Söyleşiler

Kendi Hayatında Ölme Vakti

Çiğdem Ülker

Her şey değişir. Doğanın değişime ve ve sonunda ölüme kurgulu yasası her sene,  dört mevsimde  doğumu ve ölümü izler. Tabiat şaşmaz bir işbirliği ile hep  aynı döngüyü gerçekleştirir.  Nitekim, paleontologlar ve evrimsel biyologlar bu döngünün en bariz örneğinin insan olduğunu, fosil kayıtlarında göre 315 yıldır var olan türümüzün  -bütün memeliler gibi- yok olmaya yazgılı olduğunu  nicedir söylüyor (*)[1]

İnsan, dünyayı alt üst eden büyük gelişimine yaşam süresini uzatan müthiş çabasına karşın bireysel yok oluşunu yenemiyor. Ölüm ile baş edemiyor.Türümüzün en soylu eylemlerinden biri olan edebiyatın da ölüm kavramı ile olan hesaplaşması hiç bitmiyor. Mitolojiler çağından beri Dante de, Maria Shelley  de, Oscar Wilde da  ölümle  başa çıkmaya çalışan kahramanlar yaratıyor sayfalarda. Edebiyat bu yenilmez, amansız düşmanla ya uzlaşmanın yolunu arıyor, ya da yazgıya boyun eğmeyen, ona meydan okuyan kahramanlar yaratıyor.

Elimdeki kitabın daha adı bile yazgıya kafa tutan insanın tek yolunu düşündürüyor bana: Kendi Hayatında Ölme Vakti.(**)[2]

Kaderin Kilidini Kırarak Açan İnsanlar

Mehmet Eroğlu,  başka yapıtlarında da işlediği “yazgısını aşmaya çalışan insan” teması bu metnin de  odağına yerleştiriyor. Fay Kırığı Üçlemesi’nde (2009) yarattığı karakterlerden kendi özgür seçimini yapabilen Emine’nin, Mehmet’in  eylemlerinden tanıdığımız bir temadır bu. Fay Kırığı Üçlemesi’nde ülkedeki zamanın manzarasına bakan ve derinleşen fay kırıkları üzerindeki insan ilişkilerini anlatan Eroğlu, roman kişileri Mehmet ve Emine’nin eylemleri ile okura çağımızda ve her çağda geçerli olabilecek insan seçimlerini ve kendisi olabilmenin şartlarını düşündürür.

Varolabilme, kendi olabilme, gerçek bir eylemde bulunabilme, çağlar boyunca hiç olmadığınca gereksinimidir günümüz insanının. Mehmet Eroğlu, adını andığım Üçleme’de kendini gerçekleştirmeye çalışan insanın eyleminin temeline şu soruyu koyar: Başkası için, herhangi birisi için, türdeşin için kendi varlığını tehlikeye atabilir misin? Hiçbir şey ummadan, beklentisizce dikilebilir misin ölümün karşısına?  Başkasının yaşaması için bilinçli ya da bilinçsiz  ne yapabilirsin, vazgeçebilir misin? Ölümle oyun oynayabilir misin?

Kendi Hayatında Ölme Vakti  ise buna çok yakın bir temayı işler. Hayata dair her şeyi bilmek isteyen türümüzün ölüm karşısındaki aczinin ötesine geçebilen ruhlara adanmış bir romandır. İnsan doğasının yüce tarafına sunulmuş bir baladdır. Kaderin ötesine geçmeyi başarabilenler için yazılmış bir requıem ve kendi yazgısına boyun eğmiş birini kurtarmak için ölümü göze alabilenleri anlatan bir metindir.

Sorular Kendimizle Yüzleştirir

Romanın başkişisi benanlatıcı olarak  kendi değişimini ve kararlarını paylaşırken okuru hayata dair pek çok soruyla  yüz yüze bırakır. Kişileri tanırken, olan biteni öğrenirken, olayı okuyup geçemeyiz. Satır aralarında bize sormaktadır roman: Aile cehennemin diğer adı mıdır?  Çaresiz hastalığa yakalanmış babanızın ölümünü istemek sonsuz bir lanetlenme midir? Annenizin hiç de kutsal olmadığını, hatta bencil bir günahkâr olduğunu fark etmek kötü olmak mıdır? Hiç tanımadığımız insanlara (mesela göçmenlere) ve hayvanlara bir borcumuz mu vardır? Aşk her şeyi affeder mi ve bu affetme hali bizi küçültür mü?

