Söyleşiler

A. –  Siz aslında bir mühendissiniz. Yazmakla ilişkiniz, edebiyata merakınız nasıl gelişti? Bildiğim kadarıyla bugün “asıl mesleğiniz” mühendisliği de yapmıyorsunuz.

M.E. – İnsanın yazmayla ilgisi okumayla başlar. Okudukça, yazmak konusunda bilinçli ya da bilinçsiz adımlar atarsınız. (Ben de buna haritalara bakmayı da ekleyebiliriz. Haritalar insanda serüven duygusunu, bir başkası olma isteğini tetikler.) Aslında gerçek edebiyat  bireyin çileli deneyimlerinden sonra acılı anılarını özümseyerek kişiliğini oluşturma safhasında ortaya çıkar. Yazar hiç olmazsa hayatının bir bölümünü Golgatha’da  geçirmiş olmalıdır. Yazar, Dostoyevski gibi “yıkım ve kargaşadan doğan acıyı sevmeyi” öğrenmelidir. Bazıları için yazmak hayatını edebiyata bağışlamak, hatta kurban etmek anlamına gelirken, bazıları için bu eylem, bir oyun veya ödül peşinde koşmaya dönüşür. Sonuç, söylemek istediğimiz ve içimizde tutamadığımız bir şey varsa ve hayatımızı anılaştıramıyorsak, eninde sonunda yazarız. Bende de böyle oldu.  Evet, mühendis olarak çalışmayı yaklaşık 6 yıl önce bıraktım. 6 yıldır edebiyat işlikleri düzenliyor ve yaratıcılık, yaratma cesareti hakkında dersler veriyorum.

A. –  Yaşamı çileli geçmemiş, acılarla da pek sarsıcı biçimde tanışmamış; çelişkiler, çatışmalar yaşamamış birisi iyi yazar olamaz mı yani? M.E. – İyi ve kalıcı yazar olamaz. Siz hatırlıyor musunuz? Ya da şöyle diyelim, başyapıt dediğimiz eserlerin yazarlarını bir hatırlayın bakalım.

A. –  Son romanınız Kusma Kulübü oldukça şaşırtıcı, sarsıcı durumlar içeren akıcı bir roman. Roman başlamadan önce bir ders kitabından “kusma”yla ilgili kimi tıbbî bilgiler vermişsiniz. Neden bu bilgileri kitabınıza aldınız? Sizin kitabınızı okuyacak her insan kusmayla ilgili deneyime sahiptir sonuçta.


A. –  Romanın felsefi bir boyutu da var. Kadir’in “felsefeci” olmasının romanı bu yönde etkilemesinin yanında  doğrudan felsefi yaklaşımlarınız yapıtınıza ne gibi bir boyut kazandırdı, bunu yaparken düşünceniz neydi? M.E. – Bir yazarı ötekilerinden ayıran en önemli unsur, ele aldığı temalardır. Ben romanlarımın odağına hep insanı koyar ve insanın varlık sorunlarını trajik temalarla tartışırım. Cesaret, kurtarıcılık, aşk, vicdan, ölüm gibi. İnsan yaratıcılığının gölgeli alanlarında dolaştığınızda da ortaya genellikle felsefi sorunlar çıkar. Bunu bir amaç güderek yapmıyorum. Seçtiğim temaların doğal sonucu olduğunu düşünüyorum.

A. –  Romanda sayısız göndermeler, iğnelemeler, benzetmeler dikkat çekiyor. Bunlar ilginç. Mehmet’in soyadı- abisinin utandığı içi değiştirdiği- “Ahali” kendisine yakışıyor, özellikleri: “Silik değil, rengi solmuş, çok şey yitirmiş (bacağını), ama en önemlisi merakını, tartılmamış, boyunu ölçmemiş; bunları en az on beş yıldır yapmamış; sakatlığını bile göz rengi gibi kabullenmiş.” Bir kişi için yapılan bu tanım aslında bir ulus için de yapılabilir. Siz Mehmet için bu nitelikleri sayarken bunların yaşadığımız topluma ait özellikler de olduğunu bilerek mi yaptınız, sadece kişileri değil toplumu da eleştiriyorsunuz. Yaşadığınız toplumdan şikayetçi misiniz? M.E. – Hem yaşadığımız toplumdan hem de bu gezegenin efendisi olma iddiasında olan insanlarda(n) hatta insanlığın ulaştığı noktadan şikayetçiyim. Yeryüzüne bir bakın! Galiba insanlığa gereken kavurucu bir sezgi, bir kıvılcım; yaratıcı bir kavrayış.

