H.Ö. – Fay Kırıkları’na Mehmet’le başlamış ve Kürt sorunundan, müslüman-laik gerilimlerine pek çok güncel soruna temas eden bir hat izlemiştiniz. Emine de aynı fonda. Kürt sorunu, işçi sınıfının yaşadığı sorunlar, inanç gerilimleri… ‘Güncel’, ‘popüler’ edebiyatın artık çok da ‘heves etmediği’ bu konular etrafında, ama daima kendi okurunu sürükleyerek, yaratarak ortaya çıkan bir ‘tek yapıt’ gibi duruyor kimi zaman. Kendinizi çağdaşlarınız arasında “fazla gerçekçi” buluyor musunuz?M.E. – Aslında bu soruyla o kadar sık karşılaşıyorum ki, bilemezsiniz. Yazarken gerçekçi olmam, günün modasına aldırış etmeden kendi bildiğim temalarda ısrar ederek, artık bana mâl olmuş bir tarzda ve hep aynı yöne bakarak yürümememin zaman zaman şaşkınlık ve merak yarattığının farkındayım. Bu soruya şöyle cevap vereyim: Ben hayatım boyunca, sadece edebiyat konusunda değil, hayatın hemen hemen her alanında doğru bildiğimi, doğru olduğuna inandıklarımı yaptım ve çok da yanılmadım. Her yerde tekrarladığım bir edebiyat görüşüm var, başından beri bu çerçeveye uygun olarak yazıyorum. Kısaca özetlersem: Romanın odağında insan vardır; insanı yazarken onu çevresinden soyutlayamazsınız, toplumsallığı içinde yansıtırsınız ve yazmak estetik bir uğraş olmasının yanı sıra aynı zamanda toplumsal bir eylemdir. Bu nedenle gel geç modalara aldırmıyorum. Çok sevdiğim bir anekdot vardır, onu burada da tekrarlayayım: Lillian Hellman bildiğiniz gibi soğuk savaş zamanında ABD’de solcu olduğu için soruşturulmuş ve baskı görmüş yazarlardan birisidir. Hellman komünist avcısı Mc Carthy komisyonuna çağrıldığında –direnmeyip, itirafçı olan- Elia Kazan’la karşılaşmış. Kazan ona “Direnme, her şeyi anlat, zaten biliyorlar,” dediğinde, sonradan dönekliği yüzünden Amerikan Liberal solunca yıllarca afaroz edileecek Kazan’a şöyle karşılık vermiş: “Vicdanımı bu yılın modasına göre kestirmeyeceğim…” Bu söze bakarak ben de şöyle diyorum: Kalemimi günün modasına göre oynatmayacağım. İzin verirseniz güncel ya da popüler edebiyat için bir gözlemimi de ekleyeyim. Bilyorsunuz, popülerlik genellikle toplumun –hadi budalalığından demeyelim- banalliğinden beslenir… Bir saptama daha; siz belki uyarı dersiniz: Modaya uygun, daha çok tercüme edilme endişesiyle, pazarın dikte ettirdiği oryantalist, etnik, folklorik soslu temalarla, ama en önemlisi, insanı unutarak, edebiyatı adeta iğdiş edip işlevsizleştirerek yazarsanız, kalıcı olma şansınız olmaz. Kalıcı, geleceğe intikal edecek olan, insanla ilgili trajik temalarla yazılan romanlardır. Teşbihte hata olmaz. Bizim gibiler Akhilleus’un seçimini yeğleyenlerdir: Gerekirse gelecek için bugüne aldırmamak… Unutmayın Batı için yazdığınızda talebe, yani batıdaki Türkiye algısına uygun ürün vermeniz gerekiyor. Bu bakış açısı sadece bizim için geçerli değil. Eğer İngilizce, Fransızca ve İspanyolca yazmıyorsanız Batılı yayınevlerinin elinize tutuşturduğu temaları ele almalısınız. Uluslararası bir kitap fuarında ünlü yabancı bir yayınevinin editörü ile yaptığım konuşmayı hatırlıyorum. Adam küstah bir tavırla, “Eğer Uganda’lı bir  yazarsan, İdi Amin, açlık ya da hayvanlar hakkında yazacaksın. Kimse iki Ugandalı’nın aşkıyla ilgilenmez. İsterse yazdıkları Romeo ve Jülyet kadar iyi olsun…” dedi. Durum bu, ya hayvanları yazacaksın ya da hayvanla insanın aşkını… Batı bu editörlük yaklaşımını göreceli olarak bize de uyguluyor. Sadece bize değil, aynı yaklaşım tercüme edilen bütün dillerde yazanlar için de geçerli. Bu yüzden özgün konumumdan memnunum. Roman yazmak, edebiyatta kalıcı olmak maraton koşmaya benzer. Kalıcı olmak için de uzun vadeli düşünmekte yarar var. Aklımızda olsun, iyi eser eninde sonunda, tıpkı bir tohumun önlenemez büyüme isteği gibi, hak ettiği yeri alır. Sadece sabır.

