Söyleşiler

Gülenay Börekçi – Türkiye’nin son 30 yılını ele aldığınız Fay Kırığı üçlemesinden bahseder misiniz? Ne zaman başladınız yazmaya ve nasıl ilerledi? Bir üçleme yazacağınızı yazmaya başlarken biliyor muydunuz?

Mehmet Eroğlu – Türkiye’nin 1990 sonrasını yazmayı ilk kez 93lerde, Yürek Sürgünü adlı romanımı bitirirken düşündüm. Laik-Müslüman çatışması gündemdeydi, Kürt sorunu ya da Güneydoğu’daki savaş şiddetlenmişti ve yoksulluk diz boyuydu. Ancak daha sonraki 5 yıl boyunca müzikle uğraştım ama fikir aklımın bir yerinde mayalanıp büyüdü. AKP’nin iktidara gelmesinden sonra hazırlıklara giriştim. 2000-2006 arasında Yüz 1981, Zamanın Manzarası, Kusma Kulübü, Belleğin Kış Uykusu, Düş Kırgınları, yani bu beş romanı yazarken bir yandan da –ülkenin panoramasını yansıtacak- büyük bir roman için okumaları bilgi toplamayı, savaşanlarla konuşmayı sürdürdüm. Nihayet 2006’nın sonunda, Fay Kırığı adını vermeye karar vererek kitaba başladım. Ancak daha ikinci haftanın sonunda romanın ez 1000 sayfa tutatacağı ortaya çıkınca, -ki bittiğinde 1300 sayfa oldu- üçleme fikrine döndüm. Zincirleme üç roman yazmak, ele alınacak konular, –ülkeyi ve toplumu bölen, birbirinden uzaklaştıran- üç fay hattının varlığı açısından da mantıklıydı. Mehmet yoksulluk-zenginlik, Emine, Laik- Müslüman, Rojin ise Türk-Kürt çatışmasını, savaşı ele alacaktı.

G.B. – “Mehmet” 2009, “Emine” 2011 ve “Rojin” 2013’te yayımlandı. Bu isimleri seçerken neyi gözettiniz? İlkinin adının aynı zamanda sizin adınız olmasının okur açısından bir önemi var mı? Daha da bu ismin önemlisi sizin açınızdan önemi nedir? M.E. –  Kahramanın Mehmet adını taşımasının benimle bir ilgisi yok. Fay Kırığı bir üçleme olduğu için üç romanın adlarının da simgesel anlamlar taşımasının doğru olacağını düşündüm. Mehmet, ülkede çok rastlanan bir isim. Romandaki zengin olmayı düşleyen ortalama küçük burjuva tipi sembolize ediyor diye düşünebilirsiniz. Emine, müslümanlığın ele alındığı ikinci kitap için uygun bir isim oldu. Rojin’de Kürt savaşının anlatıldığı son romana yakıştı.

G.B. – Üçlemenin ikinci romanı olan “Emine”de antikapitalist Müslümanlar ve İhsan Eliaçık’tan etkilenmişsiniz, anlatır mısınız? Bir de şu… İki yıl önce yayınlamıştınız bu romanı ama 2013’te, bilhassa Gezi’den sonra yeniden güncel hale geldi. Ne hissettiniz? M.E. –  Ben Mehmet ve Emine romanlarındaki Hasan Hoca karakterini, daha İhsan Eliaçık bilinmezken, antikapitalist müslüman hareketi ortada yokken politik islamın nerelere varacağını düşünmeye başladığım 1993 yılında tasarlamıştım. İnanmayan, Yürek Sürgünü’nu okusun. Hasan Hoca, Mehmet’in yazılmaya başladığı 2006’da yani Gezi’den tam yedi yıl önce ortaya çıktı. Daha sonra 2009’da  İhsan Eliaçık’ın metinleri ile karşılaşınca, Emine’de Hasan Hoca şaşırtıcı bir sahiciliğe kavuştu. Gezi Olayları sırasında ilk düşüncem hayatın romanımı taklit ettiği oldu. Şaşırmadım. Çünkü Antikapitalist Müslümanlar’ın tutarlı davranacaklarını biliyordum. Ne hissettiğime gelince, üç yıl önce Emine çıktığı zaman müslümanlarla ilgili politik öngörümü eleştirenlere bakıp güldüm.