A. –  Ama o “kıvılcım”ı çakacak olan siz aydınlar değil misiniz? Bu noktada aydınların şikayet hakkı var mı? M.E. – Aydın sözünden pek hoşlanmasam da cevap vereyim. Tabii ki şikayet hakkı var. Sanatçının görevi kıvılcımı yakmak değil, kıvılcımın niteliğini belirlemek, kıvılcımı çakacakların farkındalığını arttırmak, toplumu değiştirecek dinamikleri uyarmaktır. Toplumu değiştirmek entelektüel değil, sınıfsal bir eylemdir.

A. –  Türban için de bir eleştiriniz var romanda. Türban aslında bir “insan olma” sorunu mudur? Yoksa sadece siyasal, dinsel bir sorun mudur? Burada ne tartışılmalı; türban mı, onu kullanan mı?


A. –  Kusma Kulübü’nde zenginlere karşı oldukça soğuk bir bakış açısı var. Nihan, “Zenginlik mide bulandırıcıdır.” derken, Umut da, “Zenginlik bu gezegenin üstündeki en tehlikeli hastalık, mutlaka yok edilmeli.” diyor. Ona göre yoksulluk zenginlik olduğu için var. Yoksulluğun varlığını zenginliğe dayamak ne derece doğrudur? Buna “zenginlik düşmanlığı” denilebilir mi, niçin? M.E. – Yoksulluğun varlığını zenginliğe dayamak son derece doğru bir bakış açısıdır. Zenginlik düşmanlığı! Tabii ki yoksulluğu yaratan zenginliğin –bildim bileli- düşmanıyım ve bu özelliğimden dolayı kendimle iftihar ederim.

A. –  Romanın başından sonuna kadar bir “iç ses” Umut’u takip ediyor. Sonunda Umut o sesi ikizi diye anlıyor. Bu iç ses yalnızca Umut’un iç dünyasındaki çatışmalar, çelişkiler için mi var? Neyi temsil ediyor bu iç ses; bunu romana niçin koydunuz? M.E. – İç ses, öncelikle teknik açıdan yazara değişik açılımlar sağlar. Kahramanı geliştirmek için bir araç olarak kullanabilirsiniz. Çatışmaları açığa çıkarmaya, geliştirmeye yarar. Romanlarımda iç ses bazen şeytanın bazen de vicdanın sesidir. Bildiğiniz gibi yazar bu iki sese de gerek duyar.

A. –  Kadir, yazar hakkında şöyle bir saptama yapıyor: “Gerçek ve büyük yazarlar ruhlarımızın yüceliğinin ve sefaletinin ressamı olmayı seçenlerdir.” Romanlarınızda belirgin bir “hümanizm” var. Bunu da göz önünde tutarak, siz Kadir’in yaptığı tanımın neresindesiniz? Sizce de yazar, Kadir’in dediği gibi ayaklarımızın dibinde diz çökmüş mü olmalıdır? Günümüz koşullarında yazar (aydın) duruşuna ilişkin düşünceleriniz nedir? M.E. – Yazar tanımımı birkaç cümleye sığdırmak oldukça zor. Yazarlar kimlerdir; nasıl insanlardır? Bu soruyu şöyle cevaplayabiliriz: Gerçek yazarlar analarının rahminden değil, kalemlerinin ucundan doğarlar. Aydın olmanın birinci niteliği muhalif olmaksa yazar, hiçbir(hiçbir) otoriteye, hiçbir(hiçbir) politik sisteme bağımlı (angaje) olmamalıdır. Ancak bağımsız yazar sorumsuz olamaz; insanlığa karşı görevleri vardır. Bu görev, sorgulayarak yaşadığı zaman dilimine ışık tutmayı ve ona müdahale etmeyi de kapsar. Sanatın amacı (bilim gibi, saf din gibi, felsefe gibi) yaşamda var olmayanı, dengeyi arayışımızda daha adil, daha aydınlık olmak değil midir? Uyumsuzlukları, çelişkileri belirginleştirmek, en azından unutturmamakla görevli olan sanatçı, benliğinin kapılarını başka varlıkların acılarına açandır. Bu yüzden bir yazarı büyütüp derinleştiren en önemli unsur, mayasında kendini suçlama isteği ve yeteneğinin var oluşudur. Sanatçı her şeyden önce adaleti tutkularının Tanrısı kılandır. Ben sanatın ve sanatçının söyleyecek bir şeyi olması gerektiğine inananlardanım; yazarın mayasında adalet duygusuna tapınma olmalı, vicdanı yüreğinin yanında yer almalı ve bu vicdan toplumsal, insanî kaygılar içermelidir. Daha açık deyişle, yazar kendini sever değil, insanlığı sever olmalıdır. Ben kimsenin görmediği, görse de farkına varmadığı insan manzaralarının ressamı olmayı seçtim.