  Yalnızlığı bir kaçınılmaz yazgı olarak kabul etsek bile penceremizdeki kuş, bahçedeki   röntgenci kedi, oyun düşkünü köpek,  sokaktaki alzheimer’lı köpek yolculuğumuzun yoldaşlarıdır, onları fark etmek kimsesizliğimizi  hafifletebilir mi?

 Doğanın bizim dışımızdaki olağanüstü var oluşunu, mevsimlerin döngüsünü, gökyüzünün anlaşılamaz büyüklüğünü algılamaya çalışmak bizi daha insan kılabilir mi?

Yazarın Cevabı

 Kendi Hayatında Ölme Vakti’nde  kişilerin yaşadığı aşklar, sorunlar, uğradıkları felaketler, onların akıllıca ya da budalaca bulduğumuz kararları sayfalarda akıp giderken aslında yazarın yanıtlarını da düşünürüz. Nihat’ın  “kendi hayatında ölme vakti”nin geldiğine ilişkin kararını sorgularız. İntihar’ın felsefesini düşünürüz. “Felsefenin temel sorusudur” diyen  Camus’nün saptamasını hatırlarız.  Bu romandaki ölme vakitleri intihara ayarlıdır ve Eroğlu, okuru düşünmeye zorlar. Kişinin koşullarını düşünür, intihar eylemini anlamaya çalışırız.

Romanda üç intihar söz konusudur. Bir kadın ve iki adamın eylemidir bu üç vaka.

 Romandaki odak olay, Nihat’ın intiharıdır. Sevdiği kadını serbest bırakabilmek, özgür kılabilmek için bedenini alır, bu dünyadan çeker gider. Canan’ın yolundan çekilmiş, ona bir gelecek biçmiştir. Kaderini kendi çatmış, korkuya karşı yürümüş, ölümle boy ölçüşmüş bir adamdır o. Onun bu seçimi,  başka birine de ilham verecek, romanın başkişisi de aynı yolu yürüyecektir. Yazarın incelikli bir saygıyla oluşturduğu Nihat karakteriyle ilgili satırlar bir tragedya kahramanına adanmış  şiirsel bir ağıta dönüşür: “Dönüyor: Şimdi o sualtı canavarıyla belki belki de Poseidon’la karşı karşıya. Adımını kaldırıyor ama hemen atmıyor, sanki sınırı geçecek, mutsuzluğun kol gezdiği bu dünyayı terk edip yeni bir dünyaya aayak basacakmış gibi, bir süre havada tutuyor. Dudakları aralık: Ne yaptığını biliyorum: Kimsenin duymadığı duymayacağını bildiği şiirini mırıldanıyor:’Direnirsem, duyduğum korku bana kendi korkumu aşma fırsatını, yitirdiğim cesaretimi bağışlayacak… Kimsenin aralamaya cesaret etmediği kapıları açmaya gideceğim. Gölgenin, gölgelerin sınırını yüreğimde tek hüzün damlası barındırmadan geçeceğim; yaşam denilen önemsiz duyguları, düşünceleri, kaygıları geride bırakarak…’ Ve sonra şiirinin en hüzünlü dizesi: ‘Unutma beni’…”

