şarlatan mı demeliyim? Soyulmamızın kendi hayrımıza olduğuna inandırmaya çalışırsınız durmadan bizleri. (s. 97)
Bana inanın, bu ülkedeki zenginliğin kökeninde ne yaratıcılık ne çok çalışma ne de beceri yatıyor. Bu gibi adamların servetlerinin ardında sadece ve sadece yüzsüzlükle dolandırıcılık var. Aşırma, aldıkları borcu ödememe… (s. 97)
Küresel yoksulluğun esas sorumlularından olan çokuluslu şirketler, bir taşla iki kuş vurmayı iyi beceriyor: Hem hayırsever derneklere bağışladıklarını vergiden düşerek kazançlı çıkıyor, hem de toplumsal sorunlara duyarlılıklarını ispat edip iyi bir imaj yaratarak kendilerini aklamış oluyor (Silier, 2016: 31) Eroğlu, zenginlerin “hayırseverlik” kavramını söz cambazlığıyla sorgulayarak, hayırseverliğin yozlaşmış toplumumuzda zenginlerin bir maskesi olduğunun altını çizer:
Bu zat her bayramda yüzlerce çocuğu giydirir, yüzlerce insana da yiyecek dağıtır… Ama bunları hep kameraların, fotoğraf makinelerinin önünde yapar. Poz poz fotoğraf çektirip televizyonların haber saatlerinde, her kanalda boy boy yayınlatır. Fazilet ve erdemin timsali kahramanımız telaşla ve yüksek sesle şunu ilan etmektedir aslında: Ey ahali, bana bakın, ben ne kadar iyi birisiyim, benim gibisi yoktur. Karşıma dizdiğim yoksulların, açların gözlerindeki minnete bakın… Böyle demektedir. Ama bu sözde iyiliği kendi cebinden mi, yoksa şirketinin vergisi ödenmemiş kazancından mı yaptığı belirsizdir… (s. 43)
Yuh! İyi diye anılmayı, iyilikten yüksek tutana, yuh! (s. 43)
Kapitalizm, kendi içinde çelişen bir ekonomik sistemdir: Üretim ve tüketim dengesini kurmaya yanaşmaması, sermaye birikimi için daha fazla maddi kaynak tüketmesi ve emeği sömürmeye çalışması bunu ortaya koyar. Ayrıca bir pazar ekonomisi olarak kapitalizm her zaman en az maliyetle en çok üretimde bulunmayı dolayısıyla daha az ücretle daha çok kâr elde etmeyi amaçlarken, rekabetçi ekonomik koşullarda kâr elde edebilmenin ve ayakta kalabilmenin koşulunu ise, üretimin temel ihtiyaçların karşılanmasına yönelik değil, pazara yönelik yapılmasında ve çalışanların daha fazla sömürülmesinde görmüştür. Bu durum, doğal olarak üretim araçlarına sahip sermaye sınıfı ile artı değere el konularak emeği sömürülen sınıf arasında sürekli ve içten içe düşmanca bir ilişkinin yaşanmasına da neden olmuştur.
Genelde Marx’ın sosyal analizinde sınıf çatışmasının esas nedeni olarak özel mülkiyet ve meta üretimi gösterilir. Marksist kuram, çoğunlukla metaların değişim değeri üzerinde durmaya çalışır. Çünkü kurama göre modern toplumsal yaşam, metaların kullanım değerinden çok değişim değerinin egemenliği ve tehdidi altındadır. Kusma Kulübü’nde geçen diyaloglar, bir bakıma, Marx’ın sosyal analizinin edebî nitelikte bir ifadesi gibidir.
