Söyleşiler

Bu Zamanın Gerçek öyküsü

Ömer Türkeş, Mehmet Eroğlu’nun  yeni romanı Zamanın Manzarası’nı değerlendiriyor: “Modern zaman destanlarının yaygınlaştığı, popüler kültür ürünlerinin ‘ciddi’  romandan sayıldığı edebiyat dünyasına yerinde bir müdahale bu roman”

Kimsenin görmediği insan resimleri

Modern zaman “destanlarının” yaygınlaştığı, popüler kültür ürünlerinin “ciddi” romandan sayıldığı edebiyat dünyasına yerinde bir müdahale Zamanın Manzarası. “Starlığa” soyunan yazarların “kadınları kim daha iyi anlatıyor” tartışmasına kilitlendiği bir edebi konjonktürde, Eroğlu sorumlu bir yazar/aydın tavrıyla hikâyesinin merkezine gerçek hayatın gerçek insanlarını yerleştiriyor.

Zamanın Manazarası’nda Mehmet Eroğlu’nun önceki romanlarındaki arayışını bir sonucu bağlandığı ve ülkenin somut tarihi ile bireylerin kaderleri arasındaki organik ilişkiyi yakaladığı rahatlıkla söyleyebilirim. Son yirmi yılda on binlerce kişinin hayatını kaybettiği ve toplumun her kesiminin az ya da çok etkilendiği kirli savaşlar yaşamış bir ülkenin “starlığa” soyunan yazarlarının “kadınları kim daha iyi anlatıyor” tartışmasına kilitlendiği bir edebi konjonktürde, Eroğlu sorumlu bir yazar/aydın tavrıyla hikâyesinin merkezine savaş acılarını, açlık grevlerini, zenginlik ve yoksulluk arasında giderek derinleşen uçurumu, yani  gerçek hayatın gerçek insanlarını yerleştiriyor. Sadece irkiltici bir tarihsel geri plana yaslanmasıyla değil, üç zamanlı anlatımı, kurgusu; insanı, eşyayı ve doğayı tasvir ederken yakalandığı diliyle de Zamanın Manzarası hem Eroğlu’nun en iyi romanı, hem de bu yılın en iyilerinden bir tanesi.

Kaderleri yakın tarihin bu karanlık dönemi tarafından belirlenen bireylerin hayatlarından birkaç yıllık bir kesit sunarken ne belgeselci bir yaklaşıma giriyor, ne de kendi düşüncelerini bıktırıcı siyasi tahliller biçiminde art arda sıralıyor yazar. Tersine, hikâyede anlatıcı rolünü üstlenen Barış Utkan muhalif bile değil, “kendi hayatını güdememiş, yönlendirememiş bir insan”: Annesini kendi doğumunda yitirmiş, babası tarafından terk edilmiş, askerliğini çatışmaların en yoğun döneminde Güneydoğu’nun dağlarında yapmış, askerlik dönüşü sevgilisi tarafından terk edilmiş, bunalımını yazarak aşmaya çalışsa da ne aşk, ne de savaş romanı yazabilmiş… Kendi deyimiyle inatçı bir kısırlık çekip “geniş, baş döndürücü bir ruhsal aylaklığın  içinde gezinen” bir adam o. Üstelik “tren yoluna yakın, geniş bir tarlanın içinde rutubetli, loş küf kokulu, hapisaneye  benzer bir yer” de yoksulluğu soluyarak büyüdüğünden, solcu olmak hep yoksul kalmayı, babasını beklediği çocukluğunun o mutsuz mahallesinde sonsuza kadar tutsak kalmayı çağrıştırıyor Barış’a…

Hikâyenin “geçmiş”, “şimdi”, “gelecek”, başlıklı bölümlerinde, “geçmiş”, Barış’la psikiyatrist arasındaki konuşmalarda canlanırken, Barış’ı sarsıp değiştiren askerlik günlerine, Doğu’nun dağlarına, “havan toplarının, doçkaların, keleşlerin” gecelerine uzanıyoruz. İnecektir Barış.

Unutmayı ise, hikâyenin şimdiki zamanında, bir kızını yitirdiği açlık grevlerinde öteki kızını da kaybetmek istemeyen bir babanın gözlerine baktığında öğrenir. Çoğumuzun hiç bakmadığı, kimimizin bakmak istemediği, kalanlarınsa arkasını döndüğü anaların, babaların gözlerine sabitlenir kalırız Barış’la birlikte; o gözler ki , ölümün kokusunun buram buram tüttüğü o evlerin kapısında bekleyen, acının dilini konuşan sessiz, çaresiz gözlerdir.

Anlatıcının üç farklı zaman diliminde yaşadıklarını birbiriyle iç içe geçen bölümler halinde ve bir başka zaman diliminde okurken, seven ama birbirine âşık bir çift bile oluşturamayan üç kişinin trajik sonlarına doğru yaklaştığımızı biliyoruz, ama bu bilirlik hali romanın sürükleyici temposunda bir düşmeye neden olmuyor. Her zamanki gibi bir solukta anlatıyor hikâyesini Eroğlu; ve her zamanki gibi aşkın, intiharın ve ölümün etrafında dolaşan karakterleriyle hayata karamsar bakıyor; elbette bu kez hiç haksız değil.

Romanda karşılaştığımız insanlar arasına aşılmaz bir sınır çizmiş yazar; mekânsal farklılıklarla,. Mahalle ve ev tasvirleriyle yarılıyor İstanbul! Barış, bu sınırın iki yakasında dolaşan yegâne roman kişisi. Ancak o da uzlaşmaz çelişkileri yavaş yavaş fark edecektir. Kısa sürede bir yakadaki zenginliğin kendisini de dışladığının ayırdığına varacak, Elif’i, Talat’ı ve muhtemel kazançları terk edip öte yana geçecektir.

Mehmet Eroğlu, önceki söyleşilerinden birinde “Her gün mutlaka daha önce söylenmemiş, iyi birkaç cümle kurarım. Herhangi bir şeyi, bir insanlık durumunu hiç kimsenin tanımlamadığı, betimlemediği gibi ifade eden cümleler” demişti. Zamanın Manzarası ’nda Barış Utkan da “kimsenin görmediği, görse de farkına varmadığı insan manzaralarının ressamı olmak” peşinde. Böylelikle ölümleri gazete sayfalarında küçücük birer haber olmanın ötesine geçemeyen yoksul çocukların, ölüm oruçlarına dayanamayan gencecik bedenlerin, çocuklarını yaşatmak için çırpınan ailelerin, bu akıldışı düzene direnmeye çalışan bir avuç insanın, bir gecekondu ilkokulunun öğretmeni Feride ya da savaşta ayaklarını –ve  tüm umutlarını- yitiren Nihat gibi acılı insanların hayatları yansıyor romana.

Tek bir insan tipinin tek bir mekâna sıkışıp kaldığı modern zaman “destanlarının” yaygınlaştığı, popüler kültür ürünlerinin güçlerini çok satarlıktan alarak “ciddi” romandan sayıldığı edebiyat dünyasına yerinde bir müdahale Zamanın Manzarası. Mehmet Eroğlu’na hoş geldin diyebiliriz artık.

AKŞAM-LIK /KÜLTÜR SANAT VE KİTAP DERGİSİ TARİH          : 25 EKİM 2002
SAYI              : 25
SAYFA          : 3
YAZAN         : A.ÖMER TÜRKEŞ