Erdem Öztop –Sevgili Mehmet Eroğlu, yeni bir romanla okurla buluştunuz; “Belleğin Kış Uykusu”. Nereden, hangi damardan doğdu bu roman?
Mehmet Eroğlu – Benim romanlarım aceleci, sabırsız çocuklara benzer. Başkasının sırasını kapmaya, öne geçmeye çalışırlar. Bu roman da öyle oldu. Doğuşu ve tasarlanışı, bundan önceki roman Düş Kırgınları’nı bitirmek üzereyken olupbitti diyebilirim. Yani, 2005 yazında, Düş Kırgınları’nın yaşadığı ve yazıldığı Karaburun’da. Yazlar genellikle kış boyunca yazdıklarımın üzerinden geçmek ya da tamamlamak için iyi bir fırsattır benim için. Bütün kış aralıksız süren hocalık görevim sona ermiştir; en önemlisi her gün akşamüstü uzun uzun yüzme fırsatı bulduğum, mutlak bir yalnızlığın içinde geçirdiğim saatlere yeniden kavuşmuş olurum. “Tren”, bir ad buluncaya kadar bilgisayarımdaki dosyanın adı buydu Belleğin Kış Uykusu’nun. İşte böyle bir anda, bir ahtapotun ardından yaptığım dalış sırasında elimde meydana gelen derin kesiğin ardından sökün eden sorulardan doğdu. Canım epeyce yanmıştı. Fiziksel acının tanımı, ardından asıl acıya, ruhta yerleşik acıya kadar soruları sürdürdüm. “Eğer hayatımızdan acıyı aforoz edebilseydik nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk? Bellek nedir? Belleği silmek mümkün müdür?” Ve tabii asıl önemli soru: “Gerçek sevgi nedir?” Bu roman hangi damardan doğdu sorusuna gelince, cevabım “bundan öncekiler hangi damardan kan aldılarsa” bu da oradan kan aldı olur: İnsan yaratılışının o gölgeli, içinde trajik temaların boy attığı – Malraux’un tabiriyle- o gizemli, içinde merhametin ve kıyıcılığın birlikte yer aldığı gölgeli alandan. Ben on beş yaşından beri vicdanımın kölesiyim, galiba bütün romanlarım o loş alandan yükselip göğsümdeki o derin çukurda yankılanan acılardan, sorulardan doğuyor.
E.Ö. – Bellek kış uykusunu yatıyorsa, unutuyoruz demektir, değil mi? M.E. – : Varlığını iç ve dış dünyanın anılarına odaklayamamak; anısız göçebelik. Belleksizlik bu olmalı; belleksizliğin sonucu olan unutkanlığı da kış uykusuna benzetebiliriz. Belleksizlik demek, geçmişte edindiğimiz anıların düşsel olarak tekrarlanamayışı demek. Anı olmadan diğer birçok şey gibi sevgi de olmaz. Önemli olan da, asıl kayıp da budur. Anısızlık bizi duygularımızdan koparır; yüreğimizden uzaklaştırır. Acının hayal gücü gibi dişi olduğunu ve sayısız erdem ürettiğini düşünürüm. Çünkü erdemler, insanoğlunun acılarına verdiği karşılıklardır.
E.Ö. – Sanki böyle bir endişe içersindesiniz gibiymiş geldi, bir zaman sonra, unutkanlıklar çağını mı yaşayacağız dersiniz? M.E. – : Unutma dediğimiz davranışın iki biçimi var. Birincisi olağan diyebileceğimiz, anılar ve bilgilerle kapasitesi dolan bellekte gelecek yeni anı ve bilgilere yer açma mekanizmasıdır. Bünyenin ayarladığı, beynin de boyun eğdiği bu sürece diyebileceğimiz bir şey yok. Utanç verici olan ikinci tür unutma: Duyulan suçluluk duygusu ile ağırlaşan vicdanının yükünün –tıpkı boğulmak üzereyken safra atılması gibi- azaltılması… Bunu neden yapıyorlar? Çünkü bellek yoksa suç da günah da yoktur. Oysa bir sanatçıda aradığımız en önemli erdem, en yaratıcı, tükenmez kaynak sanatçının kendini suçlayabilme yeteneğidir. Yani sanatçı, kişisel olarak yüklenmesi gerekmeyen suçlardan dolayı da kendini suçlu hissetmeli ve vicdan azabı çekebilmelidir. Bu tür unutuşa izin vermemeye çalışıyorum. Yaptığım toplumsal belleği tazelemek, becerebilirsem unutma sözcüğünü yok etmek. Hep derim: Ben en son unutan olacağım. Edebiyat ya da genel anlamda sanat, işte bu ikinci tür unutkanlıklara, unutma cüretine bir karşı koyuştur.