A. –  Bu anlamda, iyi bir ressam olduğunuza inanıyor musunuz? M.E. – Bu soru anlamsız. Ne dememi bekliyorsunuz? İyi ressamım ya da değilim dememi mi? Hem bu soruyu bana değil, eleştirmenlere, okurlara sormalısınız.

A. –  Toplumcu bir yazarsınız. Günümüz edebiyatı sizce ne kadar toplumcudur? (Bu soru biraz uzun olacak. Edebiyatımızın geldiği noktayı nasıl değerlendiriyorsunuz? Tüketim, reklam, modaya uygun, ucuz, pazarlama tekniğini kullanan kitaplar ve yazarlar da var şimdi. Gittikçe derinleşen, genişleyen ve daha anlamlı hale gelen bir edebiyattan söz etmek mümkün mü?)Siz ne görüyorsunuz? Edebiyatımızın bugünkü konumundan dolayı kayıp veya kazancı ne olacaktır? M.E. – Günümüzde edebiyat tabii ki toplumcu değil. Genişlediği, yayıldığı doğru ama derinleşmediği de bir gerçek. Kayıp ve kazanç? Bu konuda bir şey söylemek zor. Ama bildiğim bir şey var. İyi kitapların ve yazarların her zaman geleceğe kalmayı başardığı. Gerçek edebiyat ve kalıcı yazarın da ölçütü de bu değil mi?

A. –  Toplumcu bir yazar olmak zor mudur? M.E. – Zor ama onurludur. Eskiden çok daha zordu tabii. Düşünsenize, romanlarda komünist sözcüğü kullanamazdık. Kullansak yayınevleri değiştirmemizi isterdi. İlk iki kitabım, 12 Mart faşizmi döneminde, ilki, Milliyet Roman ödülünü kazanmasına karşın, solcu  ve anti militarist bakış açısıyla yazıldığı söylenerek tam beş yıl basılmadı.

A. –   Kolay yazarcılık nedir ya da kolayı seçen bir yazar olsaydınız neler yazardınız? M.E. – Okuru gözeterek, modayı izleyerek yazmak.

A. –  Sizin sorununuz nedir? Niçin yazıyorsunuz? Romanlarınızda temel sorun olarak neyi ön plana çıkarmak istiyorsunuz? M.E. – Sorunum? Bunu ben değil, edebiyat tarihçileri cevaplamalı bence. Romanlarımın temel soruna gelince bunu cevaplamak kolay: İnsan. İnsanı araştırmak, onda var olan ama adı konmamış insanlık durumlarını ortaya çıkarma yolunda çaba göstermek.

A. –   Ben aslında hiçbir sorun görmeyen birinin kolay kolay yazamayacağını düşünürüm. Bu anlamda siz neyi sorun ediyorsunuz da yazma gereksinimi duyuyorsunuz demek istedim. M.E. – Bu sorunun cevabını sekizinci soruya verdiğim cevapta bulabilirsiniz.

A. –  Umut, oturduğu apartman için, “Neredeyse demokrasimizle yaşıt. Ama yıkılmak üzere.” diyor. Burada demokrasimize bir gönderme mi var?


