Söyleşiler

Güneydoğu’da Savaşan Askerlerden Mektuplar Alıyorum

Bu ay edebiyat medyasında “o geri dönüyor” türünden başlıklarla yazılmış söyleyişler görebiliriz. Nitekim, özgün dili çarpıcı konularıyla, yayınlandığı kitabıyla deprem yaratan, sonra da yeni bir kitaba dek ortalarda görünmeyen Mehmet Eroğlu’nun yeni romanı “Düş Kırgınları”, siz bu röportajı okurken raflara yerleşmiş olacak Her ne kadar artık kitap yayınlama periyodu sıklaşsa da, olsun; gözlerden ırak olmayı seçen Eroğlu, “efsane” kabilinden anılacaktır yine de! Biz yazarı, son kitabın mekanında, yazlarını geçirdiği Karaburun’da bulduk. Bu konuda söyleyecekleri netti: “Bence bir yazar hiçbir zaman romanın önüne geçmemeli, kişiliğini eserinin önüne koymamalıdır. Okuru ilgilendiren konunun kişiliğim-daha doğrusu, özel yaşantım- değil, yazdıklarım olduğunu düşünmüşümdür hep.” Onu okurları için bir “fenomen” e dönüştüren tek neden bu değil kuşkusuz. Asıl neden, romanlarımın ta kendisi: savaşların ve acının insan ruhundaki tasviri, insanın tehlike ateşinde sınanıp zarından soyunmuş hali ve vicdanın hükümranlığı. 12 Mart’ı ve 12 Eylül’ü yaşayan Güneydoğu’da, Kıbrıs’ta, Filistin’de yaşananları duyumsayan Eroğlu bu olayların içinden geçen insanları anlatıyor. Ya da törpülenmiş günümüz insanını… Öyle bir dünya yaratıyor ki romanlarında, söz konusu cephelerde savaşmış “edebiyatsever” askerlerden mektuplar alıyor: “Savaş, günümüzün ortak bölenlerinden biri savaşın içselleştiremeyen ve onun travmalarını yaşayan insanlar var. Biliyor musunuz WEB sayfasına bir sürü insan e-mail atıyor. Güneydoğu’da savaşmış ast subay ve subaylardan o kadar çok e-mail alıyorum ki… Edebiyatseverlerinden tabii.’Yaşadıklarımızı o kadar iyi anlatmışsınız’ diyenler; ’Bende ne notlar var!’ diyenler; küçük düzeltmeler yapanlar… Özellikle ‘Zamanın Manzarası’nda… Mesela diyor ki; ‘Oranın adı öyle değil, böyle yazılır.’ Ya da romanda toprak bitiyle ilgili bir ayrıntı var, onunla ilgili açıklayıcı bilgi veriyor; ‘bizim başımıza şöyle şöyle gelmişti’ diye… Bunu, romanda yaratılan tiplerin gerçekliğiyle ilgili bir ölçüt diye alıyorum.”

YAZARAK DÜZENİ YIKMAK

Eroğlu “siyasi romanların yazarı” tanımını kabul etmiyor. Onun derdi, insanla: “Doğrusu bana siyasi roman yazarı denebilir mi, daha doğrusu romanlar böyle sınırları çok kesin çizilerek kategorize edilir mi; emin değilim. Günümüzde yazılanlar o kadar apolitik ki, politikayla ilgili bir şey yazdığınızda politik yazar muamelesi görüyorsunuz. Romanlarında- artık çoğunlukla yazarların ilgilenmediği- toplumsal olaylarla ve kendileri sınayan, yazgılarını değiştirmeye çalışan trajik insanla ilgileniyorum; hepsi bu. İnsanı anlatmayan, insanda var olup da adı konmamış bir insanlık durumunun altını çizmeye kalkışmayan roman, roman değildir. Ancak insanı çevresinden soyutlayamayız. Onu o hale getiren toplumsal ilişkiler, ekonomik durum nedir? Benim yazdıklarım,’trajik tema’ dediğimiz insanlık durumlarıyla ilgili romanlardır. Bu romanlar da çoğunlukla insanlığın çalkantılı dönemleridir; devrimler, isyanlar, politik gerilimler…” “Her savaş, insanı eninde sonunda yazar olmaya iter; kimisi bunu becerir kimisi beceremez” diyen Eroğlu’nun yazarlık serüveninin gerisinde de, o ”çalkantılı dönemler” var: “Beni yazmaya iten şey yaşadıklarım denebilir. Aşağı yukarı 1970’de yazmaya başladım. 12 Mart, bizim kuşağın üzerinde kalıcı hasarlar bırakan bir dönemdi. Kitaplarıma o fonları almamın nedeni, o büyük cehennem ateşinde kavrulan insanları yazma istediğimden geliyor. Yoksa hiçbir zaman romanı, politik görüşlerin didaktik bir şekilde tekrarlandığı bir sanat dalı olarak düşünmedim.” İnsanın aslının, tehlikeyle yüzyüze geldiğinde ortaya çıktığını düşündüğümden, “ Savaş, insanın üzerindeki zarı çıkarıp bir kenara koyuyor. İnsanın kendi özüyle karşı karşıya bırakıyor” dediğinden, kahramanları hep savaş yaraları almış oluyor. Eroğlu, “ Yazmak için her şeyden önce söyleyecek sözünüz olmalı; yazmak için bize gereken, yetenek değil, yazar olma isteği ve açlığıdır.” Diyor ve bunu yaklaşık 8 yıldır yazarlık dersleri verdiği Ankara’daki Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’ndaki öğrencilerine söylüyor. Onun söyleyecek sözleri ise, “düzeni yıkma isteği” ne dayanıyor: “ Yazarlık serüvenimin gerisinde, söylemek istediklerim ve yazmadan dengeye getiremediğim dengesizliğim yatıyor. Yazmak benim için bir zorunluluk. Anlatmak istediğiniz ne, diye soracak olursanız; acı, pişmanlık ve toplumu sarsmak, hatta elimden gelirse düzeni yıkmak isteği diyebilirsiniz.”