E.Ö. – Ya da ‘inkâr’, başat çıkış sebebi (mi?) olacak insanoğlunun? M.E. – : Unutturmak, insanı inkâr etmek. Romancılara, ressamlara, müzisyenlere düşen bunu boşa çıkarmak. Picasso’nun Guernica’sı bu çabanın görkemli bir örneği değil midir? Erich Maria Remarque’ın Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’u ya da İnsanları Seveceksin’i… Bunlar da benzer çabanın romandaki karşılıkları. Günümüzde bize dayatılan edebiyat anlayışına, Türk Romancılığı için çizilen çerçeveye bakın. Edebiyatın muhalif, insanın, toplumun farkındalığını arttıran öncü rolünden vazgeçmesini -bilinçli ya da bilinçsiz olarak- sağlamaya çalışmıyorlar mı? Eğer sanatın odağından insanı ya da insanlığı çekip alır, yerine başka şeyler koyarsanız, bunu başarmak mümkün sanıyorlar. Ama yanılıyorlar. Bu gezegenin üstünde eşitsizlik ve insan acısı var oldukça hangi masalı anlatırsanız anlatın, insan, romanın odağındaki yerini koruyacaktır.
E.Ö. – Roman Kafkaesk bir sahne ile açılır… Bay M koltuğunda doğrulur ve unutmuştur geçmişini… M.E. – : Evet, Belleğin Kış Uykusu, “M, o akşamüstü, göğsündeki garip sızıyla geçmişi olmayan, anısız bir güne uyandı. Belleği onu hafifmeşrep bir sevgili gibi terk etmişe benziyordu…” cümlesiyle başlar. Adamın zihninde sadece titreşip duran bir harf vardır: M. Bay M, ne kim olduğunu, ne de uyandığı yeri hatırlamaktadır. Ardından yolculuk başlar. Bu iki yönlü bir yolculuktur. Romanda Bay M’nin, yitirdiği belleğinin peşine düşerek, geçmişe ve geleceğe doğru aynı anda yaptığı fantastik yolculuk anlatılır. M’nin bindiği tren zamansız bir gecenin içinde yol alırken M bir yandan gençleşmekte bir yandan da karşısına çıkan yolculardan geri aldığı anılarla hayallerini, sevdiği kadınları ve geçmişini hatırlamaktadır. İnsanın düşüncelerini okuyabilen, bir belirip bir kaybolan bir Palyaço ile M’nin öfke ve hayranlık duyduğu, kadınların göz bebeği yakışıklı Bay G, bu garip yolculuğun yoldaşlarıdır. Palyaço bilgeliğin, Bay G ise hazzın peşindedir. Garip ve karanlık yolculuk, M’nin seçim yapacağı istasyona kadar gizini korur. M, üç zor soruya cevap verecektir. Acısız hayat bizi mutlu eder mi? İçinde bir tutam sevgi olan hayatımızdan, ne kadar kötü olursa olsun vazgeçebilir miyiz? Ve: Gerçek sevginin bir nedeni var mıdır? Özetlersek, Belleğin Kış Uykusu bizler gibi bir insan olan Bay M’nin seçimini anlatıyor. Mutsuz insanların çözmeye çalıştığı bir bilmece olan hayat, palyaço’nun dediği gibi, “Bütün özgün yapıtlar gibi amaçlarımızın bir ürünü müdür?” Yoksa “Yaptığımız, yapacağımız ya da yapamadığımız seçimler midir?” Bay M, -bir insanın yapabileceği en önemli- seçimi yapmak için büyük bir engeli aşmalıdır: Vicdanını. Son söz: “İnsan, ancak vicdanının izin verdiği ölçüde özgürdür.”
E.Ö. – Vicdan! Az önce inkâr dedik gerçi ama vicdan da inkâr kadar önemli, unutmanın, unutma isteminin sebeplerinden bir diğeri, katılır mısınız? M.E. – Tabii, katılırım; vicdan çok, ama çok önemli. Ama önce duymaktan pek hoşlanmadığımız, başımıza gelmemesi için kendimizi sakındığımız, bu yüzden de biraz hakkını yediğimiz acıyla başlayalım. Biran acıyı yok ettiğimizi, gündelik yaşamımızdan kaldırdığımızı düşünelim. Fiziksel acıdan değil, ruhsal acıdan söz ediyorum tabii. Belki ilk anda rahatlarız ama bunu yaparak acımayı, acıyabilme yetisini de ortadan kaldırmış olmaz mıyız? Çünkü acıma dediğimiz, karşımızdakinin acısını kavramak demektir. Acıma yeteneğimizi yitirdiğimizde ise tüm erdemlerimizin anası olan merhameti de yitiririz. Merhametin yuvasıysa vicdandır ve bütün erdemlerimiz bu derin kuyuda boy atar. Vicdan –yabancı dillerdeki karşılığı- bilmek sözcüğünden gelir; yani farkında olmaktan. İşte bu kuyu yeterince derinse, vicdan insana her şeyi yaptırabilir. Bu yüzden başkasının acılarıyla da dolmuş bir vicdanı taşımak zayıf, hazza eğilimli insanoğlu için oldukça zordur. Belimiz taşıyamadığımız bu yükle büküldüğünde azaptan kurtulmanın en kestirme yolu, vicdanı inkâr etmek, çekilen acıları unutmaktan geçer. Acının bireysel ya da toplumsal olması, bu unutma sürecinin niteliğini değiştirmiyor.