G.B. – Sizinle ilgili “edebiyatçının kahin olarak rolü” nden bahsedebilir miyiz? Bunun size bir nevi kült şöhreti kazandırdığı da söylenebilir. Zaten 2008’den bu yana, romanlara konu olduğunuz, hakkınızda filmler, belgeseller çekildiğinden de söz ediliyor. Hangileri o filmler, belgeseller, romanlar? Bir de bu durum size kendinizi nasıl hissettiriyor? M.E. – Kahinlik iddialı bir benzetme olur. Ancak kehanet diyeceksek, bence kahinlik Fay Kırığından çok 1993’de, Yürek Sürgün’ünde politik İslamla ilgili yazdıklarımda aranmalı. 1993 de Politik İslamın bir kolunun yeraltına çekilip, şiddeti yöntem olarak seçeceğini (domuz bağı kullanan Hizbullahı hatırlayın), ana damarınınsa sosyalizmin boşalttığı alanı doldurup toplumun antikapitalist tepkisini kullanarak iktidar olabileceğini söylemiştim… Sorunun ikinci kısmına gelince: Filmler, belgeseller, romanlar esinlenme olabilir. Ben kendimi herkese açmam. Belki yazdıklarımı dikkatle okuyanlar geçmişim hakkında bazı ip uçları edinebilir. İnsan yazarken cömert ve açık, kendinden söz ederken ketum olmalı.

G.B. – Sol ve İslam hakikaten bir araya gelebilir mi? Bu iki gücün bir araya gelmesi solcuların ve Müslümanların istediği, desteklediği bir şey midir? Bu gerçekleşirse, sonuçları ne olur? M.E. – Toplumcu refleksleri olan Müslümanlarla solun stratejik bir ittifak gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğini söylemek zor. Bu işbirliği spesifik koşullara bağlı olur. Belki Gezi Olayları gibi, iktidarı ciddi şekilde hırpalayan bazı durumlarda birlikte hareket edebilirler. Ama bundan daha önemli olan solun Müslümanlığı, Müslümanların solu –klişe önyargılardan kurularak- tanıması. Karşılıklı bir etkileşim sağlanması. Sanırım bu  sorun mevcut İslam kültürü, kentleştikçe çözülecek. Şu anda Müslümanlığın ana karakteri taşralı. Mevcut iktidar da bu taşralılığı gayet açık bir şekilde yansıtıyor.

G.B. – Üçlemenin yeni yayınlanan üçüncü kitabına dönersek; Kürt meselesini ele alıyorsunuz… Bu topraklarda Kürt meselesi konusunda umut veren ilerlemeler kaydedilmesi niçin böylesine zor sizce? Barış adına bizi engelleyen şey nedir? M.E. –  Hatırlayın, Avrupayı biçimlendiren savaşlardan birisi 17. Yüzyıldaki 30 yıl savaşlarıdır. Bizdeki savaş da 30 yıl sürdü. Savaşa katılan nesiller arttıkça, acılar biriktikçe barışmak, yatışmak giderek zorlaşıyor. Unutulmamalıdır ki, her savaşın nihai amacı barıştır. Biz bunu gözardı ettik. Reel politik açısından bakarsak, barışa en son razı olacak taraf Kürtler’den çok Türkler’di. Şimdi olan bu. Bir türlü sonuçlandırılamayan Güneydoğu savaşı, Kürtlerin taleplerinin nihai yönü, Türkler için Cumhuriyetten sonra büyük bir travma. Ama barış kaçınılmaz. Ertelenmesi neticeyi değiştirmeyeceği gibi, faturayı kabartmaktan başka bir şeye yaramayacak.

G.B. – Farklı dünyaların farklı insanlarını bir araya getirecek şey size göre ne olabilir? Geleceğe dair umutlanmamız için birkaç sebep sıralar mısınız? M.E. –  Bir yerde, sanırım bir romanımda yazmıştım. “İnsan, kendisinin geliştirdiği ölçütlerle yargılandığında ortadan kaldırılması gereken bir tür.” Ama Romain Gary’nin dediği gibi “insan her seferinde kendi küllerinden yeniden doğan,” bir tür de. Yine bir yerlerde yazmıştım, sanırım o cümleyle cevabımı noktalayabilirim: “İnsanlık için umut, erdemlerimizin anası olan vicdanımızın derinleşmesinde yatıyor…” Vicdanı derin olan barışı seçer, barışı kollar. Toplumsal barışı sağlamak, farkındalığımızı arttırmak konusunda sanat ve edebiyatın çok önemli etkisi ve görevi vardır.