ROMAN ÖNCE KAFASINDA BİTİYOR

Eroğlu bu istekle yazmaya 12 Mart’ı yaşayıp Kıbrıs’ta savaşmış bir solcunun hesaplaşmalarını anlatan “Issızlığın Ortası” ile başlıyor. Kitap, bir buçuk yıl kadar yanında “mayalanıyor”. İzmir’den tanıştığı Attila İlhan, o zamana dek bir “edebiyatsever” olarak tanıdığı Eroğlu’nun ilk romanı çok beğeniyor ve yarışmaya göndermesini öneriyor. “Issızlığın Ortası”, 1979 Milliyet Roman Ödülü’nü, Orhan Pamuk’un romanı “Cevdet Bey ve Oğulları” ile paylaşıyor. Fakat Abdi İpekçinin öldürülmesi, gazetenin satılması ve 12 Eylül darbesi birbirini izliyor. İlk kitabı “sakıncalı” bulan yayınevi, ikinciyi – ilkinin devamı niteliğindeki – “Geç Kalmış Ölü”yü de aynı gerekçeyle basmıyor. Eroğlu, “ Yayınevi sansürcüydü. Zaten faşizmin insanlara saldığı korku önemlidir” diyor. Böylece ilk kitap yazıldıktan 10, ödül kazandıktan beş yıl sonra, 1984’te yayınlanabiliyor. Ertesi yıl da ikincisi… Her iki roman birlikte, Orhan Kemal ve madaralı roman ödüllerini alıyor. Eroğlu, insanları sadece savaş hikayeleriyle sarsmıyor. “Kusma Kulübü”nde olduğu gibi, “toplumsal vicdanın sığlına duyduğu öfke” de önemli bir etken: “Kusma Kulübü’nü yazmanın gerisinde, insan olarak bebeklerin açlıktan ölmesi karşısında duyduğum öfke ve onulmaz utanç var.” Bir aşk romanı olan “Düş Kırgınları” ise, daha önce “Yürek Sürgünü” ve “Zamanın Manzarası”nda da yer verdiği Karaburun ‘da geçiyor. Yazar romanda Şeyh Bedrettin’den söz ediyor, bazı yerel hikayeleri kullanıyor. Büyük bir inşaat şirketinin yöneticisiyken 50’sine doğru mesleği bırakıp gece gündüz yazmaya karar verdiğinden – 2000 yılından – beri, daha sık roman yayınlanabiliyor, Eroğlu: “Önce üç yılda bir roman yazacağım demiştim. Önce iki yıla, sonra bir buçuk yıla düştü. Şimdi bir roman yazıyorum. Kendimi dizginlemesem onu da yılbaşına bitiririm.” 2006 Ekim’inde çıkarmayı planladığı romanı da aslında bitmiş. “ Ne dönem, ne isim, ne ülke var” dediği romanı, sadece kağıda geçirmek kalmış. “Düş Kırgınları” nı da zaten önceki yaz denizde yüzerken bir tanıdığının, “ Karaburun ile ilgili hiçbir şey yazmıyorsun” yakınmasıyla tasarlamış: “O ses kulağımın arkasında gidip gelirken aşağı yukarı 25 dakikada tasarladım. Çıktım not aldım, sonra baştan sona tasarladım; roman bitmiş oldu.” Eroğlu, böylece kendi deneyimlerinden örnekle geleceğin yazarlarına küçük bir ders de vermiş oluyor, son söz niyetine: “ Yazmayla ilgili derse girdiğim zaman şöyle derim: Yazmak için bilinmesi gereken birkaç şey var. Birincisi ne yazacağınız, ikincisi öykünüzün sonu. Ondan sonra kararlaştırırsınız. Üç paket sigara içiyordum, bıraktım ve hiç yapmadığım bir şeyi yapayım diyerek 40 yaşından sonra saksafona başladım. Herkes çok şaşırdı. 1993’ten sonra üç yıl, her gün iki buçuk, üç saat saksafonla uğraştım. Elimdeki nasır yeni yeni geçiyor. Herkes bir parçayı çalmak için on defa deniyordu, ben otuz defa deniyordum. Ama onlardan daha iyi çalıyordum. İyi bir şey ortaya çıkarmak, emekle ilgili. Kan, ter ve gözyaşıdır, sanat”

İZMİR LİFE Eylül 2005 Duygu Özsüphandağ YAYMAN