Hırsız ve dilenci olmadığını söyleyen bu adamın yaz başında gazetelerde çıkan şu demecine bakın… Bakın, masum olduğunu iddia eden bu hırsız, yanındaki öteki hırsızlara ne diyor? “Üç dolara aldığımız malı artık on dolara satamayız arkadaşlar. Çünkü kriz tüketiciyi akıllandırdı.” Şimdi size soruyorum yargıçlar, bu iki cümlede kaç itiraf var? İsterseniz siz söyleyiniz! Söylemeyecek misiniz? Ben yardım edeyim öyleyse: İki yalan iç içe… Birincisi, yıllarca hepimizi utanmadan soymuşsunuz; ikincisi, eğer kriz olmasaydı bu işi sonsuza kadar sürdürecektiniz. Hepsi bu. (s. 98)
Sattığı hiçbir şeyi almamış olmama rağmen, sanırım herifin yüzde üç yüzden fazla kâr elde etmesine sinirlenmiştim. (s. 99)
Ortada özelleştirilecek kârlı, kasasında para da olan bir kamu şirketi var. Usta olan her kimse, işte o, bu kemiksiz parayı cebine indirecek. Şimdi bizim, bize, yani holdinge borçlu bir şirketimiz var. Buna A şirketi diyelim. A şirketi, dost bankalardan kredi alarak, devletin şirketini satın alacak; buna da B diyelim; sonra iki şirket birleşecek. B şirketinin kârının en az yarısı -birleşmeselerdi- vergi olarak nereye gidecekti? Tabii devlete! Ya şimdi? Bizim, yani senin de yönetim kurulu üyesi olduğun batak A şirketinin borçlarının ödenmesinde kaynak olarak kullanılacak. Şimdi işin püf noktasına geliyoruz. Peki, bu zavallı A şirketi kime borçlu? Yine bize, holdinge. Özetle, para devlete vergi olarak gitmeyecek, bizim cebimize girecek. İşte fark bu. (s.298-299)
Eroğlu, zenginliğe yönelik öfkesini gözler önüne sererken, bireysel zenginliğin, yani kapitalizmin yol açtığı yoksulluğun derin bir resmini çizmekten kendini alamamaktadır:
Nisan 2002: Zonguldak; A.K. ile Ü.N.’nin 1.5 aylık kızları Damla, açlıktan öldü. Anne Ü.N., yetersiz beslenme nedeniyle sütünün kesildiğini, parasızlık yüzünden Damla’ya bir kez bile süt içiremediklerini söyledi… Mayıs 2002: Bursa; az beslenme nedeniyle sütü kesilen, fakirlik nedeniyle 30 günlük yavrusuna süt de alamayan anne M., kendini işsiz kocasının kravatıyla astı… Mayıs 2002: Adana; yanındaki iki küçük çocuğuyla birlikte intihar eden eşi ve yavrularını baraj gölünde arayan S.B.’nin cesetleri çıkarma işlemi için 1.5 milyar liraya ihtiyacı var. S.B., bu parayı bulamazsam, ailemi balıklar yiyecek diyor… Haziran 2002: Samsun; parasızlık nedeniyle çocuğuna okul önlüğü alamayan C.C., kendini asarak intihar etti. (s. 101)
Eğer bire mâl ettiğini üç yerine ikiye satsaydın, belki insanlar bu kadar yoksul olmazlardı. (s. 101)
Aynı zamanda, zenginler ve yoksullar arasındaki derin uçurumun panoramasını, zenginlerin yoksullara karşı takındığı acımasız vurdumduymazlığı ve derin duyarsızlığı, Kusma Kulübü’nde şu sözlerle yakalarız:
Peki, çocukların açlıktan öldükleri, annelerin babaların kendilerini astıkları bu dönemde iş adamı ve sanayici Melih Döner ne yapıyordu? Magazin sayfalarında tam on dokuz kez yer almış. Okuyorum: M.D. ve daha şimdiden bronzlaşmış genç eşi, yaza, hafta sonunda yatlarında dostlarına verdikleri eşsiz partiyle girdiler… Korkusuz M.D. ve zarif eşi yurt dışında ayı avında… M.D ve eşi Erzurum’da avladıkları ayının kulağını gazetecilere gösterirlerken… M.D. ve eşi dün gece yalılarında muhteşem bir parti verdiler. Bu özel davet için Fransa’dan şişesi 300 dolara 150 adet şarap ve bol miktarda ıstakoz ithal edildi… Haberlerin sonuncusunu okuyorum: M.D. ve eşi canları kadar sevdikleri muhteşem Siyam kedileri Cingöz’ün doğum gününde, yurt dışından 5000 dolar değerinde, gümüş kaplamalarla süslü bir litter maid getirttiler. Bilmeyenler için söyleyeyim, bu mücevherlerle kaplı şey, kendini otomatik olarak temizleyen bir kedi pisleme kutusu. Yani, bir yanda açlıktan ölen bebekler, kendilerini asan anne babalar, bir yanda da bu zavallıların tümünü açlıktan kurtarabilecek kadar değerli bir bok kutusu. Bebeklerin sütü yoktu, bunlar kuş sütü içiyorlardı; gümüş bok kutusuna dışkılayan kedileri bile…” (s. 102)
Kuş sütü! Oysa açlıktan ölen bebeklerin içemediği, bildiğimiz süttü. (s. 103)
