“Issızlığın Ortasında” , “Yarım Kalan Yürüyüş”, “Geç Kalmış Ölü”, “Adını Unutan Adam” kitaplarının yazarı Mehmet Eroğlu’nun “Yürek Sürgünü” kitabından…
Adının “K” ile başladığını unutarak, “K” harfinden kusacağını hissedinceye kadar ansiklopedinin sayfalarını çevirerek okudu, çoğunu kullanmayacağı notlar aldı. “K” bölümü bir karabasana dönüştüğünde çoktan boşaldığını bildiği pakete uzanarak, olmayan sigarayı aradı. Sırtı, yıllarca önce sıkıyönetim mahkemesinde, arkalıksız bir taburede günlerce oturduğu zamanki gibi sürekli yer değiştiren bir ağrı ile parçalanıyordu.
Saate bakıp ayağa kalktı. Gece yarısına yakışan bir serinlik, odayı yazdan sonbahara taşımıştı. Belini, ağrıyı esneterek arkaya doğru bükmeye çalıştı ama kramp bu kez bir bıçak gibi keskinleşip ense kökünü doğradı. Pencereyi kapattı. Sigara! Belki salondaki masanın çekmecesinde bulabilirdi. Işığı söndürüp koridoru geçti. Salondaki eşyaları sokaktaki lambaların ışığı ile loş bir aydınlığın içinde koyu gölgeler halinde seçebiliyordu. Çekmeceyi el yordamıyla çekip, kurumuş, içi boşalmış sigaraları çıkarıp masanın üzerine bıraktı. Dört, üçbuçuk sigara; birini yakıp karşıya baktı.
Aylarca Ayşe’nin dün gece de Nil’in oturduğu koltuk tam karşısında, sanki oturmasını bekler gibi davetkar bir karanlığın içindeydi. Yürüyüp kendi koltuğuna oturdu.
“Seni seviyorum”
Dünyayı yeniden şekillendiren, en koyu kış gecesini bile anında bahara çeviren o iki sözcüğü, ancak onun duyabileceği bir tonda, sanki kendi kendine konuşan birinin itirafını andıran bir fısıltıyla söylerdi Ayşe o koltuğu oturduğunda. İşten yeni gelmişse elinde bir kadeh, sevişme sonrası duştan çıkmışsa gözlerinde karanlıktaki ölgün ışıkların odaklanarak parlak yıldızlara dönüştüğü-parıltılar olurdu. Bir süre konuşmadan birbirlerini süzerler ve ardından “son düşüncesiyle” ürperirlerdi. Şimdi aylar süren beraberliklerinin, üstü hep örtülü tutulmuş ama gizlenememiş bir terk edilme korkusuyla, inatçı bir karalılık arasında sıkıştığının bilincine varıyordu. Onu ilk kez öptüğünde, Ayşe ilk kez aşık olduğunu ona itiraf ettiğinde ve ilk kez seviştiklerinde kulakları hep aynı, çaresiz ve umuttan yoksun fısıltıyla dolmamış mıydı? “Ama eninde sonunda ayrılacağız.” O zamanlar o sözcüklerin bir pişmanlığın ifadesi mi olduğunun, yoksa yitirmekten çok korktuğu sonunda yitirmediğini kanıtladığı-kararlılığını uyarmak için mi söylediğinin pek üzerinde durmamıştı.
Oysa Ayşe’yi ilk kez başkalarının yanında gördüğünde onu –söylediği gibi- eninde sonunda yitireceğini hissetmişti.
Çünkü iki deri koltuğun arasına sıkışan dünya, her türlü kuşkuya karşı koyacak kadar gerçek ve inançla sağlamlaştırılmış, katıksız bir beraberliği içine alacak kadar da geniş değil miydi? Birbirlerinin hayatından çaldıklarının hep bilincinde oldukları, belki de bu nedenle daha keskin tad aldıkları o saatler, öylesine gerçek ve ikisine aitti ki, o sözcüklerin, beyninin derinliklerinde bir yerde büyüttüğü, ura benzeyen korkuyu her seferinde unutturdu. Oysa Ayşe’yi ilk kez başkalarının yanında gördüğünde onu-söylediği gibi-eninde sonunda yitireceğini hissetmişti. Bağımsız, geleceğe ait sevgilisinden çok, başka birine benzeyen güzel, çekici kadını uzun uzun seyretmiş ve çevresinde büyük bir uyumla dönen somut dünyayı şaşkın gözlerle izlemişti. O gece Ayşe, şimdi karşısında duran boş koltukta otururken, uzun süren sessizliğin içinde yolunu yitirmiş bir çocuk içgüdüsüyle, elini uzatıp onu dizinin dibine çağırmış ve sevdiği erkeğin, kucağına bıraktığı başını-onu avutmaktan çok kendi korkusunu yatıştırmak ister gibi-sabırla okşarken birden saçlarından tutup, boyun eğmesini isteyen bir sesle, “Anlat,” diye fısıldamıştı. “Anlat!” Korkuyla irkilmişti, saçlarını Ayşe’nin ellerinden kurtarmayı düşünürken gözlerindeki tanıdık yıldızları görünce yatışmış ve tekrar sahip olmayı bilen ellerine terketmişti başını. “Ne oldu?” Ayşe’nin baharı andıran bir kokuyla sarılı nemli dizlerini öpmüş ama yanıt vermemişti. 