Sıradanlığa Tepkinin Romanı: “Yüz 1981”
Gürtan Cantekin – Roman, kapitalizmle birlikte olgunlaşır; hatta roman kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkardığı bir edebiyat türüdür dediğimiz zaman da yanılgıya düşmemiş oluruz. Elbette ki bu ifademiz cemiyet romanları yazılmayacağı anlamına da gelmiyor. Ülkemiz uluslaşma aşamasını tamamlamadığı için de, ortaya konan yapıtlardaki kişilikler pek geniş bir çevreyi içine almıyor. Bu yüzden, Mehmet Eroğlu’nun “Yüz: 1981” adlı yapıtında baştan sona işlenen romanın baş kahramanı daha çok bir tipleme gibi görünüyor. Ya da tip ile karakter arasında bir varlığı tanımlıyor. Romanın baş kahramanı Ben’i, romanın diğer kahramanlarının kişilikleriyle tanıyoruz, özelliklerini kavrıyoruz.
Hypolite Taine “roman yaşama tutulmuş bir aynadır” diyordu. “Yüz:1981” romanı 90’lı yıllar Türkiye’sine, geçmişteki kökleriyle birlikte, tutulmuş bir ayna niteliğinde. Bir sıradanlığa, kayıtsızlığa tepkinin romanı… Kitaba çeşitli deyişlerle başlıyoruz: Büyük şeyler sevgisiz yapılamaz (Schondoerffer). Bir sonraki: “Vicdanımı bu yılın modasına göre kestirmeyeceğim” (Hellman).
Roman, 80’li yıllardan sonra Türkiye insanının değişen kişiliğini, benliğini sosyo-ekonomik ve kültürel boyutuyla ele alıyor. Yazar romanın başkahramanı “Ben”le; değişen benliği, bencilliği, benmerkezciliği okuyucunun ruhuna seslenerek inceliyor. Nazan ismini alan ilk bölümde romana, yalnızlık, boyun eğme, korku, edilgenlik gibi, durumların egemen olduğu bir ağırlıkla başlıyoruz. Romanın kahramanı “Ben”in, kişiliğini ortaya koyan çözümlemelerle devam ediyoruz: “… bütün yaptığım buydu: Elimden gelen her şeyi yapmış olanlara ya da aklını yitirmişlere özgü saf bir budalalığa sığınarak beklemek…”
Ben’in yönelimi kendini koruma güdüsüyle devam ediyor. Nazan’a aşık olmaktan korkmasının ve aşktan kaçınmasının iki önemli nedeni var: “çift”lik, kişiliğin bu benliğin içinde eriyip gitmesi demek olacaktı. Sonra korkuyordu; korkmakta da haklıydı: Nazan, elde edilmesinden çok korunması zor ve riskli bir hazineye benziyordu. Yani onu gibi değerli bir varlığı, kendi varlığını tehlikeye atmadan korumak olanaksızdır.” İlerleyen satırlarda bir başka cümle: “…Tedirginlikle yüklü aşk fikrini çabucak terk ederek, güvenli yorucu olmayan ilişki biçimine yöneldi.
Ben’in kişiliğinin oluşum süreci, Ben’in yakın çevresi, ailesi, yaşamına etki eden kişiler, olaylarla örülüyor. Halası, arkadaşları Faruk ve Nejat, lisedeki hocası Ziynet ile yaşamının ilk dönemlerine tanıklık ediyoruz. Halası, mutluluğu belli bir dönem yaşamış daha sonra ise soğuk, mutsuz bir hayata yönelmiştir. Faruk ve Ziynet, barındırdıkları sertlik ve şiddet ile Ben’de oluşan korkunun köklerini oluşturuyor. Aynı zamanda Faruk ve Ziynet, toplumdaki çarpıklığın faşizan insan tiplemelerini yansıtıyor. Faruk’un çocukluğuna dönüp baktığımızda; kedileri, köpekleri, sincapları öldüren ve hep bu öldürme iç güdüsü ile yaşayan bir insan(!) karşımıza çıkıyor. Ziynet ise yatılı okullarda öğrencilere uygulanan şiddetin simgesi. Yalnızlığı oluşturan ve yaratan kadın… Cinsellikteki bireyselliği ve sado-mozoşist eğilimleri yansıtan bir kadın. Romanda bu iki tiplemenin ortaya çıkma nedenleri, toplumla ilgili bağları yeterince ortaya konmuyor. Ben’in kendisi ve sorguladığı yüzü için milat olarak kabul ettiği 1981 yılı, asteğmen olarak yaptığı sıkıyönetim dönemi askerliğini kapsıyor. Ve Faruk da bu dönemde kendisiyle görev yapan bir ölüm makinası. Yazar, Ben’in yüz gizinin gerisindeki nedenin Faruk olduğunu açıklıyor. Solculara ait bir derneğe yapılan müdahaleyle gerçekleştirilen katliam ve bu katliama kayıtsız kalmanın yarattığı kişilik anlatılıyor.