Geçen yıl, 2002 Eylül’ünde. Gazetede okuduğum iki haberin ardından… Haberin ilki üçüncü sayfadaydı: 26 Eylül 1999 tarihinde Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde güvenlik güçlerince yapılan operasyonda 10 mahkûmun kurşun, sopa ve kesici aletlerle parçalanarak öldürülmelerinin ardından açılan davanın sonuçlandığını ve ölenlerin ailelerine 2.5 milyar TL tazminat ödenmesinin karara bağlandığı yazıyordu. Yaklaşık 1500 Amerikan doları yani… Aynı gazetenin ön sayfasında başka bir haber de vardı. Önemli bir haber; neredeyse manşetten vermişlerdi. Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşlı bir kadın, McDonalds’lardan birinde, kendi hatası sonucunda eline döktüğü kahvenin kabul edilebilir sıcaklığın üstünde olması nedeniyle milyonlarca dolarlık tazminat almıştı. İki el, iki kol, iki bacak, iki göz, iki kulak, iki ciğer, iki… Ve üstüne bir de can. Bütün bunların bedeli 1500 dolar. Yaşlı bir Amerikalının yanık tek eli ise 3 milyon dolar ediyor! (s. 164)
Kusma Kulübü’nde yalnızca zenginlerin duyarsızlığı değil, toplumsal vicdanın çürümüşlüğünden kaynaklanan derin bir unutkanlık ve Tanrı’ya yönelik kişisel bir öfke de vardır:
İnsanlar belleksizleşti. Tanrı, korunmaları için onları unutma yeteneğiyle donattı. Balıklar on beş saniyede unutuyor; insanlarınki belki daha uzun sürüyor, ama sonunda mutlaka unutuyorlar. (s. 221)
Ben insanlaşıyorum, ama ya Tanrı? Tanrı sağır, Tanrı kör, Tanrı bunak… Yoksulları duymuyor, bebekleri görmüyor, acılarımızı unutuyor. (s. 222)
Her şeyi unutacağız: açlık çeke çeke belleğini yitirenleri, duvardaki mezarlığı, iki kez kör edilen kızları, süt içemeyen bebekleri, 1500 dolar karşılığında bedenleri parçalanan komünistleri… (s. 222)
Küreselleşme ve Popüler Kültürün Açmazları
Popüler kültür, gündelik hayatla endüstriyel ürünlerin kullanıcıları arasında yer alan orta kesim tarafından oluşturulmuş olan kültür dünyasının adıdır (Fiske, 1999). Gündelik yaşama egemen olan, insanların hayatlarına ciddi boyutlarda yön veren ve insanların yaşamlarını sadece tüketim olgusuyla anlamlandırma girişiminde bulunan güç, popüler kültürün ta kendisidir: Popüler kültür bir “çabuk kullanım ve hızlı tüketim” kültürüdür.
Gözden kaçırılmaması gereken nokta popüler kültürün üretilenleri metaya dönüştürme konusunda son derece başarılı olan kapitalizmin ürünü olduğudur. Popüler kültür egemen toplumsal ve ekonomik ilişkileri desteklemektedir. Popüler kültür, insanları tüketmeye teşvik eder; bunu gerçekleştiremediği sahalarda ise bir özenti meydana getirmeyi amaçlar. Bu yönüyle endüstriyel piyasanın bir amacı haline gelerek kültür endüstrisini oluşturur. İnsanları etkisi altına alarak, kendi sınırları içerisinde insanlara özgürlük sunan popüler kültür, insanları yeni bir çıkmaza ve bunalıma sürükler. İnsanları kendi aidiyetine, özüne yabancılaştırır. Kendi ürünlerinin kullanım sahasını oluşturma açısından, kendi ürünlerini ihtiyaç haline getirir ve hayatın olmazsa olmazı olarak toplum karşısına çıkar. Kısacası, kendisine ihtiyaç duyulmamasına rağmen zaruri ihtiyaç haline getirilen ve elde edilemediği vakit insanları bunalıma sürükleyen nedenler, popüler kültürün gerçek yaşama yansımaları ve meydana getirdiği ürünleridir. İnsanları tüketime davet ederken, bir yandan da onları tüketir; hayatı anlamlı hale getirmek adına gelir ve hayatı anlamsızlaştırarak gider (Coşgun, 2012: 2).
Neo-liberal politikaların dünya ölçeğinde uygulanmasına imkân tanıyan küreselleşme süreci de hiç şüphesiz ki kültürün sadece metalaşmasını ve endüstrileşmesini sağlamakla kalmamış, kültürün tüketilebilir olmasının da yolunu açmıştır. Zira popüler kültür ürünlerinin birer tüketim nesnesi haline dönüşmesinde küreselleşme ideolojisinin önemli bir payı bulunmaktadır. Kültürel akışlar, genellikle egemen kültürel değerlerin yayılmasını ve dünyada birer tüketim aracı olarak kullanılmasını sağlamıştır. Dolayısıyla dünya ölçeğinde toplumsal açıdan karşılıklı bağımlılığı ve mübadeleleri meydana getiren, bunu çoğaltan, yaygınlaştıran küreselleşme olgusu sadece insanları ve nesneleri zamanın ve mekânın sınırlamalarından kurtarmak kalmamış, aynı zamanda oluşturduğu yeni ağlarla kültürün de bir tüketim nesnesi haline dönüşmesini sağlamıştır (Steger, 2006: 31).