Sonra, ikinci vaka: Kadın ki adı Pınar’dır. O, çaresizliğin, ruhsal ve fiziksel hastalığının kurbanıdır. Kendini pencereden betona atarken ne özürlü kızını düşünür ne sevgilisini. Büyük ve umarsız bir kaçıştır onun intiharı. Bilinçli bir karar olmadığı, patolojik bir sonuç olduğu ortadadır: Bu intihar  hiç de saygı duyulacak bir eylem değildir. Nitekim yazar da bunu koyar ortaya: “Kendimi öldürürüm, öldürürüm diye sayıklarken acılı bir zevk duyuyordu. Bir şeye son verme kararı. Galiba bakışlarında bu vardı. Bir anlığına, belki bir saniyeden daha kısa süren bir andan söz ediyorum, ona acıdım. Az kalsın koşacak, kolundan tutup onu pencereden çekecektim. Hayvani hüznü ürpertici ve etkileyiciydi. Ama karşımda hasta değil kötü bir insan olduğunun ayırdına varmak çok zaman almadı. (….) Yere çarpan gövdenin çatırtısı dehşet verici olmaktan çok mide bulandırıcıydı. Göçü sona ermiş, yolculuğun sonuna gelmişti.” (s.250)

Sonuncu intihar ise henüz gerçekleşmemiştir ama o da “kendi hayatında ölme vakti”nin geldiğine karar veren benanlatıcının kesin kararıdır. Yakalandığı kalıtsal hastalığın onu bir zombi haline getirmesine izin vermeyecek  ölümünü kendi gerçekleştirecektir.

 Bir Kahraman Çıkar Ortaya

Oysaki onu romanın ilk sayfalarında neredeyse hodbin diyeceğimiz bir adam olarak tanırız,  “fildişi kulesi”nde yaşayan bir yazardır. Varlıklıdır, bekardır, alabildiğine hazza odaklı bir yaşamı sürüklemektedir. Ne sevgilisi olan genç kadının sorunlarını bilir ne de başka insanlarla ilgilenir. Sadece son zamanlarda yazamamaktan şikayetçi gibidir. Esin’i sevip sevmediğini bile düşünmez, ta ki kadının ondan uzaklaştığını fark edene kadar onu pek de önemsemez.  Ancak ihanete uğramak  bu adamın bencil kibrinde öyle bir yara açar ki  yaşadığı kenti terk eder ve bir deniz kasabasına gider. Orada “yazacak” ve  terk edilmişliğini unutacaktır. “Kahraman bir yolculuğa çıkacaktır.” Ve Eroğlu’nun sıklıkla kullandığı o tema,  o “insan olma yolculuğu” başlar.

Kadınlar Hayata Olan Borçlarını Hep Bedenleriyle Öderler

         Roman, kozasını “intihar” eyleminin etrafında örerken okuru başka bir olguyu da görmeye zorlar. Romanın kadınları  -gerçekteki pek çok hemcinsleri gibi-  hayatla hesaplaşmalarında hep bedenlerini  ortaya sürerler.  Bu, yanlış ve akılsızca bir ödeşmedir, intiharın bile saygı duyulacak felsefi bir açıklaması olabilir ama bedenini masaya sürmek yazarın deyimiyle “budalaca”dır.

  Canan akıllıdır, eğitimli bir kadındır ama o bile bedenini ve ruhunu Nihat’a sunar. Annesinin adama olan borcunu ancak böyle ödeyeceğini sanmaktadır. Aşağıdaki paragraf, Canan’ın bu kararını anlatır. “Bedenim, ruhum, geleceğim senindir… Ölüm bizi ayırana kadar birlikteyiz. Nihat Bey, yarısını boşalttığı kadehini masaya bırakırken Canan’ı işaret ediyordu. ‘iki yıl önce, bunları söyledi (…) Küçük budala annesinin borcunu ödemeye gelmiş.” (s. 311)

Esin, sevgilisine bakabilmek için, bedenini satar, fahişeliği göze alır. Oysaki o da eğitimli bir kadındır ve zaten bir işi vardır. Neden bu yolu seçer pek de anlaşılmaz

Ayşe, politik bir protesto biçimi olarak açlık grevine başlar, sanki protesto ettiği durumların suçlusu bedenidir, onu yok etmeye çalışır.