Roman bir bina benzetmesiyle zenginleştiriliyor. Türkiye, 90’ların çelişkilerini yaşayan ve Güney Kanadı’nda çatlakların meydana geldiği bir bina. Faruklar’ın kullanılması, 80’lerde olduğu gibi 90’ların Türkiyesi’nde de çatlakları önlemede devam ediyor. Yine bina yöneticileri Ben’i kullanıyor.Böylelikle, 90’larda meydana gelen 16 bin kişinin öldürüldüğü fail-i meçhul olayları, bir kere daha hatırlıyoruz.
OLAYLARA SEYİRCİ KALAN BEN
Romanın Tahir Bey karakteri ile sayısı sınırlı olan, düşüncelerinden taviz vermeyen Türkiye aydını ile karşılaşıyoruz. 1981’de düşüncelerinden dolayı hapse atılan Tahir Bey bir felsefe profesörüdür. “Zekasının parlaklığının ve yurtdışına yayılmış ürünün hiç önemi yoktur. O 1981’de, numarası olmayan tabutluklardan birinde diri diri gömülmüş bir zavallıdan başka bir şey değildir.
Bina yöneticileri ve Faruk, Güney Kanadı’nda oturan Tahir Bey’i öldürmek istemektedir. Tahir Bey, Ben’i tanır. 1981’de Işık ile evlenmelerine nikah tanıklığı etmiştir. “Birileri- hepimizin bildiği birileri- beni öldürmeyi planlıyor ve siz de olup bitene tanıklık ediyorsunuz. Ama o kadar. Her şeye tanıksınız ancak konuşmuyorsunuz. Aslında tanıktan çok seyircisiniz; kenara çekilip sadece seyrediyorsunuz. Hiç taraf tutmadığınıza da eminim”(s.172). Tahir Bey kayıtsızlığa, tepkisizliğe ettiği sitemi kendi olumlu tavrıyla bütünleştiriyor: “Kimse Tahir Bildik’in Descartes gibi sakin ve münzevi bir düşünüre benzemesini beklemesin”(s.226).
Dönemin siyasi ortamı Ben’i mekanlarla tanımamızı sağlıyor… Ben, İstiklal Caddesi’nde vitrinlere bakarak gezdiği bir gün koşuşturan bir kalabalığın içinde kendini buluyor. “Durum çok geçmeden aydınlandı: Polis ellerinde fotoğraflar bulunan bir grup kadını coplayarak yakalamaya çalışıyor, yakaladıklarına da yandaki sokakta bekleyen arabalara bindiriyordu”(s.201). Ve bu anda elinde oğlunun fotoğrafı bulunan bir kadını duymazlıktan gelerek hızla ortadan kaybolan Ben’in durumu anlatılıyor.
Roman, kendi bireysel dünyasına çekilerek, koşullara ve halatın olumsuzluğuna tepkisiz kalan benliğin yitirilmesini, çehrenin değişmesini anlatıyor. 1981’le birlikte Ben değişmeye başlamıştır. Paradan para kazanan bu borsa spekülatörü, artık gençliğindeki fotoğraflarına benzememektedir. Yozlaşmış çevreyle birlikte yüzü de değişime uğramıştır. “Okuldaki yüzüm tanıdık, Nazan’la olan ise yabancıydı” (s.181)
YARINI YOK EDEN BENLİK
Ben’in değişen çehresi; yüzü kendine tutkuyla bağlanan kadınları da öldürür: Bu bulaşıcı bir hastalıktır: Zihnet, Işık, Duygu, Sevda tükenir. 1981’den sonra ortaya çıkan Ben, kişilikleri tüketir, harcar, öldürür. Ben’e aşık olanlar ölmeye mahkûmdur. Ben, bu yüzden hepsi yirmi beş yaşında ölmüş olan Işık, Duygu ve Sevda’nın kardeşi Ferda’nın kendisine aşık olmasını istemez, hatta nefret etmelidir Ben’den. Ferda tüm masumiyetiyle adından da anlaşılacağı üzere yarını, geleceği temsil eder. Ölüm sırası yarındadır artık. Ferda genç, masum ruhuyla Ben’i yıkayan, temizleyen bir özelliğe sahip. Ben’in zehirlenmiş kişiliğini içki içerek pekiştirmesine engel olmaya çalışır.