Kusma Kulübü, bir bakıma, popüler kültürün bunalıma sürüklediği insan tipini Umut Çinici karakteriyle kusursuz bir biçimde ortaya koyar:
Gece yarısına doğru Boğaz Köprüsü’nün altındaki adı çok duyulan bir yere geçtik. Girişin önü ana baba günüydü: Korumalar, kapıdan geri çevrilenler, foto muhabirleri, sırtlarında kameralarıyla dolaşan televizyoncular, seyyar satıcılar, içeri girenlere neredeyse zorla çiçek, kart satan küçük kızlar, polisler ve boy gösterecek ünlüleri çekirdek yiyerek seyretmeye gelen küçük bir kalabalık. (s 149)
Kusma Kulübü, “Popülerlik” kavramını, kısa ve öz bir biçimde şöyle yansıtır okuyucuya:
Popülerlik, toplumun budalalığıyla beslenen bir şeydi. (s. 199)
Aynı zamanda, Kusma Kulübü’nde çağdaş tüketimciliğin ve popüler kültürün yeni ikonu olan “alışveriş merkezlerinin” de üzerinde durulmaktadır. Son yirmi yılda gündelik hayatın en önemli mekânları olmaya başlayan alışveriş merkezleri, tüketimci kapitalizmin yükselişiyle hem toplumun ayrılmaz bir parçası hâline gelmiş, hem de kamusal alanda en çok ilgi çeken yerlerin başında gelmeye başlamıştır. Mağazalar zinciri, tüketimin önemli oranda yaygınlaşmasını sağladığı gibi, zamanla ihtiyaç ve arzuların giderildiği yerler olmaktan çıkarak insanların boş zamanlarını geçirecek birer toplanma ve buluşma yerlerine, popüler kültürün “mekânlarına” dönüşmüştür.
Biraz evvel alışveriş merkezinde kustum… Dayanamıyorum; bazen lokantalara girip kusuyorum, bazen de alışveriş merkezlerinde. En çok şişman birisini görünce kusuyorum. Üniformalı bir adamın başından aşağıya kustum. (s. 163)
Başkalaşan Medya ve Magazin
Kapitalist sistemin en önemli parçası olan medya, günümüzde artık tekelleşmiş ve kâr elde etmek esas amacı haline gelmiştir. Haber verme, bilgilendirme esas amaç olmaktan çıkmıştır. Postmodern zamanda artık ilgi çekici olan, sansasyonel olan haber değeri taşımaktadır. Görüntü ve ses, haber içeriğinin önüne geçmiştir. Okuru ve izleyiciyi etkileme, olan biteni aktarmanın, bilgilendirmenin yerini almıştır, çünkü bu tür haberler prim yapmakta, bu tür haberler satmaktadır (Soygüder, 2004: 180). Bu durum, her şeyden önce bir “besleme basının”[1] ortaya çıkmasına neden olmaktadır:
Günümüzde iki çeşit gazeteci var. Türk lirasıyla büyüyenler ve para birimimizi dolar sananlar. O dolarla beslenir; şimdiki görevi Irak’ta çıkacak savaşın çıkarlarımıza uygunluğunu anlatmak. Bizi savaşa katılmamız için ikna etmek. Oysa on gün öncesine kadar geleceğimizin Avrupa Birliği’nde olduğunu haykırıyordu yüzümüze. (s. 192)
Kusma Kulübü’nde, karşımıza “Bibi” adında bir köşe yazarı çıkmaktadır. Bibi, tatilden eğlenceye, sağlıktan spora kadar günlük yaşam pratiklerinin neredeyse tümünü, kitle iletişim araçları olan gazetede, köşe yazarlığı yoluyla önce popüler kültür ürünlerine dönüştürür, sonra da reklamlara konu ederek birer tüketim nesnesi haline getirir. Kapitalizm, medyanın sunduğu reklamlarla tüketici davranışlarını yönlendirir, ürün seçiciliği ve ürün farklılığı gibi satış teknikleri aracılığıyla tüketicide belirli bir davranış kodu oluştururken; bu durum açık seçik yansımasını Kusma Kulübü’nde bulur:
Yazılarında hep kendisinden söz ederdi. O ve onunla ilgili olan her şeyden: Sevgililerinden, annesinden, arkadaşlarından, balıkçısından, kuaföründen, yatağında uyuyan köpeğinden ve tabii ki okuyucu mektuplarından… Köşesinin yıldızı kendisiydi; bunu asla unutturmazdı. Ancak yazılarının sonuna, kentten haberler adı altında, lokantalar, barlar, gece kulüpleri, güzellik salonları, sanat galerileri, fitness salonları, masörler, modacılar, hatta kuförlerle ilgili küçük haberler iliştiriyordu. Zamanla bu bölümde yer almak isteyen o kadar çok kişi ve işletmeci olmuştu ki, her şeye yetişemediğinden Aysel’i tutmak zorunda kalmıştı. (s. 107)