H.Ö. – Edebiyat, yazmak desem, neler dersiniz.
M.E. – Edebiyat, hayattan ve insandan söz etmektir; daha doğrusu, hayat edinirken yazgısını değiştirmeye çalışan insandan. Ona biçeceğimiz her tanımdan daha önemlidir edebiyat. Bize yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varmadığımız hayatlar hediye eder. Hepsi bu değil: Edebiyat bize önce acılarımızı keskinleştiren bir biliç armağan eder. Yazma eyleminin bir tür, acıyı sapkınlığı olduğu akılda tutulmalıdır. Bu yüzden ruhsal arınmak için iyi bir yol, günahlarımız bağışlatmak için en uygun alandır; çünkü edebiyat iyiliği ve kötülüğü yeni baştan oluşturmaktır bir anlamda. Yazmakla ilgili olarak ilk söyleyeceğim, “yazmak insan manzaralarını ressamı olmaktır,” olur. Bu nedenle büyük yazarlar ruhlarımızın yüceliğinin olduğu kadar, sefaletininde ressamı olmayı seçenlerdir. Yazmak, hayatımızı edebiyata bağışlamak, hatta kurban etmek anlamına gelmelidir; hayatta bulamadığımız ilahiliği aramaktır bir anlamda. Ancak yazma isteğinin parıltılı bir yeteneğe dönüşmesi için çoğu kez acı ve pişmanlık gerekir. Anılaştıramadığımız hayatlar –yani aşındıramadığımız acılar- eninde sonunda kendini yazdırırlar. Yazmak, on tahlilde sözcüklerle yaşamaktır. Usta yazarlar sözcükleri, tanımları uysallaştırır, yumuşak bir el darbesiyle adeta okşayarak cümlelerdeki en uygun yerlere yerleştirirler.  Biraz da yazardan söz edelim. Öncelikle bir yazarı büyütüp derinleştiren, mayasında kendini suçlama yeteneğinin varlığıdır. Yazarlar analarının rahminden değil, kalemlerinin ucundan doğarlar ve toprak yerine ansiklopedilere gömülmek isterler. Bu yüzden yazarak kendilerine anıt mezar inşa etmeye çabalarlar. Olgunlaşmaları, hakkındaki övgilere de yergiler gibi aldırış etmediklerinde tamamlanır.  Son söz: yazarlar aynı zamanda şeytansı bir tanrının merhametsiz peygamberleridir.

H.Ö. –  İlk fay kırığı, “Aşkın farklı dünyaları bir araya getirip getiremeyeceği” gibi bir tartışma yaratıyordu zihinlerde. Bu kez de bir ‘elit-müslümanlar’ ve zenginlikle İslamiyet arasındaki ahlaki, sosyal çelişkiler dikkat çekiyor. Benzer çelişkileri ülke olarak da yaşıyoruz.
M.E. – Aşk, farklı dünyadan insanları bir araya getiriyor. Evet, bunda sorun yok. Ama dünyaları birbirine yaklaştıramıyor. Çok rastlamasak da, farklı dünyalara ait olanların birbirlerine aşık olmalarında, şaşırtıcı olan bir şey yok. Zor ve çözümü güç sorunlar üreten şey evlilik. Çünkü evlilik, aşkı hayata uydurma, duyguları, tutkuları günün sıradanlığından, çevre baskısından koruyabilme sanatı. İşte bu romanda ele alınan konulardan ilki bu. Diğeri de sorunuzda sözünü ettiğiniz, zenginlikle İslamiyet arasındaki ahlaki, sosyal çelişkiler. Ancak yükselen İslami Burjuvazi için dindarlık, zenginliğin getirdiği alışkanlıklardan pek de etkilenmişe benzemiyor. En azından büyük bir kısmı, dindarlıüın zenginlik ve gösterişle birlikte var olacağına inanıyor.