Hatice de, kızının yanında olmak için  açlık grevine girer. “ Başına kenarları tığ işiyle süslenmiş bir tülbent geçirmiş kadın dönünce irkildim. Karşımda Hatice değil, onu andıran biri vardı. Bakışlarını aydınlatan ışık sönmüş, yüzünün iskeleti parçalanmış, yanakları içeriye çökmüştü. Görünüşü irkilticiden öte korkutucuydu. Sanki dünyanın bütün acısını sünger gibi emmişlti. ‘Beyefendi…’ elini tuttum. Buz gibiydi.; yaşamı bedeninden içeri çekilmişti. ‘Ben de Ayşe gibi ölüm grevine yattım.” (s.71)

Bu kadınlar bedenlerini böyle hoyratça kullanırken aslında nasıl bir toplumsal şartlanmanın etkisindedirler biliriz. Kadın bedenini meta olarak gören, küçük gören bir  erkek egemen bakış, kadını da kendi bedenini  değersiz ve önemsiz bulmaya zorlamaktadır.

Romanda bu kadınların yanı sıra Şule, Teoman  ve Sevgi gibilerle de tanışırız, onlar da bedenlerini kullanmaktadırlar, ama sadece  bir haz aracı olarak. Metinin anlatıcısı da olan yazar, bu kişilere karşı tarafsız bile değildir, onları küçümseyerek hatta aşağılayarak anlatır.

Karanlığın Yüreğine Doğru ([3]*)

Bu romanın payandalarından biri de, anlatıcının yitirdiği bir yeteneğini, yazma yeteneğini arama hikâyesidir.  Temeldeki olay, artık yazamayan bir yazarın kaleminin kilidini açma sürecidir. Kahraman, deniz kıyısında, gökyüzünün, bulutların, rüzgârın ve  fırtınanın  egemenliğindeki bir kasabaya gider.  “Bir gün kasabaya bir yabancı gelmiştir”.  Hikâye ve değişim başlamıştır. Kozasından çıkan bir kelebek gibi, adada gördüğü derisini değiştiren yılan gibi kendi dönüşümünü yaşar. Afganlı göçmen ailenin dramına tanıklığı ve onlar için tehlikeyi göze alması, Pınar’ın intiharıyla ve terk edilişle hırpalanmış ruhuna şifa gibi gelecek, Nihat’ın soylu duruşuyla etkilenecek, doğanın temiz ve sonsuz kucaklayışıyla değişecektir. Kendinin dışına çıkmış, başkalarının acılarını hissetmeye ve başlamış, insan kardeşlerinin kalbine dokunmaya başlamıştır. Kahramanımız belki de hayatında ilk kez gerçek insanlarla sahici bağlar kurmaktadır. “Başıma ne gelecek ya da gelmeyecekse, kendi bilincim ve gücüm dahilinde gelecek ya da gelmeyecek. Çaresizliğimin, hüznümün aklımı, cesaretimi uyuşturup düşüncelerimi inançsızlığın sürgününe  göndermesine izin vermemek, yazgısından kaçan trajik kahraman olmamak elimde” (s.370) derken garip bir paradoks da söz konusudur. Romanın anlatıcısı babasının kaderinin mirasçısıdır.  Genetiğin kalıtsal etkisi onu, insanın beynini yok eden bir kas hastalığına Huntington’a mahkûm etmiştir.

Nihat’ın yaptığını yapmanın, kendini o denize teslim etmenin vaktidir şimdi.

Kendi hayatında ölme vaktidir.

 Anlatıcı, sahibi olduğu büyük maddi varlığı otistik Kiraz’ı sahiplenen Esin’e bırakarak ölüme yürüyecektir. Romanın üçüncü intiharı da gerçekleşecek ve bu karar, roman kişisini daha önce hiç hissetmediği bir duyguyla tanıştıracaktır: “Hayatın görkemli bir sonu olabileceği umudu.”(s.370)

Mehmet Eroğlu edebiyatının felsefi temeli bir kez daha insanın erdemine  ve onun başkaldıran gücüne görkemli bir son biçmektedir.

(1)  Henry Gee, “İnsan Türü Yok Olmaya Mahkûm”, Scientific American Dergisi’nden alıntı, Oksijen Gazetesi, 21 Ocak 2022. s.26

(2) Mehmet Eroğlu, Kendi Hayatında Ölme Vakti, İletişim Yayınları, 2022

(3) Mehmet Eroğlu, Joseph Conrad’ın Karanlığın Yüreği adlı romanına bir gönderme yapmaktadır.