İşte böyle canım. O senden söz eder, sen de ondan. Böylelikle sesiniz bir kere daha duyulur… (s. 133)
Bir bakıma, artık yozlaşan ve kapitalizmin bir silahı hâline gelen medya, popüler kültürün kapitalist ürün ve içeriklerini tanıtır, meşrulaştırır ve kanıksatır. Tüm bunlar olurken, toplum insani değerlerini yitirir, yozlaşır. Medyanın popüler kültürün bir taşıyıcısı, hatta hızlandırıcı olduğu, kapitalizmin silahını topluma doğrultarak erdemlerin bir katili olduğu apaçıktır:
Bak canım, herkesin beğendiğini beğenmek, bunu başkasının anlatmadığı gibi anlatmak, daha da önemlisi övebilmek. Bu işte önemli olan, işte bu… Beğeneceksin ve öveceksin. Abartıyor deseler de, sen öv. Tabii neyin modasının geçmek üzere olduğunu da sezebilmelisin; sez ki, ilk darbeyi sen vurasın. Soyluluk, erdem, ilke… Bunları unut, ya da bırak başkaları uğraşsın. Bunlar out… Evet, evet… İnsanlar ciddiyetten sıkıldı. Toplumun nabzı dediğin, işte kısaca bu. (s. 148)
“Magazin” kavramı, Kusma Kulübü’nde derin bir analizle sorgulanır. “Magazin dünyası”, kendi özüne yabancılaşan ve meta fetişizminin kıskacına yakalanan halkın özendiği renkli bir dünyadır. Ortada, magazin aracılığıyla sınıfsal tüketim ortaya konularak bir yeni kentli kimlik oluşturulma çabası vardır: İçinde bulunulan sınıfın değil de hep bir üst sınıfın değerleri benimsetilmeye çalışılarak kentli kimliğin yaratılması arzulanır. Çünkü medya ve magazin, kitlelere kendini yenileme, geliştirme, kişisel dönüşüm, mülkiyet, ihtiyaçların ve isteklerin nasıl idare edileceği ve tatmin edici bir hayat tarzının nasıl oluşturulacağı hakkında bilgiler verir. Magazin basını tarafından büyük kentlerde, ayrıcalıklı ve lüks bir yaşam sürenlerin tüketim eğilimleri parlatılarak göklere çıkarılır, ardından, söz konusu yaşamlar tüketimci bir hayat tarzı konusunda bilgilenmeye meraklı, gözü yukarıda olan alt sınıfa bir taklit ve özenti olarak sunulur. Magazinin öne çıkardığı insan tipi, yerine getirdikleri tüketim faaliyetleriyle etrafa uygun ve meşru sinyaller veren, simgesel malların üretimi, pazarlaması, yayılması konusunda etkin şahıslardır: Söz konusu insan tipinin alışkanlıkları, eğilimleri, hayat tarzı, tercihleri çevrelerindeki sanatçılar ve entelektüellerle özdeşleştirilir. Bu noktada, tüketim kültürü yayınları (dergiler, gazeteler, kitaplar, televizyon ve radyo programları) medyanın magazindeki tüketimciliği özendiren en büyük yardımcıları olmuştur. Magazinde verilen bilgiler, yeni orta sınıf ve yeni işçi sınıfında olduğu gibi yeni zengin ya da üst sınıflar gibi gruplar açısından da önemlidir.
Magazini küçümseme, magazin kristal bir aynadır; ülkemizin üstüne tutulmuş bir ayna. Hiç kimse, küçümseyen ve eleştirenler de dahil, magazinsiz yapamaz. Sporcular, iş adamları, sanatçılar, yazarlar, hatta politikacılar. En büyük magazin yıldızları onlar değil mi? (s. 178)
- yüzyılda ölümsüzlüğün sırrı, büyük bir keşif mi yapmak, kansere çare mi bulmak? Kim asprini bulan adamı hatırlıyor? Ölümsüzlüğün ölçüsü televizyonda kaç saat yer aldığındır… (s. 135)
Başarının büyüklüğünü yukarı, odasına çıkıp duvara -doğum ilanı gibi- asılmış kupürleri görünce kavradım. Tam sekiz ayrı gazetede haber olarak yer almıştı “erkek dadı”. Daha şimdiden dört televizyondan röportaj isteği vardı. İki magazin dergisi, şapkasız ve gözlüksüz fotoğrafım için Fatoş’a para teklif etmişti. Burnundan kıl aldırmayan ve genellikle politik yazılar yazan dört köşe yazarı bile habere ilgisiz kalmamış, kınadıkları olayı sosyolojik bir boyutta ele alarak eleştirmişlerdi. (s. 173-174)
Batı Uygarlığı Eleştirisi
Kusma Kulübü’nde, “uygarlık” kavramının münakaşa götürür tanımlarına değinilir; madalyonun arka yüzünü bütün çıplaklığıyla ifadelendiren Eroğlu, “Batılı, Avrupalı olma” hevesinin dayandığı dolaysız yoldan zenginliğe erişme arzusunu sert bir dille, kıyasıya eleştirir:
Herkes Avrupalı olma peşinde: İşsizler, gençlerimiz, işçilerimiz, aydınlarımız ve tabii ki saygıdeğer iş adamlarımız. İş adamlarını anlamak kolay; kıçları yıllardır paralarının üstünde oturmaktan nasır tuttu. Paracıklarını sağlama alıp, pembe butlarını dinlendirmek istiyorlar, ama aydınlara ne demeli? (s. 63)
Mine Hanım’a, saygıdeğer eşine ve Molla Sait’lere bakılırsa Avrupalı olamazsak yaşam kalitesi düşük, işsiz, eciş bücüş kavruk insanlar olarak kalacağız. Bu aslında ne demek, biliyor musun? Şu demek: Kendimizden ümidi kestik, kendimizden iğreniyoruz… Sen hiç bu kadar kendisi olmaktan korkan, kendisini şehvetle inkâr eden bir toplum gördün mü? (s. 63)
Anlamıyor musunuz? Bu toplum, üretmek değil, avanta istiyor. Tercihlerini sırala diyorlar, özgürlüğü en alta yazıyor. Uzun vadeli değil; her zaman kısa vadeyi gözetiyor. Avrupa macerası da özetle bu: Avrupa bize para verecek, biz de kestirmeden zengin olacağız. Ne budalalık!” (s. 64)
Parçası olmak istediğin Avrupa’yı çıplak gözle görmek ister misin? Bak! Aç ve susuz göçmenleri, geldikleri tekneye iten İtalyan polisinin yüzüne bak! Nasıl da iğrenerek, kendini sakınarak bakıyor zavallı bebeğe… İşte, Avrupalının kendinden olmayana bakışı. (s. 64)
Batılı insan belki insanlık tarihinin en zengin bireyi oldu. Ama en bencili de. Sömürgeleştirdikleri ülkeleri yıllarca soydular, erkeklerini köleleştirerek çalıştırıp, sattılar, kadınlarının ırzına geçip hizmetçileri yaptılar. Şimdi geride bıraktıkları yıkıntıları terk edip aş arayan torunlarına, sakın gelme, diyorlar… Sizi soyarak edindiğimiz zenginliğimizi, yemeğimizi sizinle paylaşmayacağız, diyorlar… Durmadan tıkınıyor, sonra da zayıflamak için gezegenin üstündeki açlığı kökünden ortadan kaldıracak kadar çok para harcıyorlar. (s. 64-65)
Batılı, Avrupalı insanın bedeninde biriken her gram yağ, bu zavallı göçmenlerin kanından ve gözyaşından emilmiştir. Bu ne utanmazlık, ne mide bulandırıcı bir tutum. Bu mu parçası olmak istediğiniz uygarlık? (s. 65)
2001 Türkiye Ekonomik Krizi
Kusma Kulübü’nde olay örgüsü, 2001 Türkiye Ekonomik Krizi’nin doğurduğu yıkıcı etkilerin yaşandığı bir döneme yayılır; krizin dar boğaza sürüklediği ülkedeki sarsıcı gerçekler ve yitirilen insani değerler, Eroğlu’nun çıkarsadığı isabetli saptamalar ve üslubundaki zorlamasız bir inandırıcılıkla, işsizlik ve enflasyon kavramlarına parmak basılarak, âdeta tarihsel bir dönemin şahitliğiyle anlatılmaktadır:
İşte, ekonomik krizin pençesinde kıvranan ülkemizden küçük ve sigara dumanlarıyla kaplı bir manzara. Manzaramız ucuz parfüm, ter ve istek kokuyor. Şu güzel genç kızlara ve bıçkın delikanlılara bakın; hepsi satılık. Çünkü hepsi aç. Öyle anlaşılıyor ki, uğruna yüz binlerce şehit verdiğimiz kutsal ve obur vatanımız bu yıl o geniş bağrına birkaç yüz aç evladını da basacak. (s. 44)
Mart 2001’den beri ayda ortalama beş bin kişi işini kaybediyor. Anneler babalar, kızlarını satıyorlar. (s. 45)
Küçük kız kardeşini pazarlayan katil, utancından kendini asarak intihar etti. (s. 247)
Kapitalizmde Tüketici & Meta Olarak “Kadın”
Kadınlara yakıştırılan toplumsal tanımlamalar, kapitalist sistemin işlerlik ve yaygınlık kazanmasıyla farklı biçimde ifade edilmeye başlamış, kadının farklı alanlarda roller üstlendiği görülmüştür (Fidan, 2000: 2). Kapitalizm, tüketim amacını gerçek kılabilmek için önemli bir tüketici kitlesinin varlığına gereksinmektedir. Bu tüketici kitlesinin içinde kadınlar, tüketici olarak avantajlı görülmektedir. Kadına tüketici kimliği kazandırmada, medya ve magazin, belli bir tüketim davranış ve kalıplarının benimsetilmesine hizmet etmekte; zevk, tavır ve davranışlarıyla kalıplaşmış bir kadın tipini dayatmaktadır.
