Son kitabında 12 Eylül’ün biçimlendirdiği bir kahramanı, savaşın acısını ve trajik bir aşk öyküsünü anlatan Mehmet Eroğlu, bölgedeki savaşı yaşayan kuşağın politize olmadığını söylüyor.Türkçe’de pek de alışık olmadığımız yoğunlukta felsefi konuşmalara, tartışmalara, göndermelere yer vermişsiniz Zamanın Manzarası’nda. Oysa Türkiye’de okurlar da bu türden kitaplara karşı biraz mesafeli duruyor. Okurun durumu ve tercihiniz hakkında neler söyleyebilirsiniz?Neredeyse 25 yıldır yazıyorum; romanlarımın temaları incelendiğinde şu görülecektir: Ölüm, yaratılışımızın karanlık ve gölgeli tarafları, bir insan olarak bu gezegenin üstündeki konumumuz, bu gezegenin efendisi olmayı hak edip etmediğimiz soruları, insan türü olarak acımasızlıklarımız… Bu tür temaları ele aldığınızda, mutlaka tanrıyla karşılaşırız. Bu da kaçınılmaz olarak, felsefik demeyelim de, felsefeyi çağrıştıran düşünceler zincirini tetikliyor. Romanlarım hiçbir zaman moda romanlar olmadı. Solun, solcu olmanın garip olmadığı dönemlerde bile, sola yönelttiği bakış açısından dolayı yine çizgi dışıydı. Şimdi de hakim çizgiye, piyasaya uygun değil…
Romanın kahramanı Barış Utkan’ı anlatabilir misiniz? Ne kadar benziyor 80 sonrası Türkiyeli aydın tipine? Benim ilk beş romanımın hemen hepsi, genç eylemciden, kırk iki yaşındaki komünist yazara kadar, hep solcu kişileri odağına almıştır. Bunlar genellikle 12 Mart sonrası, yani 68 kuşağı denilen nesle ait roman kahramanlarıdır. İlk kez “Yüz:1981”de 12 Eylül döneminin biçim verdiği insan tipini ele aldım. Bu da anti-kahraman tipi olarak ortaya çıktı. Zamanın Manzarası’nın kahramanı Barış Utkan 36 yaşında, yani 1965 doğumlu, 12 Eylül’ün biçimlendirdiği sıradan bir insan. Bazı nesiller kuşağa dönüşemez. Barış da kuşağa dönüşmemiş bir neslin temsilcisi. Ama içinde yaşadığı ülkenin, Türkiye’nin trajik konumu nedeniyle, sıradan varlığı roman boyunca gelişerek trajik bir sona ulaşıyor.
Barış Utkan neden yazıyor? Yani yazarlığı bir savaş yaşamış olmasıyla ne kadar ilgili? Savaş görmüş insan savaşı unutmak, büyük kişisel yıkımını atlatabilmek,yeniden bir hayat edinebilmek için yazar. Çünkü savaş, haklılığı haksızlığı dışında, insanın kolayca kavrayabileceği bir şey değildir. Savaşı unutabilmesi için, insanın iki şey yapması lazım: Aşık olmak ya da yazmak. Barış Utkan ikisini de yapıyor.
Bir neslin kuşak olamamasından siz ettiniz bunun nedenleri nedir sizce? Bu bir görüş, doğrudur yada değildir, tartışabiliriz. Ama genel olarak baktığımızda, ‘ 60’lı yılların ortalarında doğanlar bir kuşak olamadılar. Türkiye’de bu dönemin gençleri, ‘90’larda 25 yaşında olan gençler, bizim dönemden çok daha trajik olaylara tanık oldular, içinde yaşadılar. Bizim dönemimizde savaş Filistin’deydi. Filistin o zaman son romantik savaştı. Avrupa bunu 1935’te, edebiyatta son romantik savaş olarak, İspanya İç Savaşın’da yaşamıştı. ‘ 68-69’ da, Filistin’de böyle bir romantik savaş vardı. Ama bizden sonraki nesiller, üstelik politize olmadan, bunu Güneydoğu’da yaşadı. Sıcak bir çatışma ve savaş gerçeği olarak yaşadı. Nesillerin kuşağa dönüşebilmesi için önce romantizm, sonra da toplumsal bir ideoloji gerekiyor.
Doğu’da, sıcak çatışmaların içinde yer almış bir kahramanı var Zamanın Manzarası’nın. Bu uzun, kıyıcı bir savaştı, ancak Türkiye edebiyatında pek yer almadı bugüne kadar. Bu konuda yazmak için ortamın ve yazarların hazır olduğunu düşünüyor musunuz? Şimdi öyle bir ülke düşünün ki bir savaş geçirmiş, bunun getirdiği acıları, yıkımları, altüst oluşları yaşamış. Öte tarafta cezaevlerinde, seni hayata döndüreceğiz denmiş, yüzün üstünde insan ölmüş. Böyle bir durumda, bunları nasıl göz ardı edebilir ki bir yazar. Savaş, böyle bir ülkede, birkaç yazara kendini mutlaka yazdırır. Öte yandan, savaşın daha geniş daha ayrıntılı anlatılabilmesi, Türkiye’nin daha demokratik bir ülke haline gelmesiyle de ilgili.
Peki savaş bu ülkenin insanlarını nasıl şekillendirdi? Ben bu savaşa çok da yakın değilim. Kendi kuşağıma yakındım, o dönemim içindeydim, tanığıydım. Ama bir romancının her şeyi bire bir yaşamış olması o kadar da önemli değildir. Önemli olan oradaki ana eğilimleri, insanlık durumlarını yansıtabilmesidir.