Ayhan tipi, romanda savaş ortamından, şehir hayatına alışmakta güçlük çeken insanı anlatır. Ayhan, 1996’da Bingöl’de asteğmen olarak bulunmuştur. Döndüğünde arkadaşı Nejat’ın yanında işe başlamıştır. Trafik sıkışıklığının yaşandığı bir gün, arkadaki arabanın korna sesinden rahatsız olarak şoförü döver. Olay yerine gelen polisler de dayaktan nasibini alır. 1996 yılını unutmakta zorluk çeker, yaşanan diğer bir olumsuz olayda gözaltına alınır. Ve gözaltında intihar ettiği haberi gecikmez. Ayhan, yaşanılan sendromu simgeler. Susurluk Olayı, herkesin kazadan söz etmesi, borsa spekülasyonları, kazadan sağ kurtulan milletvekilinin televizyon konuşması, çember sakallı taksicinin, kilisesi bulunan Taksim’e cami yapılmasının da gerektiği düşüncesi, Ben’i günlük yaşamının içerisinde hatırladığımız en yakın geçmişi oluşturuyor romanda.
Düzene Uyum Sağlayan İnsan Bunca sorun içerisinde cebelleşen Ben’in Nazan’la paylaştığı iki şey vardır: Briç ve yatak. Ben, kendini sorgulama, tanıma, yeni yüzünü anlamada çevresindeki yakın (!) insanlarla diyaloga geçer. Nazar’a sorar: “-Sence nasıl biriyim ben?” “…Sen gördüğüm en iyi aşıksın, ama seninle birlikte yaşamazdım, evlenmezdim…çocuk da istemezdim senden.” “-Neden?” “-Çünkü” “-Beni sevmiyor musun?” “…Evet sevmiyorum, ama sevgi aramızda hiç konu olmadı ki. Sorun uyum, sen çok uyumlusun.” Evet 1981’in Ben’i budur: Uyumluluk. Modaya uyum, sevgiliye uyum, düzene uyum…
Yaşanan bütün olumsuzluklara, Tahir Bey’in öldürülme planlarına, ülkenin genel durumuna karşı geliştirilen tavır, tahmin edilebileceği gibi kaçıştır. Kendisine Faruk ve İnce Adam tarafından teklif edilen muhbirliğe “hayır” demiştir Ben. Belki de hayatı boyunca gösterdiği tek olumlu tavır budur. Fakat bu davranışından dolayı evi darmadağın edilmiştir. Ben kaçar… Önce bir otele, oradan Antalya’ya, oradan Abant’a… Yazar insaflı davranmıştır. Kahramanımız (!) yurtdışına kaçmamıştır. Sorunu tespit etmiştir Ben; “Aslında sorun korku değildi, korkmayı alışkanlık haline getirmemdi.” (s.337). Kahramanımızın(!) kaçması, coğrafyadan kaçmanın yanı sıra kendini sorgulamaktan da kaçmak şeklinde tezahür ediyor. Ferda bu noktada, yaşama ablası gibi tutulan bir Işık’tır. “…Bir tür dönüştürücüydü: Hayali gerçeğe, üzüntüyü sevince, sıkıntıyı eğlenceye, sığlığı derinliğe çeviriyor, herkese mutluluk dağıtıyordu. Peki ya kendine?”(s.372)
Ben ve Ferda’nın, Abant’tan ayrılmayı planladığı hafta sonu Tahir Bey, Faruk tarafından feci şekilde katledilir. Faruk’da Tahir Bey’in koruması tarafından aynı şekilde öldürülmüştür. Olaylar durulmuştur. Artık dönüş yolu görünmüştür Ben’e. Romanın sonunda bir mücadele içinde bulunan Tahir Bey ve Işık’ın feylesofça yaptıkları diyaloglara, Işık’ın Sarı Defter adlı güncesinden tanıklık ediyoruz. Sıradanlığın, kayıtsızlığın bir değerlendirmesidir bu.
Yüz:1981 sıradanlığın, yavanlığın, edilgenliğin irdelendiği bir roman. İnsan ruhunun derinlerine nüfuz eden bir roman.
GÖKYÜZÜ – GENÇLİK DERGİSİ TARİH : MAYIS 2001