A. –  Kadir ile Umut, yaşamın bir alışkanlık olduğunu belirtiyorlar. Sadece soluk alıp vermeden ibaret bir alışkanlık, diye nitelendiriyorlar. Bu durumu eleştiriyorlar. Aslında yaşamanın sadece soluk alıp vermeden ibaret bir alışkanlık olması mantığa da aykırı gelmiyor mu? Hem, her insanın yaşama alanı biraz da alışkanlıklarıyla örülü değil midir? Alışkanlıkların olmadığı bir yaşam nasıl olabilir ki? M.E. – Alışkanlıklar –bir yerde söylemiştim- gerçek efendimizdir. Alışkanlıkların bize yaptıramadığı şey yoktur. Ancak alışkanlık başka, yaşamın bir alışkanlığa dönüşmesi ise başka bir durum. Tanrı, insanın annesiyle babasının sayısız sevişmelerinin birisinde  devreye girer ve ona can verir. Tekrar hatırladığında, sıra ölmeye gelmiştir. Bu iki hatırlama arasına ömür diyoruz. Ama yaşam –hayat- başkadır. Örnek: İnsanın 100 yıllık bir ömrü olsa da hiç hayatı olmayabilir. Hayat, yaptıklarımızın toplamıdır; mutlaka sonradan edinilir. Eğer sadece ömrünüz varsa, yaşamınız bir alışkanlıktır.

A. –  Romanda AB toplumunun çirkin yüzü adeta haykırılıyor. AB ile ilgili söylenenler aslında herkesin bildiği gerçekler değil midir? Kadir gibi konuşayım, AB topluluğuna girmeyi zenginlerin istemesi anlaşılır bir durum da, ya toplumun diğer kesimleri; basın, aydınlar, sanatçılar… Sizce bizim toplumumuzun AB’ye girmeyi körü körüne istemesinin nedeni aydınların sorumluluklarını yeterince yerine getirmemesi değil midir? Aydınlar üstüne düşeni yapıyor mu? M.E. – AB için kamuoyu, tamamen buna taraftar olan medya tarafından oluşturuyor. Sadece AB taraftarı olanlara söz hakkı var. Ben size şunu söyleyeyim.(:) Kusma kulübüyle(Kulübü’yle) ilgi olarak en az otuz röportaj birkaç tv programı yapıldı. Ama hiç AB ile ilgili soru sorulmadı. Sizinki ilk. Bu size ilginç gelmiyor mu?

A. –  Şimdi siz söyleyince ilginç geldi. Belki sizin tüm yanıtları verdiğinizi düşünüyorlardır. Bu konuyu daha geniş anlatabileceğiniz zamanlar, formlar düşünüyor musunuz? M.E. – Benim boy gösterdiğim saha, edebiyat.

A. –  Kusma Kulübü üyelerinin bir kulüp kurması, şiddete yönelen eylemler gerçekleştirmeleri, tüm bunları da gazete sayfalarındaki haberlere dayanarak yapmaları sizce yeterince inandırıcı gerekçeler midir onlar için? Eylemleri onların dünya görüşleriyle ne kadar örtüşüyor? M.E. – Biraz vicdanı olan birisi gazetelere bakarak bir sürü şeye karar verebilir. Bir süre önce bu ülkede haftada bir bebekler açlıktan ölüyor, anneler babalar aç çocuklarına süt alamadıkları için intihar ediyordu. Vicdanı olan, toplumsal vicdanın körleşmesine tabii ki tepki duyar. Kulübün belirgin bir dünya görüşü yok. Kulüp, aklın uzantısı bu yüzden bir süre sonra mücadeleyi bırakıyor. Direnmek için akıldan önce bir vicdan gerekiyor. Kitabın savlarından birisi de bu zaten.

A. –  Bu durumda Kulüp üyelerinin “vicdan”ı temsil ettiğini söyleyebilir miyiz? M.E. – Hayır söyleyemeyiz. Yukarıda Kulüp üyelerinin mücadeleyi bıraktığının söylüyorum. İktidar, değiştirmek amaçlı mücadele her zaman sınıfsaldır.

A. –  Bu kulübün reisi (patronu) Nihan disiplinli, ilkeli, taviz vermez, idealleri uğruna savaşım veren biri olarak görünmesine karşın internetten 50’şer dolara iki yıldız satın alıp bunlara kendi adıyla sevgilisinin adını koyuyor. Bunu bir kaçış, sığınma olarak mı almak gerekir; yoksa “aşk”ın gücü diye mi algılamalı?


