Söyleşiler

T. –  Roman yerleşik sistemi, medyayı, magazin dünyasını acımasızca eleştiriyor. Buna anarşist roman diyebilir miyiz? M.E. – Kusma Kulübü’ne anarşist mi, nihilist mi roman dersiniz, bilemem. Ama yazarının “insan kalmak için, taraf tutmak zorunda” olduğunu bilerek, yıkıcı olmasını dilediği bir öfkeyle kaleme aldığı bir roman diyebilirsiniz. Çünkü öfke, direnişin ardındaki güçtür; şiddeti tetikler. Şiddet de isyana açılan kapıyı itecek gücü verir bize. Soylu –toplumsal- bir amaca yönelik öfkeden daha kutsal, daha haklı hiç bir şey bilmiyorum. Yaratıcılığın kökeninde de çoğu kez -açık ya da gizli- bir öfke ve şiddet öğesi yok mudur?

T. –  Sayfa 63’te yazarların kim oldukları soruluyor ama cevap verilmiyor. Sizce kimdir yazarlar? M.E. –  Yazarlar kendini kalemlerinin ucunda yeniden yaratan kişilerdir. “Bizim için duyarlılık satın alan, söylemediklerimizi söyleyen; insan ruhunda uzun yolculuklara çıkarak keşifte bulunmaya çalışan ve insan manzaralarının ressamı olmaya çalışanlardır.” Ancak bazı yazarlar okunur, bazıları ise ezberlenmek ister. Bu ayrımın ölçüsü ise çekilen acıdır çoğu kez. Ben? Ben, ölüm bilinciyle yazan, acının eğitiminden geçmiş bir yazar olarak adlandırılmak isterim doğrusu.

T. –  İnsanı insan yapan en büyük erdem nedir, vicdan mı? M.E. –  Hiç şüphesiz en önemli erdemimiz Vicdandır. Latince kökeni, bilmek fiilinden gelen Vicdan, diğer erdemlerimizin üstünde yükseldiği bir platformdur çünkü. Eğer Vicdan olmasaydı, merhamet olmazdı, eşitliği, adaleti arayışımız eksik kalırdı. Bütün erdemlerimizin anası olan Vicdanımızı tutkularımızın Tanrısı kılmak. Kusma Kulübü’nün kahramanı Umut’un yolculuğu işte bu durakta sona eriyor.

T. –  Umut’un kurtulmak istediği vicdanı mı, kusma refleksi mi? M.E. – Hep ikinci dereceden roller oynadığı hayatını, “benimki mutsuzluğuma alışmak” diye tanımlayan Umut, onu  dölyatağından  cansız bir cenin gibi dışarıya atan İstanbul’da tutunmak için Vicdanından kurtulmak ister. Çünkü Vicdanlı olmak onu önleyemediği bir kusma illetine doğru götürmektedir. Bu yüzden, iç sesini bastırıp Vicdanından kurtulmayı dener.

T. –  Bir röportajınızda okuru göz önüne alarak yazmanın iyi yazmayı engellediğini söylüyorsunuz. Yazar okuru değilse, neyi gözetmeli? M.E. –  Okuru göz önüne alarak, okuru pohpohlayarak, onunla suç ortaklığı kurarak yazanlara yazar değil -hedef kitleyi gözeten- reklamcı demek daha doğru olur. Edebiyatın yönü okura, hele tüketici refleksleriyle yaşamakta olan okura asla bırakılamaz. Yazar, tema seçiminde insanda var olan, ama henüz adı konmamış insanlık durumlarının peşinde olmalı, ya da en azından bunu denemelidir. Yazar, okuru gözetmeye kalkıştı mı, kendini kısıtlar, yaratıcı özgürlüğünü yitirir. Yazar, Dostoyevski gibi “yıkım ve kargaşadan doğan acıyı sevendir,” mayasında kendisini suçlama isteği olandır; okur ise genellikle mutluluğu gözetir. Eğer sonu okura bırakılsaydı, kaç başyapıtın sonu değişirdi; bunu hep merak etmişimdir.

T. –  Romanda magazin dünyasına yönelik ciddi eleştiri var, ancak fıkrada olduğu gibi –bu konuda hırsızın- yani magazin haberlerini tüketenlerin hiç mi suçu yok? M.E. –  Magazinin toplumun budalalığıyla beslendiğini biliyorsanız suçu da bu oranda dağıtmalısınız: Üreten açıkgözler ve tüketen budalalar. Teşbihte hata olmaz, ama bana sorarsanız burada hırsız sıfatını tüketici değil, üretici hak ediyor.

T. –  Zenginlik dünyadan yok edilirse geriye, ne kalacak? M.E. –  Gezegenimizin en tehlikeli hastalığı -zenginliği tek elde toplama dürtüsü- yok edilirse, yoksulluk da ortadan kalkacak. Yoksulluğu yaratan zenginlik çünkü. Umut’un isteğinin ardında böyle bir düş var. Geriye ne mi kalır? Birkaç şey: İnsancıl bir Tanrı; geniş bir mutluluk ve bir de kölelerin yaptıkları anıtlar. ( Ne komik değil mi? Kölelerin, yoksulların kanı, teri ve canı pahasına yaratılan eserler, insanlık mirası sayılıyor.)

T. –  Magazinleşen romanlar, yazdıklarını magazinleştirenler hakkında ne düşünüyorsunuz? M.E. –  Sahici bile değiller. Biliyorsunuz, yazarlar gerçeklerin peşindedir.

TEMPO ŞUBAT 2004 Nuray SOYSAL