1971’de yüzünü-gözleri bağlı olduğu için hiç göremediği ancak ellerinin dokunuşundan ve sesindeki doyumsuzluktan boyunu kestirebildiği, o bodur işkencecinin, ensesindeki saçları nasıl yolduğunu, “anlat,” sözcüğünü hep “ulan” ın izlediğini ve bu iki sözcüğün elektrik şoku anlamına geldiğini söylememiş, yalnızca, “Sesler,” diye mırıldanmıştı. “Sesler?” Başka çaresi yoktu, başını Ayşe’nin ellerine terkedip dizlerindeki o buğuyu öpücüklerle içerken anlatmıştı insan sesinin gizlerini. Gözleri uzun süre bağlı kalan birinin giderek karşısındakinin sesinden, o kişinin boyunu, hatta yüzünü çıkarabileceğine bir türlü inanmak istememişti Ayşe. O, bir sesin, olsa olsa sahibinin cinsiyetini ve yaşını ele vereceğine inananlardandı. Oysa işkence gören birinin sesi, hem cinsiyetini, hem de yaşını yitirirdi. Kadın sesi boğuklaşıp bir erkek bağırışına, erkek acısı ise umutsuz bir kadın haykırışına, yaşlı bir ses tiz ve genç bir çığlığa dönüşebilirdi. Ama bunları Ayşe’ye anlatmak mümkün değildi. O işkenceyi yalnızca bir sözcük olarak tanıyordu. Yine de dizlerini minnetle öpmüştü Ayşe’nin. Varlığı, hayatı boyunca hep peşinde onu izlemiş olan ölüm duygusunu yok ediyor, uykularını ondan çalan anılarının-aslında hepsi kabustu-üstünü, onları yok etmeden örtüyordu, “Anılar hayıtın en kalıcı ve en gerçek yönleridir…” Bu sözler kime aitti? Hatırlamıyordu, ama cümleyi Ayşe’ye tekrarladığında, ona ait olmadığı için neredeyse kıskançlığı çağrıştıran bir merakla sorguladığı geçmişini bütün ayrıntılarıyla öğrenmekten vazgeçmişti. Sevdiği erkeği onun gözünde çekici kılan iki şey vardı: Biri, gölgelerle kaplı,-kendisinin hiç kapılmadığı-serüvenlerle dolu geçmişi, ötekisi ise yazdıklarıydı. Ama başını, dizlerinden uzaklaşmasına izin vermediği erkeğin bu iki özelliğini birbirine tutturan bağın anılar olduğunu çok çabuk keşfetmiş ve tanıdığı öteki kadınların aksine, anılarına kusursuz bir saygı göstermişti. Yine de Ayşe’nin zaman zaman, sayısız kez okuduğu kitaplardan birinin satır aralarında bulduğu izleri merakla soruşturup, peşine düştüğünü, o izlerin ardındakileri keşfetmemek için kendini zorlukla kontrol ettiğini, çoğu kez ayrıntılarını varsayımlarla tamamladığını hatırlıyordu.
Sevdiği erkeği onun gözünde çekici kılan iki şey vardı: Biri, gölgelerle kaplı, -kendisinin hiç kapılmadığı-serüvenlerle dolu geçmişi, ötekisi ise yazdıklarıydı.
Özellikle öteki kadınlar konusunda ele vermekten kaçındığı, vakur ama inatçı bir dikkati vardı. Böyle anlarda yavaşça yaklaşır ve onun açıklamasını beklerdi. Başka bir kadın için söylenmiş hiçbir sözcük, hiçbir benzetme ya da tanım, ona ait olanlardan daha özgün ve daha içten olamazdı. Kendine güveni-bu zaman zaman karşısındakini sinirlendirecek kadar belirginleşirdi-öylesine güçlüydü ki, sevdiği adamın kendisinden önce tanıdığı kadınların fotoğraflarını hiç görmek istememiş, sormamıştı. Ama kitaplarının içindeki binlerce satırın arasında bir başka kadının küçük parmağı için yazıldığını düşündüğü bir cümle için çıldırabilirdi. Genellikle somut biri olmasına karşın, kıskançlığı o denli soyuttu. Güldü; şimdi onu büyüleyici bir kadın yapan özelliklerinden birisinin de bu zıtlıklar olduğunu kavrıyordu. Bu zıtlık zaman zaman onu doygun bir mutluluk ile öfkeye gebe bir mutsuzluğun arasına sıkıştırsa da, Ayşe’yi hep benzersiz kılmıştı.
Ayşe, aşkı fiziki boyutundan ayırıp duygusal olarak sindirebilen, sevginin özsuyunu gerekirse kendi başına içebilen bir yeteneğin sahibiydi.