A. –  Günümüzde pek ağızlara alınmayan vicdan, merhamet, acıma gibi kavramlara da sıkça yer vermişsiniz. İnsan için elbet önemli kavramlar. Peki, bir yazar, aydın, sanatçı için nasıl yorumluyorsunuz bu kavramları? M.E. – Soruyu şöyle cevaplayabiliriz. Merhamet ve acıma bütün erdemlerimizin anasıdır ve vicdan denilen kuyudan doğar. Bu üç kavramda edebiyatın ana temalarındandır.

A. –  Romanda dikkatimi çeken toplumsal tarihimize ait kesitlere bolca yer verilmesi. İşte, güneydoğu olayları, AB süreci, açlık grevleri, işkenceler… Bütün bunlar bir roman kurgusu içinde ne kadar gerçekçi algılanacak? Bunu düşündünüz mü hiç? Sonunda siz bir gerçeği ifade etseniz de işine gelmeyenler, “o bir roman” deyip geçebilirler mi? M.E. – Her roman bir anlamda yıkıcı bir fikirdir. Dünyayı, evreni değiştiren de fikirler değil midir? Önemli olan sorun hakkındaki farkındalığı arttırmak, sorunun geleceğe aktarılması. Sanatçının görevi budur.

A. –  Siz sürgün edilmiş, hapis yatmış bir solcu yazarsınız. Yanıldığım nokta varsa lütfen düzeltin. Romanda  eskiden eylemler yapan solcuların “şimdiki zamanda” “koşullara uygun” eylemler gerçekleştirdiğini düşündüm. Siz de geçmişinizde kimi eylemler yapmış mıydınız? Oralardan bu romana aktardıklarınız da var mı?


A. –  Kusma Kulübü ne yapmaya çalışıyor? Bir şeyi değiştirecek gibi durmuyor? Eylemleri yeterince ses getirmiyor ya da başkaları üzerinde caydırıcı olmuyor. Burada amaç sadece okura kimi iletileri göndermek mi, başka bir şey de var mı? M.E. – Kusma kulübü politik bir manifesto değil. Önemi, vicdanı –unutulmuşken- bir edebiyat teması olarak da olsa tekrar gündeme getirmesi. Aldığım yüzlerce mektup bu görüşümü doğruluyor. Dünya bir günde kurulmadı. Biraz sabır. Kusma Kulübü aynı zamanda toplumsal vicdanın sığlaşması ve kültürün popülerleşmesine karşı bir duruşu da simgeliyor. Hem birilerinin “hey yapılanlar mide bulandırıcı” demesi de gerekiyordu. Edebiyat yoluyla tarihe bir not düşmüş olduk.

A. –  Romanda şöyle bir tümce var: “Popülerlik, toplumun budalalığıyla beslenen şeydir.” Toplumun budala olması kendisiyle mi ilgilidir? Asıl budala kimlerdir ve onlar gerçekten de budala mıdır? M.E. – Kendisiyle ilgili olmasa da, popülerliğin toplumun budalalığı ile beslendiği açık ve kesin. Toplumumuzun kısa vadeci ve çıkarcı olduğunu da göz ardı edemeyiz. Bu AB konusunda da belli olmuyor mu? Demokratikleşmeyi önemsemiyor ama “bize para verecek” masalına inandığı için AB ye girelim diyor. Ey politikacı, bizi ilçe ya da  il yaparsan sana oy veririm; tabak çanak verirsen gazeteyi alırım diyor.

A. –   Düşünmeyen, tartışmayan, karşılaştırma yapmayan, soyut düşünme yeteneğinden yoksun bir toplum oluşumuz bugüne özgü bir durum değil diye düşünüyorum. Geçmişten geliyor galiba. Kulluk yapmayı en önemli iş sayan altı yüz yıllık bir geçmişimiz var. Sizce de öyle değil mi? Düşünen bir toplum olabilmemiz için yazarlara ne gibi görevler, sorumluluklar düşüyor? M.E. – Modayı, piyasa koşullarını gözeterek değil, gerçekleri yazdıklarının odağına alarak yazmak. Kendini sever değil, insanlığı sever olmak. Yazarlara düşen kısaca bu.