G.B. – Geçenlerde bir röportajınızda okudum, “Hayatı romanlardan öğrenenler birkaç adım öne çıkarlar” demişsiniz. Romanın, edebiyatın yukarıda sözünü ettiğimiz derin fay kırıklarının yok edilmesi, etkisiz hale getirilmesi konusunda nasıl iyileştirici olabileceğini düşünüyorsunuz? M.E. –  Edebiyat Hügo’nun dediği gibi bir toplumsal eylemdir. Bir yazar, hiç bir otoriteye, hiç bir politik sisteme bağımlı (angaje) olmamalıdır. Ancak bağımsız yazar sorumsuz olamaz; insanlığa karşı görevleri vardır. Bu görev, sorgulayarak yaşadığı zaman dilimine ışık tutmayı ve ona müdahale etmeyi de kapsar. Sanatın amacı (bilim gibi, saf din gibi, felsefe gibi) yaşamda var olmayanı, dengeyi arayışımızda daha adil, daha aydınlık olmaktır. Sanatçı uyumsuzlukları, çelişkileri belirginleştirmek, en azından unutturmamakla görevlidir. Bu tür tutum ve çabalar toplumsal vicdanı derinleştirir ve farkındalığımızı arttırır. Bir Guernica, bin uçaktan daha güçlü, daha etkilidir…

G.B. – Ankara’da ne yaptığınızı sorsam, kızar mısınız? Şundan soruyorum: Şaşırtıcı yetenekte ve üslup zenginliğinde bir “Ankaralı yazarlar kuşağı” yetişti son yıllarda ama siz edebiyat dünyasına Ankaralı mesafesinde duran ilk isimlerdensiniz… Ankara neyi simgeler ve sizin Ankara’nız nasıl bir yerdir? M.E. –  Soru gizli bir –öteki kentleri hafifçe küçümseyici bir- İstanbul hayranlığı içeriyor olsa da neden kızayım? Ankara’da neredeyse on beş yıldır haftada iki gün edebiyat seminerlerinde hocalık yapıyor ve iki yılda bir ortalama 350 sayfalık bir roman yazıyorum. Kimseye mesafeli durduğum yok. Ben başından beri hep olduğum yerdeyim. Mesafe tespitini tersine çevirirsek, İstanbul bana uzak duruyor da diyebiliriz. Şaka bir tarafa, 7 ay süresince bahçeli bir evin, güzel manzaralı bir odasında yazıyor ve seminer veriyorum; yazın üç ayı çoğu romanımı tasarladığım ve bitirdiğim İzmir/Karaburun’da denizin koynunda geçirip, bahar da ve sonbahar da iki ay kadar yurt dışında müzik dinlemeye gidiyorum. Gördüğünüz gibi durum pek sıkıcı sayılmaz. Yeri gelmişken söyleyeyim, ben kendimi hiçbir zaman Ankaralı bir yazar olarak görmedim. Genellikle trajik temaları yazarım ve bunları Karaburun’da tasarlar ve bitiririm. Hem maksat yazmaksa, Ankara verimli çalışmak için uygun bir yer. Eğer, ‘7 ay deniz yok derseniz,’ ben de gülümseyerek, ‘serüven seven yazar kendi denizini içinde taşır’ derim.

G.B. – Edebiyat dünyasıyla ilişkileriniz nasıl, nedense sizi şu ya da bu grubun bir parçası olarak göremedik hiçbir zaman, bu seçiminizin sebeplerini sorsam neler anlatırsınız? M.E. –  On yaşından beri inatla başkalarına benzememeye çalışıyorum. Zaman zaman bunun zararını çekmedim değil, ama  inatçılığımın yararı zararından daha fazla oldu. Bana sorarsanız insanlarla değil, fikirlerle birlikte olmak çok daha yararlı. Hem yazmak tek başına ve herkesten uzakta yapılır. Nietzsche, “Pazaryerinden ve şöhretten uzakta oluşur bütün büyük ve değerli şeyler,” der. Edebiyatta yandaş arayanlar genellikle bu işi bugün için yapanlar arasından çıkar. Ben yazmanın gelecek için yapıldığına inanırım.

G.B. –  Son olarak; yazmak niçin aşka benzer? M.E. –  Çünkü yazmak, gizemli, tutkulu ve her zaman yorucu bir serüvendir; bu yüzden aşka benzer. Kavranışı da edebiyatın bu ilham verici ana teması gibidir: Yazmak öğretilemez, öğrenilir ve kişiden kişiye değişen, neredeyse sayısız  tanımı vardır. Ve tek başına, tutkuyla, acı çekerek yapılır ve çoğu kez -tıpkı aşk gibi- mutlu sonla bitmez. Ayrıca, hakkında söylenilen hiçbir şeyin saçma olmadığı bir şeydir aşk. Yazmak da öyledir. Her tanıma girer…

Habertürk, Ekim 2013 Gülenay Börekçi