Oysa sevdiği adam, içinde boğulduğunu hissettiği aşkta, -hayatın başka değerleri için de yitirdiğini bildiği-ölçülü olma duygusunun eksikliği ile kıvranıyordu: Sonuna kadar varmayı hayal ettiği paylaşma isteği ve uyuşturucu bağımlılığını hatırlatan bir özlem duygusu. Ayşe’den ayrıldığı anda onu delice özlüyor, başkalarıyla birlikte olduğunu düşündüğünde de onu paylaşmak zorunda kalmaktan acıya kadar tırmanın bir duyguyla kıvranıyordu. Aslında sıradan bir erkeği kusursuz bir aşık yapabilecek bu özelliklerinin, giderek birer kişilik kusuruna dönüştüğünü Ayşe’den önce kendisi fark etmişti. Ama bu keşif, yine de hep hissettiği o doyumsuzluğun zamanla derin bir yaraya dönüşmesini engelleyememişti. Beraberlikleri yedinci ayını doldururken-dışarıda mevsimi değiştiren badem ağacının çiçekleri birkaç günlüktü-Ayşe, çoktan tartışmaya dönüşen uzun konuşmayı elinin bir işareti ile birden kesmiş ve ilk kez şikayet eden, bıkkın bir sesle, “Benden ne istiyorsun?” diye sorarak, onu şimdi bile hatırladığı yoğun bir utançla yüzyüze bırakmıştı. Verecek yanıtı da, istediği bir şey de yoktu; peşinde olduğu, “istenilen,” değil, “karşılıksız verilip, paylaşılandı.” Aslında mutsuzluğunun kaynağı, Ayşe’nin onun kendisi kadar-delice-özlememesi ve istememesi değil miydi? Eşitsizliğe katlanamıyordu; aşk denen serüvenin dar ve dolambaçlı patikalarında yol alan kadın ve erkeğin istekleri aynı yoğunlukta değilse sonuç eşitsizlikti. Bu aşk konusunda sonradan öğreneceği-sayısız gerçeklerden ilki, belki de bu yüzden en yaralayıcısıydı. Sonuncu ders ise aşk acısının eninde sonunda bir ura dönüştüğü ve bu urun aslında kişilik kusurundan başka bir şey olmadığı idi. Ayşe bıkkın sesle sorduğu sorudan sonra bir süre beklemiş, ardından açmak üzere olduğu kapıya uzanmadan eğilip-kendisinin bir türlü duymadığı kokusunu içine çekebilmek için- onu her zaman yaptığı gibi boynundan öpmüştü. Göğsünü yarıp yüreğini çıkartmak ve acılardan kurtulmak fikri aklına ilk kez orada, bir yandan Ayşe’nin basamaklarda uzaklaşan ayak seslerini dinlerken, bir yandan da boynundaki ruj izini sildiği o anda gelmişti. Neden sonra kapıdan ayrılıp salona geldiğinde, başını döndüren duygunun, o zamana kadar cümlelerinde sayısız kez kullandığı, “hayal kırıklığı”nın en katıksızı olduğunu fark etmişti. Hayal kırıklığı! Bu, tek-belki de iki-sözcüğün ardında nelerin gizlendiğini keşfetmek bir aşık için pahalı bir yitiriş, ama bir yazar olarak da bedelini oldukça ucuz ödediği bir ödüldü.
Ayşe, aşkı fiziki boyutundan ayırıp duygusal olarak sindirebilen, sevginin öz suyunu gerekirse kendi başına içebilen bir yeteneğin sahibiydi.
Elindeki-çoktan sönmüş-sigarayı kültablasına bıraktı, pencereye yürüdü. Gökyüzü ıssızdı, dün geceki ay ortalıkta görünmüyordu. Sokak lambalarının ışıklarının ulaşmadığı çatılar sokağın bir ucundan ötekine, kırık bir koyulukla örtülmüştü. Odaya dönüp çalışması gerektiğini düşündü, ama “K” harfi geçit vermez bir kale’ye benziyordu. İkinci sigarayı yakıp kendisinden çok Ayşe’ye ait olan masaya yürüdü. Kaset hala yerindeydi. Fazilet’i hatırlamadan düğmeye bastı. Bir süre oyalandıktan sonra üstü deri kaplı o deftere, direnmeyi düşünmeden uzandı. Sonunda nasılsa yenileceğini bildiği bir gerginliği göze almayacaktı. Koltuğa otururken, o büyülü tını direnmenin boşluğunu anlatmak istercesine salonu bir tül gibi dalgalandırıyordu. Defteri alıp rastgele bir sayfayı açtı.
“Uzak ufukta yalnız bir yürek, Açılır denize yelken kürek.” Enstrümantal koro yükselirken başı dönmeye başlamıştı bile. Ayşe’nin “Hiç şiir yazmadın mı?” sorusuyla başlayan ve Kasımla, Eylül arasında yazdığı onlarca şiirin hepsini bir kez daha okuyacağını biliyordu.
COSMOPOLİTAN DERGİSİ Tarih : Temmuz 1994