E.Ö. – Şunu merak ediyorum, romanda Bay M hesaplaşma içersindedir. Peki ya görünmez güçlere arka planda yer verebilir miyiz, unutturmaya çalışanlara? Ya da şöyle sorayım, unutturmak isteyen arka plan insanları mevcut mudur, belleğin kış uykusuna yatmasında? M.E. – Burada belki tıpkı insanlar gibi toplumların da belleklerinin silinmesini, geçmişiyle, kökleriyle bağlarının kesilmesini isteyen küresel bir dünya politikasından söz edebiliriz. Hatırlayalım, bizim toplumumuzun belleğini de iki kez silmeye kalkışmadılar mı? Şimdi aynı çaba bölgesel planda, daha kapsamlı olarak devam ediyor. Bu bakımdan toplumsal belleği uyanık tutmak en az kişisel bellek kadar önemli. Böyle bir bellek olmazsa toplumumuza ve bu dünyaya gerçek değerini nasıl vereceğiz? Tarih dediğimiz şey zamanla, coğrafya mekânla ve bunlarla birlikte ancak toplumsal bellekle anlamlıdır. Peki biz ne yapıyoruz? Tarihimizi ya –gerektiğinden fazla- övüyor ya da –başkalarını, özellikle de Batı’nın bakış açısına göre- yeriyoruz. Edebiyatın daha yapacak çok şeyi var anlayacağınız.
E.Ö. – Geçmişi unutmanın ödülü olarak Bay M’ye mutluluk bahşedilir, cenettin kapıları sonuna kadar açılır! Huzur nerede durur bu hal içerisinde? M.E. – Huzur ya da mutluluk! Öncelikle edebiyatta mutluluğa inanmadığımı söylemeliyim. Mutluluk dediğimiz şey ya da durum çoğu kez geçicidir. Zaten bilinç de mutluluğu ancak sona erdikten sonra algılıyor. Çoğu kez mutluyum diyenler, mutsuzluklarının farkında olmayanlardır. Eninde sonunda ölecek insanoğlunun öyle görkemli bir mutluluğu olabileceğine inanma mı beklemeyin benden. Hem mutluluk, doğurgan ve dinamik değildir. Kısır ve bizi hareketsiz bir uyuşukluğa mahkûm eden bir durumdur. Değişikliğe karşıdır mutluluk. Solon’un dediğini hatırlayalım: “Yaşamakta olan kişiyi mutlu saymamak, sonunu beklemek gerek…” Bay M’nin cennet serüveninden de anlayacağımız gibi, sürekli mutluluğun da büyük bir mutsuzluk kaynağı olabileceğini unutmayalım. Sürekli huzur! Bu da sıradanlığın bir başka tanımı olmalı.
E.Ö. – Peki ya acı? Acı karşısında Bay M’nin tepkileri? Kış uykusunun bu süreçteki önemi? M.E. – Burada kış uykusunun nedeni ve önemi, Bay M’yi hep özlediği, o –kendisininkine benzemeyen- hayata doğru yola çıkaran süreci başlatmış olması. Saklamaya gerek yok! Hepimiz de var olan, gizli bir dürtü bu. Zaman zaman her şeyi unutmaya, hazzın peşine takılmaya, acılardan uzak durmaya, hayatta yapamadıklarımız için bahaneler üretmeye, suçu başkasının üstüne atmaya hazır olan tarafımızdan söz ediyorum. Aslında her insan yaşamının bir safhasında hayali bir gelecek düşüyle ürperir. Bu ürperiş sırasında düşlenen gelecek, çoğu kez bugünün gerçekleştirilemeyen özlemleri, kaçırılan fırsatlarıdır. Her insanın hayatı –tabii bir hayatı varsa- yaşamında en az bir kez kırılır ve bir daha asla eskisi gibi olmaz. Böyle durumlarda çabuk davranıp, seçim yaparak gelecek yaratabiliyorsak, yeni bir hayat edinmiş oluruz. Ama risk almaz, kendimizi kandırmayı seçersek, elveda hayat! Bundan sonrası Tanrı’nın bize biçtiği ömrü sürdürmek, sonra da ölümdür. Neden mi böyle dedim? Çünkü hayatla, ömür birbirinden farklı şeylerdir. Ama sakın hayat edinmenin, seçim yapmanın sanıldığı kadar kolay olduğu düşünülmesin. Sevgi, insan için büyük bir ödül olmakla beraber, seçimlerinin önünde duran kocaman bir engeldir de. Acıya gelince: En derin, en tutkulu isteklerimiz acıdan doğar. Acı olmazsa belki cennet olur, ama edebiyat da, sanat da olmaz.