A. –  Kitapta sık sık Tanrı’yla ilgili düşüncelere, esprilere, karşılaştırmalara, konuşmalara, kızmalara rastladım. Siz Tanrı’yı romanınızda bildiğimiz anlamda mı kullandınız? Tanrı’yla bu kadar işinizin olmasının nedeni nedir? M.E. – Bunun için Zamanın Manzarası adlı romanımı okumanız gerek. Ancak şunu ekleyeyim. Her yaratıcının –dolayısıyla sanatçının- Tanrıyla sorunu vardır.

A. –   Nihan, “Politika pisliktir.” der. Sizin için gerçekten de öyle mi? Pislik olan politika mı, politikacı mı?


A. –   Taraf tutmanın önemli olduğunu iletiyorsunuz. Her insan taraf tutmalı mı? Taraf tutmak için bir bilinç de gerekmez mi? Bu bilincin olmadığı insanların taraf tutmamaları (tarafsız olmaları) normal değil midir? Bunları eleştirmek doğru olur mu? M.E. – Herkes taraf tutmalı. Kitabın giriş cümlesi de bunu söylemiyor mu: “İnsan, eğer insan kalacaksa, taraf tutmak zorundadır…” Eşitsizliğin ve adaletsizliğin egemen olduğu bir düzende tarafsız olmak, güçlüden yana olmakla eş anlam taşır. Böylesi bir durum benim –bırakın bir yazar olarak- bir insan olarak midemi bulandırır. Ben insan kalmaya kararlıyım.

A. –  Romanlarınızda da (karakterler arasında) taraf tutar mısınız; roman kahramanlarından yana veya ona karşı bir tavır alır mısınız? M.E. – Taraf tutmam. Her yazar kendini bir havanda döver, aşındırıp toz haline getirir, sonra da kahramanlarının hamuruna –kimine az, kimisine çok- katar. Olay bundan ibarettir.

A. –  Kimi yazarların bulunduğu “saf”ı ayırt etmek gerçekten zor. Hangi tarafta olduğunu anlamak kestirmek kolay değil. Neden herkes rengini belli etmez? Bir tarafta yer almak/taraf tutmak zor mudur? M.E. – Bunu onlara sormalısınız. Ama dediğim gibi, zayıfın, güçsüzün yanında değilseniz, karşısındasınız demektir.

A. –  O zaman, sizin “taraf”ınızda ya da bulunduğunuz tarafta başka neler var? M.E. –??? Bu kadar kitap ve sözden sonra ne diyebilirim?

A. –  Bir yazar, aydın, sanatçı olarak nerelerden beslenirsiniz; beslendiğiniz kaynaklar nelerdir; sanatçıyla günlük yaşamın koşuşturmacası içindeki sıradan insanın beslendiği kaynaklar mı farklıdır, etkilenme biçimleri mi? M.E. –  Vicdanım ve geçmişim. Bir de insanı araştırma merakım. Beni besleyen kaynaklar bunlar olmalı.

A. –  Bir romanın iyi olmasının temel özellikleri nelerdir? Buna bağlı olarak şunu da sormak istiyorum; sizin bir okur kitleniz var; sıradan olmayan, belki de her kitabı okumayan bir okur kitlesi bu, diye biliyorum. Yazarken kendi okurunuzu da düşündüğünüz olur mu? Yazar yazma eylemini gerçekleştirirken neyi düşünmeli; doğru olan nedir bu konuda? M.E. – İyi roman nedir? İyi roman her şeyden önce sabit bir fikir ya da yıkıcı bir sorudur. Bu tür romanlar zamana karşı koyabilmiş, kalıcı eserlerdir ve odağında da mutlaka insan vardır. İnsan olarak varlığımızın bilinmeyen bir yanını keşfetmeyen, buna niyetlenmeyen ya da var olanın altını çizmeye yeltenmeyen roman, roman değildir. Aslında roman türünün öncülerinden sayılabilecek olan Robinson Crusoe bize romanın ana temasının ne olması gerektiği konusunda bir fikir verir: (Tıpkı 3000 yıldır okunan Odyseus gibi) ‘Yazgısını arayan yalnız insan…’ Benim derinlemesine büyüyen, yayılmayan, edebiyat sever bir okur kitlem var. Okurlarımın çoğu hemen hemen bütün kitaplarımı okur. Sartre diyor ki, “Kötü roman pohpohlayarak hoşa gitmeye çalışan romandır; iyi romansa inanma ve inanılma işidir.” Gerçek yazar kolaylığı sürgün edendir ve yazarken asla okuru gözeterek yazmaz.