Çünkü projenin hedef kitlesi 25-40 yaş arası, tercihen tek başına yaşayan, eğitimli, kent kökenli, çalışan ve satın alma gücü olan kadınlar… Belki sanatta, politikada neyin ölümsüz olacağı, geleceğe kalacağı konularında erkekler söz sahibi, ama bugüne, şimdiye kadınlar karar veriyor; bu tür kadınlar. Neyin moda olacağına, neden sıkılacağımıza, bizi neyin eğlendireceğine… (s. 176)
Eğer bir olay kadınların ilgisini çekiyorsa, kesinlikle tutmuş demektir. Şu televizyonlardaki röntgenci yarışma programlarını neden hep erkekler kazanıyor sanıyorsun? Çünkü oylamaya katılanların dörtte üçü kadın. (s. 213)
Doğası gereği, kapitalizm, her şeyi metaya dönüştürmüş, yani pazarda mübadele edilebilir duruma getirmiştir. Bu süreçte kadın, ideal bir tüketici olmanın yanında, tüketimi kışkırtıcı bir obje, bir meta konumuna sürüklenmiştir. Kör bir tüketici durumuna getirilmeye çalışılan kadın, mal ve hizmetlerin çekiciliğini artırarak, satışı artırma amacına yönelik olarak kullanılan bir araç, yardımcı bir nesne olarak görülmektedir. Reklamlar, bu konuda dikkati çeken bir unsurdur; reklam, kapitalist dünyanın tüketici kitleyi güdülemek için ihtiyaç duyduğu önemli bir araçtır. Reklamlarda önemli bir özellik olarak, pazarlanan meta kadın görüntüsü ile ortaya çıkmakta, bu biçimde kadın da metanın bir parçası hâline gelerek “metalaşmaktadır.” Kadın, reklamların hedef kitlesi olmanın yanı sıra, tüketiciyi ikna etmek üzere kullanılan önemli bir araç olma özelliği taşımaktadır. Kapitalizmle bir tüketim objesi olan kadın, değersizleşme süreciyle birlikte, bir nesne, bir meta olarak görülmeye başlanmıştır.
Çok satmak, çok okunmak, çok söz edilmek istiyorsan kadınları gözet, onlardan söz et. (s. 150)
Son Söz
Frankurt Okulu Geleneği’ne, yani Eleştirel Teori’ye göre, araçsal akıl aracılığıyla devreye sokulan yeni bir yabancılaşma bilim alanına da nüfuz etmiş, her şeyi teknik yararlılık ve kişisel çıkara indirgemiştir. “İnsanın” rasyonel kurallar bütünü, bireyin bencil hazlara düşkünlüğü, çıkarlarını kollama ve maddi gereksinimlerini giderme güdüsüyle ele alınması, kapitalizmin yalnızca bir ekonomik sistem olarak değil, değişmez bir yaşam gerçeği olarak da iyiden iyiye dallanıp budaklanmasına zemin hazırlayarak toplumsal vicdanın temelli yitirilmesine, yoksullara ve yoksulların yaşam koşullarını görmezden gelen, insani değer yargılarına itibar etmeyen bir kayıtsızlığın toplum içinde kök salmasına sebebiyet vermiştir. Eroğlu, akıl ve rasyonalitenin tek başınalığını, kapitalizmin toplumu başını kuma gömen bir deve kuşuna çevirmekteki kaçınılmazlığıyla bağdaştırmakta, akla kılavuzluk edenin bireysel çıkar duygusu değil, vicdan ve merhamet olması gerektiğini şu sözlerle dile getirmektedir:
Aklın kılavuzu vicdan ve merhamet olmalı. Acımayı öğrenememiş, merhametsiz akıl, korkutucudur. Bize gereken, inatçı ve sürekli bir acıyabilme yeteneği. (s.322)
Kapitalizm, toplumu tüketim toplumuna dönüştürerek bir kültür endüstrisi meydana getirmekte, medya ve popüler kültür el ele vererek kapitalizmin her şeyi metalaştıran karanlık sürecinde toplumun ayrıştırılmasına katkıda bulunarak, bireyin akılcılık fikrine boyun eğen bir dirençsizlik içinde küreselleşen dünya karşısında teslim bayrağı çekmesine neden olmaktadır. Bu durum, bireyi “benliğinden çıkma” noktasına götürmekte, birey, kendisini bir aldatmaca yığını içinde boğulur bulmaktadır. Bu aldatmaca, kapitalizmin nihai zaferidir: Sürekli tüketimin getirdiği kısa süreli mutlulukların ve kalıcı doyumsuzlukların zaferi.
