GEÇ KALMIŞ ÖLÜ’LERİN MESELENİN KALBİ’NE İNME ÇABASI OLARAK VAROLUŞSAL SUÇLULUK
Şeyma KARACA KÜÇÜK
İnsanın çevresiyle, karşısındakiyle ve en önemlisi kendisiyle olan ilişkisini inşa ettiği zeminin adıdır varoluş. Bu zemine çıkarken aynı zamanda varoluş kapısından içeri girmek için emekleyen, yavaş yavaş doğrulan ve yürümeye başlayan insanın anlama ve anlamlandırma sürecini eşyayla olan ilişkisi belirler. Zira insan eşyanın derinliğine, hakikatine nüfuz edebildiği ölçüde ayaklarının üzerinde daha sağlam durur. Yani zeminin dayanıklılığı çok boyutlu bir ilişkiler ağı üzerinden şekillenir. Bu ilişkiler, atılan her bir ilmek sayesinde genişler. Düşe kalka büyüyen insan attığı her bir ilmeği dokurken eline kimi zaman batan iğnenin acısıyla irkilir. Acı ve ıstırap, varoluşu bir yumak haline de getirebilir. Yumağı açmaya çalıştıkça açamama endişesi, varlığa karşı duyulan itimadın sarsılmasına; varoluş zemininin bir depremde çatırdamasına yol açabilir. Bu çatırdama sırasında insan tutunacak bir yer arar. Şüphesiz bu, kişinin hayatında bağlandığı değerler bütünüdür. Kişi, anlam yüklediği değerlere tutunarak kendisi olma yolunda büyür. Bu konuda Paul Tillich’in önemli bir tespitiyle karşılaşırız. Ona göre “anlamlar içinde yaratıcı bir biçimde yaşayan herkes bu anlamlara katılarak kendisini onaylar”(s.69). Böylece aslında Heideger’in otantik olma diye bahsettiği samimi, maskesiz bir benliğe doğru açılım sağlanabilir.
Diğer yandan kişinin edindiği değer ya da değerlerin ne olduğu sorusu da önem kazanır. Çünkü tutunulacak olan değerin sahih, mutlak bir nitelik taşıması insanın doğumunu, kendini keşfini yeni bir fikri ufukta görebileceğinin de işaretidir. Bu noktada karşımıza dikkate değer bir husus çıkar. O da kişinin varoluş potansiyelini gerçekleştirme çabasıdır… Çünkü insan varlığının imkânlarını sorgulayarak yol alır ve bu imkânlar neticesinde öz farkındalığa erişir. Bir de varoluş potansiyelini gerçekleştiremediği an vardır ki işte bu durum ciddi bir problemi göğüslemek anlamına gelir. O da suçluluktur. Varoluşsal suçluluk…
Rollo May bu kavramı Varoluşun Keşfi adı eserinde tartışır ve üçe ayırarak ilkini “kişinin kendi potansiyellerini yitirmesinden kaynaklanan suçluluk”(s. 150) şeklinde tanımlar. Kişinin özünü baskılaması ve potansiyellerini gerçekleştirememesi suçluluk yaratır. Diğer ontolojik suçluluk ise insanın diğer insanlarla ola ilişkisi temelinde gelişir. Başka birine karşı haksızlık yaptığını düşünen kişi suçluluk duygusuyla boğuşur. Bu durum “her birimizin birer birey olduğumuz için, yine her birimizin mecburen karşısındaki insanı kendi sınırlı ve taraflı gözünden algıladığı gerçeğinden kaynaklanır”(s.150). Bir başka ontolojik suçluluk ise “bir bütün olarak doğayla ilişkili olan doğadan ayrılma suçluluğudur”(s.150). Bu üç ontolojik suçluluk türünün ortak özelliği ise ailevi köklere ya da kültürel kodlara bağlı olarak gelişmesi değil tamamen öz farkındalık boyutuyla ortaya çıkmasıdır. Kişi “seçen ya da seçemeyen kişi olarak kendimi görebiliyorum derken” (s. 151) ontolojik suçluluğunu onaylar. İşte böylesi bir suçluluk farklı edebi eserlerde de izi sürülebilecek bir kavram niteliği taşır.