Ülkemiz, ‘85’ten 2000’e kadar Güneydoğu’yla biçimlendi. Ekonomiden, belli politik görüşlerin güçlenmesine, demokrasinin biçim almasına kadar. İç savaş diğer savaşlardan başka bir şey. Savaştıklarınızı ne kadar karşı taraf diye bölüp ‘düşman’ diyerek belli bir çerçevenin içine yerleştirseniz de, savaş, ülke dediğiniz topraklarda cereyan ediyorsa bunu anlamak, kavramak zor.
Ama Barış Utkan’ı aşık olduğu Elif ve Semra birden değişiyor, zenginliği tepiyor, evini F tipi cezaevlerine karşı komiteler oluşturan insanlara açıyor… Barış Utkan solcu olmamasına karşın –belki de içgüdüsel olarak- haksızlığa, eşitsizliğe karşı çıkan bir tip. 16 yaşından sonra isyana açılan o geniş kapıyı keşfederek kaba gücünü kullanmaya başlıyor.
Ama askerden döndükten sonra kendini bulduğu nokta yeni bir dönüm noktası; iç yıkımı onu tekrar bir yolculuğa çıkarıyor ve bu kez de acımayı öğreniyor. Acımayı, bir anlamda savaşta edindiği kabuslar öğretiyor ona. Tabii aşk da öğretiyor. Aşkın öğretme gücü, insanı değiştirme gücü olağanüstü. Aşk, insanın kendine daha değişik bir gözle bakmasını da sağlıyor, kabuğunu kırıyor. Barış Utkan, fark ediyor ki, parçası olmaya çalıştığı büyük zenginlik ona göre değil. ‘alt katta otururken üst kattakine aşık oluyorum’ diyor bu yüzden. Sevgi ve acıma duygusuyla sonunda yoksulların yanında yer alıyor.
Türkiye’nin demokratik bir ülke olması gerektiğinden söz ettiniz. İktidardakilerin kendi iradeleriyle bir şey yapmaya pek niyetleri yok, ancak Avrupa birliği bazı adımlar attırıyor. 68 Kuşağı’ndan biri olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz? Türkiye’nin sorunu demokratik bir ülke olamamasıdır. Bir ülke demokratik olacaksa bunu kendi çabasıyla, kendi iç dinamikleriyle başarmalı. Zaten böyle yapamazsa, demokratikleşme derinleşemez. AB, eninde sonunda bir kapitalist bloktur. Şimdi AB dayatınca sözüm ona aldığımız bazı kararlarla demokratikleşiyoruz, ama öte yandan Manisa’da üç-beş polisin ifadesini yıllardır alamadık. Böyle demokratikleşme olmaz. Anadilde eğitimi, yayın hakkını AB kafamıza dayattığı için kabul ediyoruz. Bu utanç verici bir şey. Bunu neden kendi irademizle yapamadık?
Aşk, romanın önemli bir teması. Herkes bugünlerde aşkı ve kadınları konuşuyor. Siz ne düşünüyorsunuz? Yazmak için gerekli olan aşk değil, aşk acısıdır. Aşk mutluluk içinde sürüyorsa edebiyat onunla ilgilenmez. Zamanın Manzarası’nda da trajik bir aşk var. Bugünlerde basında yazılanlar ise aşkla ilgili değil, kadınlarla ilgili. İkisi arasında fark var. Bu romanda aşk, roman kahramanının değişiminde önemli, en azından yönünü seçmesinde bir neden oluyor. Aşk bu anlamda belirleyici bir tema.
Kuşak olamamış neslin romanı Mehmet Eroğlu’nun yazırlığı bir bakıma ülkenin yaşadığı trajediyi de yansıtıyor: 1979’da Milliyet Roman Ödülü’nü alan “Issızlığın Ortasında” adlı ilk romanı, 12 Eylül darbesi koşullarından dolayı yayımlanma olanağını ancak 1984’te bulur. İlk yapıtlarını 1980’li yılların başlarında yayımlayan, Orhan Pamuk, Ahmet Atlan ve Lale Tekin ile birlikte adını duyuran Eroğlu, bu yazarlarla birlikte değerlendirildi. Edebiyat için “Hayatımın odağı” diyen Eroğlu ilk beş romanında (“Issızlığın Ortasında”, “Geç Kalmış Ölü”, “Yarım Kalan Yürüyüş”, “Adını Unutan Adam”, “Yürek Sürgünü”) kendisinin de içinde yer aldığı 68 Kuşağı’ndan solcu insanları anlattı. İki yıl önce yayımlanan “Yüz:1981” ve yeni yayımlanan “Zamanın manzarası”nda ise, 12 Eylül’ün şekillendirdiği kahramanları yazdı. Zamanın Manzarası’nda olaylar, 1998-2002 yılları arasında gelişiyor. Bu zaman dilimini, bölgedeki savaşa asteğmen olarak katılmış, askerlik dönüşü bir roman yazmış Barış Utkan aracılığıyla anlatılıyor. Barış Utkan’ın baktığı manzara pek iç açıcı değil: savaşın biçimlendirdiği insanlar, yoksulluk, açlık grevleri, intiharlar…
Tam da bunların merkezinde bir imkansız ve trajik bir aşk öyküsü var. Söyleşide savaş ön plana çıktı, ama belirtmekte yarar var: Etrafındaki toplumsal gelişmeler yüzünden gölgede kalsa da, Eroğlu’nun Zamanın Manzarası’nda anlattığı aşk öyküsü, kimi bölümlerde en değme aşk yazarlarını kıskandıracak yetkinlikte.
ÖZGÜR GÜNDEM TARİH : 12 EKİM 2002 (CUMARTESİ) YAZAN : VECDİ ERBAY