Kapitalizm, kapitalizmin bir çıkmaza soktuğu insan ve toplumun derin unutkanlığı ve vicdansızlığına karşı karamsar bir pencere açmak yerine, dünyayı aklın süzgecinden geçiren saf rasyonalizme karşı duran Eroğlu’nun Kusma Kulübü’ne aktardığı bir sözle son noktayı koyuyoruz:
Umudun iki güzel kızı vardır: Öfke ve cesaret. Öfke, olanlara dayanabilmek, cesaretse değiştirebilmek için. (s. 173)
KAYNAKÇA
- Atamtürk, Burak & Sarfati Metin (2015) İktisat Sadece İktisat Değildir, Ankara: Efil Yayınları
- Aydın, Nursen & Dağtaş, Erdal (2017) “Yerel Magazin Basınının Ekonomi Politiği: Eskişehir’de Yayımlanan Magazin Dergilerinin Sektörel Çözümlemesi”, Global Media Journal TR Edition, 7 (14): 23-51
- Bilginer, Ayşe (2008) Tüketim Kültürü, Medya ve Meta Estetik, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema Anabilim Dalı, Sosyal Bilimler Enstitüsü
- Blaug, Mark (1997) İktisatta Yöntem, Çev. Levent Konyar, Ankara: Efil Yayınları.
- Buğra, Ayşe (2018) İktisatçılar ve İnsanlar, İstanbul: İletişim Yayınları
- Coşgun, Melek (2012) “Popüler Kültür ve Tüketim Toplumu”, Batman Üniversitesi Yaşam Bilimleri Dergisi, 1 (1): 2-14
- Demirel, Songül & Yegen, Ceren (2015) “Tüketim, Postmodernizm ve Kapitalizm Örgüsü”, İlef Dergisi, 2 (1): 115-138
- Dowd, Douglas (2020) Kapitalizm ve Kapitalizmin İktisadı, Çev. Cihan Gerçek, İstanbul: Yordam Kitap
- Duman Zeki (2016) “Tüketimci Kapitalizmin ve Tüketim Kültürünün Eleştirisi”, Sosyoloji Dergisi, 33 (4): 15-36
- Eagleton Terry (2019) Marksizm ve Edebiyat Eleştirisi, Çev. Utku Özmakas, İstanbul: İletişim Yayınları
- Eroğlu, Mehmet (2004) Kusma Kulübü, İstanbul: İletişim Yayınları
- Fidan, Fatma (2000) “Kapitalizmin Gelişme Sürecinde Kadının Çok Yönlü Konumu” Bilgi Sosyal Bilimler Dergisi, 2 (1): 117-133
- Fiske, John (1999) Popüler Kültürü Anlamak, Çev. Prof. Dr. Süleyman İrvan, İstanbul: Parşömen Yayınları
- Hatipler, Mustafa, (2017) “Postmodernizm, Tüketim, Popüler Kültür ve Medya”, Bilgi Sosyal Bilimler Dergisi, 34 (2): 32-50
- Heywood Andrew (2007) Siyasi İdeolojiler, Çev. Prof. Dr. Levent Köker, İstanbul: BB101 Yayınları
- İnsel, Ahmet (2012) İktisat İdeolojisinin Eleştirisi, İstanbul: Birikim Yayınları
- Kara, Ahmet (2001) İktisat Kuramında Pozitivizm ve Postmodernizm, Ankara: Vadi Yayınları
- Karakoç, Enderhan (2014) “Medya Aracılığıyla Popüler Kültürün Aktarılmasında Toplumsal Değişkenlerin Rolü”, Gümüşhane Üniversitesi İletişim Fakültesi Elektronik Dergisi, 2 (3): 1-25
- Löwenthal, Leo (2017) Edebiyat, Popüler Kültür ve Toplum, Çev. Beybin Kejanlıoğlu, İstanbul: Metis Yayınları
- Marx, Karl (2020) Kapital, Birinci Cilt, Çevi. Mehmet Selik & Nail Satligan, İstanbul: Yordam Kitap
- Müller, Jean-Warner (2016) Popülizm Nedir, Çev. Onur Yıldız, İstanbul: İletişim Yayınları
- Odabaşı, Yılmaz (1999) Postmodernizm, Tüketici ve Tüketim Kültürü, İstanbul: Sistem Yayınları
- Rodrik, Dani (2016) İktisadı Anlamak, Ankara: Efil Yayınları
- Silier, Yıldız (2016) Özgürlük Yanılsaması: Marx ve Rousseau, İstanbul: Yordam Kitap
- Soygüder, Şebnem (2004) “Türk Popüler Medyasının Yeni Popüler Ürünleri”, Karizma Dergisi, 5 (18): 147-158
- Steger, B. M. (2006) Küreselleşme, Çev. A. Ersoy, Ankara: Dost Yayınları
- Şan, Mustafa Kemal (2015) “Frankurt Okulu ve Kültür Endüstrisi Eleştirisi”, Politika Dergisi, 9 (8): 1-15
- Veblen Thorstein (2020) Aylak Sınıfın Kuramı, Çev. Cumhur Atay-Zeynep Gültekin, İstanbul: Urzeni Yayınevi
[1] Çıkar uğruna, herhangi bir kuruluşun veya iktidardaki güçlerin görüşlerini savunan basın.