H.Ö. – Bir mücahitle evlenmenin din görev olduğunu düşünen, kocası boş ol demedikçe boşanamayan, dini nikahla sorun yaşayan inançlı kadınlar… Bu kesimden insanları nasıl tanıdınız? Geri dönüşler oluyor mu, müslüman, muhafazakar okurlardan ne tür tepkiler alıyorsunuz?
M.E. – Olumsuz bir tepki almadım. Ama övgü de almadım. Biraz merak, biraz da ihtiyatla bakıyorlar. Özellikle de Müslüman’lığa, bize dayatılan biçiminden farklı bir açıdan bakma konusu pek karşılaştıkları bir durum değil. Romandaki Hasan Hoca’nın tezlerinin insaniliği ve ahlaki üstünlüğünün farkındalar ama.  Bu roman için çok sayıda kişiyle konuştum. Epeyce okudum. Değişik sınıfsal konumdaki –hepsi türbanlı ve dindar- kadınlarla konuştum, onlarca soru sordum. Farklı karşılıklar aldığımı söylemeliyim. Kentli ve zenginler, romandaki Emine’yi hatırlatıyorlar, taşralı ve orta gelir düzeyinde olanlar da Fatma’yı. Fatma, mücahitle bu bir dini görevdir diye evleniyor ama Emine gibiler resmi nikah olmadan asla dini nikaha razı olmuyorlar. Sınıfsal konumları davranışlarını da belirliyor. Oysa biz geçmişte hep Müslüman kadının dini nikahla evlenmek istediğini, medeni kanunun buna engel olduğunu düşünürdük. Müslüman kadın kentli ve eğitimli oldukça davranışları da değişiyor.

H.Ö. – Emek ve Adelet grubunun iftar protestoları, HAS Parti’ye katılan sosyalistler, 1 Mayıs’a bu partinin yanı sıra başka bazı grupların katılması… İktidar ve müslüman ilahiyat arasındaki bir çelişki mi üretiyor bu arayışları? Nasıl görüyorsunuz? Büyük muhafazakar ailenin içinde bir toplumsal adalet ve eşit bölüşüm arayışının yeni bir siyasal dinamizme evrilmesi ihhtimali var mı?
M.E. – HAS Parti girişimini, Emek ve Adalet Grubunun eylemlerini, özellikle de İhsan Eliaçık’ın tezlerini ilginç buluyor ve merakla izliyorum. Bazı solculara bu garip gelebilir. Ama bu konuda bir iki şey söylemek istiyorum: Din, kapitalistlerin, köylülüğün eline bırakılmamalı; dindarların sınıfsal konumlarını gözetmeden, katogorik bir şekilde sağcı partileri desteklemelerinin engellenmesini gerekliliğine de inanıyorum. Din, saf bir ideal olarak, zenginlerden değil, yoksullardan yana olmalı. Hatırlayalım, her dinde Tanrı önce yoksuldu. Tanrı’nın zenginlerden yana olması, dinin, iktidarın resmi ideolojisi olmasıyla birlikte ortaya çıkıyor. Müslümanlık da Emevi’lere kadar bugünkünden daha farklı değil miydi? Burada solcu entellektüellerle Müslüman’lığın ilşkisi üzerinde de biraz durmak istiyorum. Batılı entellelektüeller –çoğu- dinsiz doğmaz. Önce –mesela- katolik olur, sonra dinle bağını koparır, ondan ayrılır. Bir örnek: Joyce. Söylemek istediğim şu: Batılı entellektüel dini bilir, dini refaransları vardır. Oysa bizdeki durum bundan oldukça farklı. Biz –çoğumuz diyelim- Müslümanlığı pek bilmeyiz. Neredeyse dinsiz doğarız. Bu açığın kapanması, eksikliğin giderilmesi gerek. Solla Müslümanlığın toplumcu damarı arasında işbirliği olabilir mi? Zor görünse de neden olmasın. Solun yaptığı ittifaklar ortada. Hatta bazıları liberalleşip kapitalistlerle kol kola bile girmediler mi? Doğrusu bir solcu olarak, insanların mutluluğu, yetişkin hayatımın rüyası olan yoksullarının olmadığı, çocuklarının ve yaşlılarının ağlamadığı, kadınlarının ezilmediği bir dünyaya bir adım bile yaklaşmak için Tanrının kutsallığına gönül rahatlığıyla katlanabilirim. Zaten bunu 1990’larda yazdığım Yürek Sürgünü adlı romanımda da yazmıştım. Bir kahramanın ağzından dile getirmiştim. Sorunun ikinci kısmına gelirsek. Zengin muhafazakârlar Müslümandırlar ama daha önce kapitalisttirler ve refleksleri de buna ayarlıdır. Her şeyi önce dünyevi bir ölçüyle –dinen teşvik edildiğini bile söylerler- yani parayla, kazançla tartarlar. Romandaki Hasan Hoca’nın, gerçek hayatta karşılığıysa yukarıda adlarını andığımız kişi ve kuruluşların temsil ettikleri düşünceler. Ben bu romanı bu şekliyle 2003 yılında tasarlamıştım. Daha yayımlanmadan ortaya HAS Parti çıktı. Hasan Hoca’nın tezleri  belki bugün hâlâ pek gerçekçi, gibi gözükmüyor. Hatta aşırı iyimser diye de adlandırılabilir. Buna romandaki bir alıntıyla, Stendhal’in bir cümlesini hatırlatarak cevap vereyim. “Hangi büyük iş vardır ki, başlangıcında aşırı sayılmasın…”