A. –   Siz siyasal roman yazıyorsunuz ve bunu polisiye romanın örgüsünden yararlanarak yapıyorsunuz. Niçin polisiye bir örgü? Bunun, sizin açınızdan önemi, yeri nedir?


A. –  Sizi, zaman zaman solcular eleştirdiler. Yazarlığınızın, yazdıklarınızın en azından birçok noktada birleştiğiniz kimseler tarafından sertçe eleştirilmesi sizde ne gibi duygulara, düşüncelere yol açtı?
M.E. – Bunlardan hareketle eleştiri anlayışınızı da merak ettiğimi söylemeliyim.İlk romanlarımı eleştiren solcuların önemli kısmı artık solcu değil, hatta bazıları tüsiad üyesi… Yazıyorsan eleştirilirsin. Bu açıdan sertçe eleştirileri de normal karşılıyorum.

A. –  Siz Uğur Mumcu Vakfı’nda da etkinliklerde bulunuyorsunuz. Bu etkinliklerinizde ne gibi sonuçlar ya da etkiler hedefliyorsunuz; buna ulaştınız mı? Orada tam olarak yapmaya çalıştığınız nedir? M.E. – Popüler edebiyatın dışındaki mevzileri güçlendiriyoruz. Katılanlara yaratma cesareti vermeye çalışıyoruz. 1000’nin üstünde öğrencimiz oldu. 200 kadarı edebiyatla sürekli olarak ilgileniyor. Yani yazıyor. 23 öğrencimizin de yayınlanmış öyküleri, romanları var.

A. –  Öyle anlıyorum ki, oradaki çalışmalar sizi mutlu ediyor; tatmin de ediyor mu? Saydığınız veriler yeterli midir? M.E. – Sadece bir kişinin hayatını değiştirmek, bir kişiyi bile edebiyat zehrini bulaştırmak her şeye değer.

A. –  Bizim toplumda öteden beri nitelikli okur; gerçek okur sorunu yaşanmıştır. Bu kitlenin sayısının az olması, edebiyat dünyasında, yayımlanan kitaplarda belirleyici olamaması, niteliksiz ürünlerin de ortaya çıkmasına neden oluyor diye düşünüyorum. Nitelikli okur sayısı nasıl çoğaltılabilir? Gerçek okura söylemek isteğiniz bir şey var mı? M.E. – Okuyun ama kalıcı olacağına inandığınız yazarları okuyun, derim.. Ben edebiyat işliklerinde hep, “kitap okumayın, yazar okuyun,” diyorum. Bu rasgele okuma, genel kabul gören kitapları okumama konusunda bir uyarıdır aynı zamanda. Genel kabul gören, yaygın okunan kitaplar çoğu kez üçüncü sınıf eserlerdir.

A. –  Sizin yazarlarınız kimler? Birkaç tanesini adını verebilir misiniz? M.E. – Bunun için öğrencilerimin hazırladığı www.mehmeteroglu.info adresindeki siteyi ziyaret etmenizi öneririm. Orada öğrencilerime önerdiğim bazı yazarlar, yazmak üzerine düşüncelerim ve bazı kitap ve yazarlarla ilgili yazılarım, görüşlerim var.

A. –  Yazdıklarınıza, söylediklerinize bakınca, sizi dünyanın neresine koyacağı konusunda kararsız kalan okuyucularınız için nereyi tarif edersiniz? M.E. – Yazdıklarımı ve söylediklerimi okuyan okur eminim beni nereye yerleştireceğini biliyordur.

Teşekkür ederim; Agora okurları ve okurlarınız adına. Eklemek istediğiniz bir şey varsa lütfen buyurun!

AGORA ARALIK 2004 S. YILDIRIM