Graham Greene’in Meselenin Kalbi ve Mehmet Eroğlu’nun Geç Kalmış Ölü adlı romanları, varoluşsal suçlulukla yüzleşen karakterleri özellikle dini değerler ekseninde ön plana çıkarır ve bu karakterlerin yoğun bir vicdani muhasebe sonucunda intihara nasıl sürüklendiklerini ele alır.
Meselenin Kalbi’nde dini değerleriyle kendi varoluşunu sorgulayan kişi Scobie’dir. İkinci Dünya Savaşı sırasında Sierra Leona olduğu tahmin edilen mekânda emniyet görevlisi olarak çalışan; suçun, adaletsizliğin, kaçakçılığın kol gezdiği bir yerde adaleti tesis etmekle görevli olan Scobie, aynı sorumluluğu özel yaşamında da sürdürmeye çalışır ancak başarısız olur. Karısı Louise ile çocuklarının kaybı sonrasında evliliğinde problemler yaşayan; sahici, samimi bir iletişim sergileyemeyen Scobie yaşadığı mekâna sinen “ölüm,” “huzursuzluk,” “umutsuzluk” gibi tüm olumsuz imgeleri üstünde taşıyan mutsuz ve huzursuz bir karakterdir. Dolayısıyla romanın genelinde ahlaki çöküş teması ağırlık kazanır. Scobie’nin varoluşsal potansiyelini kilit altına alan bu değerler çözülüşü karısını Güney Afrika’ya göndermek için maddi desteğe ihtiyaç duyup Yusef adında bir kaçakçıdan para istemek zorunda kaldığında hızlanır. Böylece mesleki yaşamında da sıkıntılar yaşamaya başlar. Eşi uzaktayken yasak bir ilişki yaşamaya başladığındaysa hayatı tamamen kaotik bir hal alır. Roman her ne kadar görüntü düzeyinde Scobie’nin yaşamındaki bu problemler üzerine kurulu olsa da aslında derin katmanında daha içsel ve varoluşsal birtakım sorunlar barındır. Bunu eserde geçen şu ifadelerden anlamak mümkündür;
“Gerçekten de Scobie’nin nerdeyse her şeyi vardı; huzuru eksikti ancak(…) Scobie gece gündüz huzur diye yanıp tutuşurdu. Bir gece uykusunda huzur, koskocaman, ışıldayan bir ay parçası halini almış; kutuplardan kopmuş yıkıcı bir buzdağı gibi, dünyaya tam çarpmadan önce pencerelerinin önünden ağır ağır dalgalanarak geçmişti(…) Huzur dildeki en güzel söz gelirdi ona: “ Huzurumu sizlere veriyorum; huzurum yanınızda kalsın. Ey dünyanın kendi günahlarını kendi sırtına alan Tanrı’nın kuzusu, bize huzurunu bağışla.”(Greene, 2011, s. 69-78)
Huzursuzluğun yaşamını ele geçirdiği anlaşılan Scobie’nin intihara sürüklenmesi yüklendiği suçluluk duygusunun bir neticesidir. Bu suçu her ne kadar karısına ve mesleğine karşı işlediğini düşünse de aslında çok daha derinlerde kendine, daha doğrusu varoluşuna yönelik olarak işlediği anlaşılır. Özellikle intihar düşüncesini Katolik kiliseyle olan ilişkisinin şekillendirdiği görülen ve dini değerlerin sorgulandığı sahnelerde bu durum daha da belirginleşir. Katolik kiliseyi temsil eden Peder’in, intiharı cehennemlik bir günah olarak tanımladığı noktada oldukça sorgulayıcı bir tavır takınan Scobie, intihar eylemini Tanrı’dan umudu kesmek ve bilinçli olmak durumuyla açıklar. Umutsuzluk ise bağışlanamayacak bir günahtır. Fakat yine de ona göre bu günahı iyi niyetli insanlar işler. Scobie’nin umutsuzluk ve intihara ilişkin söylediği şu sözler kişinin varoluş potansiyelini gerçekleştirip gerçekleştiremediğine dair görüşünün de özeti sayılır:
“Umutsuzluk, erişilmesi olanaksız bir şeyi amaç edinmenin bedelidir. Bunun bağışlanamayacak bir günah olduğunu söylerler. Ama dürüstlükten yoksun ve kötü olanlar hiç işlemezler bu günahı. Çünkü hep bir umudu kalır kötülerin. Onlar, derecenin sıfır noktasına varıp, yüzde yüz başarısızlığa uğradıklarını hiç kavrayamazlar. Cehennemlik olma yeteneği, ancak iyi niyetli insanların yüreğinde bulunur her zaman”(Greene, 2011,s. 69)
İşte Scobie adım adım bu sıfır noktasına yaklaşır. Kendini Tanrı karşısında mercek altına alır. Onu kendi bedeninde tasavvur eder. Tanrı’yla şiddetli bir çatışmaya girişir. “Dinin hiçbir anlamı” (Greene, 2011, s.171) kalmamıştır. İnandığından bile emin olamadığını itiraf eder ve “acı dolu bir dünyadan mutluluk ummayı” “saçma”(Greene, 2011, s.140) olarak görür. Dolayısıyla varoluşsal bu sorgulama ondaki suçluluk duygusuyla birleştiğinde öze yönelik bir farkındalığın, kendiyle hesaplaşmanın yollarını aramanın bir göstergesi; varoluşsal parçalanmanın kıyısına gelmişken bir bütün olmaya duyulan özlemin ifadesidir. Varoluş potansiyelini kilit altında kalmaktan kurtarabilecek bu sorgulayıcı sözler, çevresindeki insanlara karşı duyduğu aşırı sorumluluğun neticesinde hissettiği suçluluğun ontolojik bir kökten beslendiğini gösterir. Ancak bu suçluluğa intihar düşüncesi de eklenir. Scobie manevi anlamda parçalanmışlığın, boşluğun ve anlam kaygısının eşiğindeyken bedensel manada kendini yok etmenin imkânını düşünür hale gelir. İntihar onun için artık kaçınılmazdır…
Tüm bu kaygılara eşlik eden varoluşsal suçluluk bir başka romanda daha karşımıza çıkıyor. Mehmet Eroğlu’nun Geç Kalmış Ölü romanında Ayhan ne Doğu’lu ne de Batı’lı olabilmiş bir aydın olarak 68 kuşağını temsil eder. Devrimci mücadele içinde yer almasına rağmen bu mücadelesindeki başarısızlıkla yüzleşmeye çalışır. Yaşamındaki tek olumsuzluk bundan ibaret değildir. Çocukken yaşadığı birtakım travmalar da onu karamsar bir karakter kılar. Ergenlik dönemindeyken arkadaşı Rezzan’ın teyzesiyle kurduğu cinsel ilişki, içselleştirdiği suçluluk duygusunu arttırır. Bu psikoloji, hiçbir yerde peşini bırakmaz. Buna askerlik yaptığı sırada arkadaşlarının ölümüne tanık oluşu ve onların ölümünden kendini sorumlu tutması da eklenir. Hayatı boyunca ulaşmak istediği kahramanlık idealini bir türlü gerçekleştiremeyen Ayhan’ın devrimci arkadaşı Zafer’i ararken onun kaçtığını öğrenmesi büyük bir hayal kırıklığı yaratır. İşte bu yüzden kendisini “yenik, inancını yitirmiş bir korkak”( Eroğlu, 2014, s.49) olarak tanımlar. Bu yenilgiler yumağı “ben kimim” sorusu odağında düğümlenir ve dini değerlerin inkârıyla çözülemez hale gelir. O da tıpkı Scobie gibi acı ve ıstırap içinde Tanrı’ya savaş açma niyetindedir. “Tanrı’yı ve zamanı dize getirme” amacıyla vücudunu ortadan kaldırmayı hedefleyen ve bunu da Tanrı’yı yenmekle eş gören Ayhan “hem suçlu hem kurban”(Eroğlu, 2014, s.271) konumundadır ve dolayısıyla bir bölünmeye maruz kalmıştır. Burada asıl sorulması gereken sorulardan