E.Ö. – Bu hesaplaşma sürecinin işlemlerinden biri de ‘kusmak’dır! Kulübe bir davet mi söz konusu? M.E. – Yoo, öyle bir şey yok.
E.Ö. – Bay M’nin belleğinin yavaş yavaş kendine gelmesinde, geçmişten fantezi sahneleri de anbean us’a gelir… SS’nin bir hayal ürünüyken, dipdiri bir vücut olarak yer alması, Neşe’nin varoluşu… Romanda pek çok tez üretilegelir ama ben burada sadece birini, başta ve sonda da bizi bir elektrik akımı almışçasına diriltir: “Ah şu erkekler! Hayatlarının bir penisin ucundan fışkırıp ortaya saçılan sütümsü şeyin ardına takılmaktan ibaret olduğundan nasıl da habersizdirler. Hadi dostum, utanmayın! Bir erkek için hayat, kendine kadın bulmaktan ibarettir.” Ne dersiniz? M.E. – Belki Schoupenhauer’ın dediklerini hatırlamakta yarar var. Edebiyata en yakın filozoflardan birisi olan usta, hayatın ve edebiyatın en önemli temalarından birisi olan aşkı, “içinden sayısız kuşağın çıkacağı, gelecek kuşağın kuruluşu üzerine düşünme,” diye tanımlıyor. “Aşk, yalnızca bir cinsel içtepidir.” Galiba sonuçta insan türünün erkeği de doğadaki hemcinslerinden farklı değil. İlk amacı genlerini geleceğe aktarma dürtüsü. Bunca yıldır çevreme bakıyorum, aklı başında, seçkin diye niteleyebileceklerimiz de dâhil, hep bu dürtünün varlığını görüyorum. Edebiyatta da örneği yok mu? Balzac ve Stendahl’in hayatlarının önemli bir bölümü de böyle geçmiş. Aslında bir cinsin öteki cinse duyduğu ilgi, insanın kendisine duyduğu ilginin dışa vurumu.
E.Ö. – Dayanamıyorum ve soruyorum son olarak, “kadın, ruhun ölümü” müdür hakikaten? M.E. – Sanıyorum, bu benim önceki romanlarımdan birisinden bir alıntı. Kahramanlar bazen, yani özel bir durumun içinde, bazı sözler söylerler. Bundan nasıl bir genelleme çıkar size bırakıyorum. Yine de şöyle cevap verebilirim: Bazen evet, bazen hayır. Her cevabın bir doğru, bir de yanlış sorusu vardır. Hangi soruyu sorduğunuza bağlı. Eğer bir kadına, kişiliğinizin zamkı, yaşam gücünüzün ateşi olan tutkunuzun tamamını veriyorsanız ruhun ölümü pekâlâ da mümkün.
E.Ö. – Tren, romanın ana metaforlarından biridir, belleğin kış uykusundan uyanışına sebep olan etmenlerden. Gün ışıyana kadar hiçbir durakta durmaz örneğin! Belli dönemlerde patlamalar çıkarması, uyanışın habercisi midir? M.E. – Trenin herkes açısından farklı konumu, anlamı var: Bir gezgin olan Palyaço’nun okyanusu da diyebiliriz ona. Çünkü o, bilgeliğini burada edinmiş ve sınamış. Askerler için tren vatan anlamına geliyor. M açısından geleceğe ve geçmişe doğru aynı anda yaptığı yolculukta zamanın bu iki halini birbirine bağlayan bir köprü tren. Buzumsu bir donukluğun damarlarında yol olan tren, M’yi kaderinin yeniden şekilleneceği sunulan seçim noktasına götürüyor. Patlamalar, sarsıntılar hem hatırlamanın, bellek sarsıntılarının habercisi hem de treni kurtarma iddiasında olan askerlerin ortaya çıkış nedeni.
E.Ö. – Erken belki şimdi sormak, ama benim bildiğim, Mehmet Eroğlu bir romanı yayımladığında diğerinin bitmeye yakın bir haldedir! Ne var sırada? M.E. – Aslında aklımda ve notlarımda bir senaryo çalışması, bir oyun taslağı, bir de yeni bir romanın notları var. Hangisinden başlarım, bilmiyorum. Roman benim için sabit fikir gibi, dönüp dolaşıp ona varıyorum. Eğer yazarsam bu Türkiye’deki iki önemli kırılma, ayrışma üzerine olacak.
Hürriyet Gösteri Erdem Öztop