H.Ö. – Fazla politik bir soru olacak ama insanların sizin bu konuda ne söyleyeceğinizi merak ettiğini düşünüyorum. 12 Eylül’ün sol üzerindeki tahribatı, Türkiye’deki demokratikleşme sürecini, resmi ideoloji ile sorun yaşayan İslamcıların önayak olduğu bir süreç haline getirmiş olabilir mi? Ya da son yıllarda yaşadığımız bir demokratikleşme süreci mi? Müslüman muhafazakar insanlar, kendi iç sorunlarının çözümünü Türkiye’nin genel sorunlarıyla birlikte mi dönüştürüyorlar?
M.E. – Bence Müslüman Muhafazakarların özünde demokrat olduklarını düşünmek iyimserlik olur. Bunun için söylediklerine değil, ne yaptıklarına bakmak yeterli. Evet, iktidara geldiklerinden beri demokratik alanı genişlettiler. Ama dikkat edilirse bu genişlemenin hep askerlere karşı mevzi kazanmak olduğu görülür. Ancak kazanılan bu mevziler toplum tarafında doldurulmadı, hepsi AKP’nin oldu. Sizce bu kavga demokrasi kavgasını mı  yoksa iktidar mücadelesini mi andırıyor? Bana sorulsa, cevabın ikinci şıkkını seçerim. Aslında ana konularda AKP ile askeri bürokrasisinin pek de farklı düşündüğünü  sanmıyorum. Hani bir deyim vardır: Halep oradaysa, arşın burada. Muhafazakâr iktidar, Kürt sorunu, örgütlenme ve kadın hakları konusunda neler yaptı? Milliyetçilik konusunda bu iktidarın eline kim su dökebilir? AKP genelde kendine demokrat. Asmaktan, kesmekten bahseden, asabi, en küçük bir eleştiriye bile tahammülü olmayan bir zihniyet tarafından yönetilen bir iktidarın demokrat olması mümkün mü? Arşına bakalım: Tam bir yıl önce bir referandum yapıldı. Hatırlayalım, kampanya nasıl yürütüldü? İleri demokrasi vaadiyle. Peki listedeki vaatlerden hangileri gerçekleşti? Hsyk ve yüksek mahkemeler dışında hemen hemen hiç birini üzerine çizik atmadık. Peki, yargının ehlileştirilmesiyle daha demokratmı olduk, yoksa iktidar, iktidarını daha da pekiştirecek, muhalefeti baskı altına almak için kullanabileceği, özelleştirmeleri kolaylaştıracak bir alet mi kazandı? Hele Hopa! Kitlesel bir protesto yapıldı diye kentin yarısı terör suçlamasıyla içerde. Demokrasi her şeyden önce hoşgörü ister. Nuray Mert’e karşı gösterilen tepkiye bakın.

H.Ö. – Bir yerde, ‘Ömrüme bir yazar, bir mühendis ve bir eylemci hayatı sıkıştırdım’ diyorsunuz. Sizi en çok yaşamın içinde hissettiren hangisi? Ve “20 romana 5 oyuna ulaşırsam uzun yaşadım demektir” diyorsunuz. Uzun yaşayacak mısınız?
M.E. – Bir de yarım kalan bir müzik çalışması ve on iki yıldır sürdürdüğüm hocalık var. Yani üç buçuk hayat diyebiliriz. Şaka bir tarafa, Emine on üçüncü kitabım. Biri bitmiş, diğeri tasarlanmış iki roman daha var. Bu da on dört roman yapar. Yirmiye varmak için hala altı roman gerekiyor. Beş de oyun… Galiba o kadar uzun yaşamayı ummak iyimserlik ya da Tanrıyı kışkırtmak olur. En iyisi susayım. Malum, Tanrıyı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et derler.

Fay Kırığı Üçlemesi
Radikal
Hakkı Özer