biri, kahramanın bu bölünmenin üstesinden nasıl geleceğidir. Bu soru eserde intihar temasına önem kazandırır. Ayhan, intihar ederek hayatında aldığı yenilgilerin üstesinde gelmeye çalışır. Suçluluğun yarattığı parçalanma, yenilgi ve korkaklık bir karakterden daha çok Zafer imgesiyle yansıtılır. Dolayısıyla Zafer’in peşine düşüp onu bir türlü bulamamak kendini arayan fakat bulamayan; bir diğer deyişle varoluş potansiyeli baskılanan kişinin ontolojik anlamda bir çıkmaza girdiğinin göstergesidir. Ayhan’ın peşinde koştuğu ‘Zafer’ kendisinden başka, daha doğrusu kendi varlığından başka ne olabilir? Zafer’e erişememek bir bakıma kendi varoluş hakikatine erişememekten kaynaklanan suçluluk değil midir? Bu suçlulukla yüzleşen Ayhan, tıpkı Scobie gibi kendisiyle yüzleşmesini sembolik düzlemde Tanrı’yı karşısına alarak gerçekleştirir. Her ikisi de varoluşsal anlamda bir ikilemde kalmıştır. İnanmak ya da inanmamak… Scobie Tanrı’ya duyduğu inancıyla ilgili düşüncesini bir tereddüt şeklinde ifade eder ve Onu bu şüpheden dolayı karşısına alır. Romanın sonunda kendi varoluş zemini o kadar kaygan hale gelir ki kendi düşüşüne mani olamaz. Hatta bu durumu bir “düşme illeti” olarak yorumlar ve “hepimiz düşüyoruz, bu el de düşüyor” (Greene, 2011, s. 176) diyerek umudunu tamamen yitirme noktasına gelir.
Ayhan ise mutlak bir değere olan güvenini, inancını yitirerek Tanrı’yla olan mücadelesinde çok daha çetin bir çarpışmaya girer.“Zamanın tutsaklığından kurtulmak ve Tanrı’ya hükmetmek” (Eroğlu, 2014, s.273) onun tek amacı haline gelir. Bu tutsaklıktan kurtulmak için varoluş zeminini terk etmesi daha doğrusu intihar etmesi gerektiğini düşünür. Ancak her iki karakter de varoluşsal suçluluk duygusunu derinden hissederek özlerine yönelik ciddi bir farkındalığa erişme düşüncesiyle hareket etseler de anlamlı bir değerler bütününe katılamazlar.
Meselenin kalbine inmek yani suçluluğu öz farkındalıkla buluşturmak varoluşun hakikatini sorgulayanlar için dirilmenin ya da diri kalmanın tek imkânıyken; geç kalmış ölülerin intiharı bir çözüm yolu olarak görmesi oldukça şaşırtıcıdır. İnanç, varoluşun olmazsa olmaz değeri niteliğindeyken her iki karakter de bu değerin yitimiyle karşı karşıya kalır ve intihar etmek suretiyle varoluş kapılarını kapatarak kendini gerçekleştirme potansiyellerini kilit altına alırlar. İntihar, ancak yokluğun karanlığa gark olup varlığın ışığına doğulabileceği anlaşıldığında yaratıcı bir eylem olabilir. Bu durumda iradi bir ölüm kararından vazgeçebilmek yaratıcı bir eylem özelliği taşır. Böylece varoluşsal suçluluğun doğurduğu ikilem olarak inanmayı ya da inanmamayı seçmek varoluş zemininde yürüyebilmenin imkânını belirler. Bir diğer deyişle varoluşsal anlamda kilitleri söküp atma ya da kilitli kalma ihtimalini…
KAYNAKÇA
Eroğlu, M. (2014). Geç Kalmış Ölü. İstanbul: İletişim yayınları.
Greene, G.(2011). Meselenin Kalbi. İstanbul: İletişim yayınları.
May, R. (2019). Varoluşun Keşfi. İstanbul: Okuyanus yayınları.
Tillich, P. (2019). Olmak Cesareti. İstanbul: Okuyanus yayınları.