Son romanı “Kusma Kulübü” büyük ilgi gören mehmet eroğlu’na göre, en acımasız hastalık zenginlik ve sıradanlık ama çözümü var “Sıradanlığın panzehiri, ölüm bilinci ve aşktır!”
“Kusma Kulübü”, Mehmet Eroglu’nun sekizinci romanı ve kısa zamanda en çok satılan kitaplar listesine girdi. Romanına Graham Greene’den yapılan “İnsan, eğer insan kalacaksa, taraf tutmak zorundadır” cümlesiyle başlayan Eroğlu “Sıradanlık en kötü, en acımasız hastalıktır; çünkü yakalandiğımızı farkettigimizde çoğu kez yapılacak bir şey kalmamıştır” diyor.
“Kusma Kulübü”nde “Zenginlik, bu gezegendeki en tehlikeli hastalık ve yok edilmeli” diyor Mehmet Eroğlu. Lafı dolandırmadan; parayı, zenginliği karşısına alarak… Yasal hırsızlığa, kabul görmüş ahlaksızlığa yani “normal” dediğimiz, “sistem bu” deyip edilgen biçimde kapıldığımız herşeye karşı bir kitap “Kusma Kulübü”. Suçluları, üstlerine kusarak cezalandıran bir çetenin hikayesi ya da vicdanıyla başı belada olanların kitabı diyebileceğimiz bir kitap: Bir yanda magazin kraliçeleri, sözü edilen biri olmak için herşeyi yapmaya hazır genç kadınlar, kendine ilahi, dokunulmaz bir konum belirleyerek, ülkenin kaderinde rol oynamak isteyen medya, sahtekar işadamları. Bir yandaysa yaşlanmakla yetineceğine, genç bir kadına aşık olan kaçık bir feylesof, keskin kulaklı bir güneydo?u gazisi, açlık grevinde belleğini yitirmiş bir mahkum, polisin bir türlü körleştiremedi?i bir ama ve iyiliksever bir sakat; yani kendi cennetini arayan düş kırgınları!
A. – Yazmak bir kusma biçimi mi? M.E. – Yazmak, gizemli, tutkulu ama yorucu bir serüven, bu yüzden biraz a?ka benzer. Aşk gibi birçok tanımı vardır. Ben, “Beynin kendine yönelttiği hırslı dikkatten doğan, güçlü bir boşalma isteği” şeklinde özetlenebilecek olanı yeğlerim. Çünkü yazmak tek başına, tutkuyla, acı çekerek yapılır ve çoğu kez -yine aşk gibi- mutlu sonla bitmez. Yazmak dedi?imiz bu kışkırtıcı eylem kimi zaman başka hayatlara duyduğumuz özlemden, kendimizden farklı biri olma hayalinden do?ar, kimi zamansa hayatımızda bulamadığımız ilahiliği edebiyatta aramanın bir biçimi olarak önümüze çıkar. Yazmak bazen de günahlarımızı bağışlatmanın ruhsal arınmamızı sağlamanın etkin bir yoludur. Bildiğimiz şudur: Anılaştıramadığımız -unutamadığımız- hayatlar önünde sonunda kendini yazdırır. Çevremizde olup bitenleri unutamadığım, katlanamadığım için bastıramadığım mide bulantısı sonunda bu şekilde boşaldı. Sanırım cevabım bu.
A. – Vicdanlı olmayı bir çeşit anoreksik hastalık gibi ortaya koymuşsunuz.. Vicdan bu anlamda ölümcül bir hastalık mı?
M.E. – Hamlet, -kökeni Latince bilmek olan- vicdanın, insanı korkaklaştırdığını, taşınmaz bir yüke benzediğini söylüyor. Eric Fromm ise vicdanı “cesaretin fışkırdığı kuyu” olarak tanımlıyor. Rus filozoflardan Nikolas Loski ise “Bir kişilik, benlikten daha yüksek de?erlere (siz vicdan diye okuyun) yönelmemişse, kaçınılmaz olarak yozlaşma ve çürüme başgösterir” diyor. Bütün erdemlerimizin anası olan vicdanımızı tutkularımızın tanrısı kılmak çok cok külfetli, bir o kadar da tehlikeli bir karardir. İnanmadığım tanrıya şükür ki, bunun için gereken cesaret, vicdan kavramının içinde var. Vicdan sahibi olmak için haysiyet de gerekir; bunu da eklemeliyim.
A. – Bütün hikayeler yeterince uzatılırsa sonu ölümle biter. Romanınızdaki kişiliklerin ya ölümlerini gördük ya da sonunda ölecekleri hissine kapıldık. Sanki okura da öleceğini hatırlatmak istemişsiniz… Ölümü bilmek hayatı değiştirmeye yarar mı? M.E. – Ölümü hakkında soyut düşünce üretmek, canlı turlerinin içinde sadece insanoğluna bahşedilmiş bir ayrıcalık olarak görünüyor. Ölümün olağanüstülüğü, tekrarlanamayışında. İyi tarafiysa, en buyuk eşitleyici olmasi: Güzel ya da çirkin, şişman ya da zayıf, beyaz ya da siyah -sarı da olabilir-, kısa ya da uzun, yoksul ya da zengin sonunda herkes ölecek. Sürekli bu günü düşünerek yaşamak kişiyi vurdumduymazlığa, bencilliğe, en kötüsü de sıradanlığa götürüyor. Bilincimizi keskinleştiren koyu bir ölüm bilinciyse bizi sanata -yani ölümsuzlüğe-, gelecek için yaşamaya iter, sıradanlıktan korur. Sıradanlık en kötü, en acımasız hastalıktır; çünkü yakalandığımızı farkettiğimizde çoğu kez yapılacak bir şey kalmamıştır. Bu korkutucu hastalığın panzehiri olarak ölüm bilincini ve aşkı önerebilirim. Ama gercek aşktan söz ediyorum; tutkuyla yaşanan içi boşaltılmamış aşktan. Sıradanlaşmış aşka (ödleklerin aşk oyununa), ilişki dememiz gerektiği için söylüyorum bunu. “İlişki”de dört başı mamur -Latince ye Yunanca pati, pathos köklerinden gelen ve acı cekmek anlamını taşıyan tutkunun alevi, yakıcilığı yoktur çünkü.
A. – Yoksulluğun nedeni zenginlikse, bir gün zengin olmak isteyen yoksullara ne demeli? M.E. – Yoksulluğun nedeni aslinda tüm insanlığa ait olmasi gereken zenginliğin az sayıdaki elde toplanmasi degil mi? Önce pasta büyüsün, sonra hep beraber yeriz” masalı maalesef kendini sürekli yenileyen, acmasız bir yalan. Pasta, ancak yoksullar aç kalırsa, onların payıyla büyüyor. Yoksulken “günün birinde bir firsat yakalayacağım da zenginleşeceğim” diye düşünenler budalalardr. lstisnalar sadece kuralın doğruluğunu kanıtlar. Topluma bu düşü zenginler ve medya -Özellikle de magazin basını- yutturmaya calışıyor. Popüler kültürü teşvik etmelerinin, sistematik olarak erdemlerin içini boşaltmaya çalışmalarının nedeni de bu. Azıcık vicdanı olan bu masala kanmaz. Kananların da gözünü açmaya çalışır. Sanatın bir amacı da bu değil midir? Eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ortaya çıkmasına çalışmak, üstünün örtülmesine engel olmak…
AKTÜEL, SAYI 17 Sibel KİLİMCİ