Mehmet Eroğlu’nun onuncu romanı, “Belleğin Kış Uykusu” (1) diğer bütün romanları gibi yine ustalıklı kurgusuyla dikkati çekiyor ve okurunu kendi hayatıyla hesaplaşmaya davet ediyor.
Hayatın herhangi bir anından birden konuya giriyor kitap.Ve açılan o kesitten yolculuk başlıyor, kahramanın bilinçaltının en derinine gidiliyor. İlk sayfalar, bir orkestranın senfoniye girişini anımsatıyor. Nefeslilerin, yaylıların, vurmalıların girişleri duyuluyor, her biri önce kendi ezgisini söylüyor. Tınıların ortak bir temaya ulaşmasına henüz zaman var. Her cümle bir özdeyiş gibi saplanıyor içinize. Ana temayı kavramak için dikkatle okumak/dinlemek gerek. Her sözün yerli yerine oturması için yavaş yavaş ve sabırla okumak lâzım satırları. Sonra, Bay M’nin sanal yolculuğuna birlikte çıkıyorsunuz.
Sanki notalar, ortak bir dile ulaşıyor; en yüksek noktaya çıkıyor, eserin temel motifini anlamaya başladıktan sonra ona eşlik etmeye başlıyorsunuz. Ezginin nereye doğru gittiğini fark ediyorsunuz ve bırakıyorsunuz kendinizi bir müthiş yolculuğa.
“Belleğin Kış Uykusu” yoğun bir dikkati talep ediyor sizden. Kurgunun izlediği değişik yolu takip edebilmek, verileri yerli yerine oturtabilmek, yazarın bir satranç oyununa benzeyen adımlarını izlemek dikkatli okumalar gerektiriyor.
Özenle örülmüş bu kanavada, her paragraf, her cümle görev üstleniyor. Birini bile metinden çıkarmanız olası değil.
Mehmet Eroğlu, diğer dokuz romanında olduğu gibi bu romanda da klasik serim-düğüm çözüm çizgisini kullanmıyor. Zik zaglı kurguyu, paralel anlatımı da yeğlemiyor.
“Adını Unutan Adam”dan, “Geç Kalmış Ölü”den, “Zamanın Manzarası”ndan alışık olduğumuz Eroğlu’nun özgün kurguculuğu, bu son romanda tamamen değişik bir kurmacayı okura sunuyor. Düğümleri tek tek çözerek sonuca ulamak ve içyapının renklerini, motiflerini görebilmek… Türk edebiyatının usta yazarı, belli ki usta okurlar aramaktadır kendine. Eldivenin incecik örülmüş parmaklarını tek tek çevirenler, yolculuğa hazırdır.
Gerideki dokuz romanının dilsel yapısından hareketle Eroğlu’nun bir “cümle ustası” olduğu muhakkaktır. Hele de bu cümleler birer benzetme cümlesiyse, benzetmenin yönünü, okuru şaşırtacak alanlardan seçer Eroğlu. “Belleğin Kış Uykusu”nda da böyle benzetme cümleleri kurar. Türkçenin benzetme cümlelerindeki “zayıf olan kuvvetliye benzetilir.” şeklindeki semantik kuralını genişletir, derinleştirir. Felsefe diliyle söylersek, farklı alanlardaki örnekleri karşılaştırarak anolojiler kurar.
“Yuvarlak gözleri suyun üstünde başıboş dolaşan mantarlar gibi hareketliydi” diye başlar; (Sayfa 42)
“Gözleri tıka basa yiyeceği yemeği seyrediyormuş gibi iştahla parlıyordu.” (sayfa 60)
“Yüzünde birazdan su lekesi gibi kaybolup gidecek o gülümseme vardı”(sayfa 65)
“Hayal kırıklığının üzerini bir çiğ tabakası gibi kapladığı dudaklarını hafifçe ısırdı.(sayfa 77)
“Eskiden, yani hafızası camın üstündeki buğu gibi uçup gitmeden önce içer miydi?”(sayfa 124)
“Kişiliği içine koyduğu şeyin şeklini alan bir çuvala benzeyen birisi…”(sayfa 130)
“O ana rahmi gibi koruyucu ve kavrayıcı sessizlik…” (sayfa 131)
“Kadını yumuşak bir kayayı döven rüzgârlar gibi aşındırmış, küçültmüş olan yıllar”. (sayfa 134)
“Acı, doğurur doğurmaz yeniden hamile kalan tavşana benzer, durmadan yeni acılar doğurur. (sayfa 201) gibi düşündüren benzetme cümleleriyle devam eder.
“Belleğin Kış Uykusu” Eroğlu romanlarına bazı göndermeler yaparak başlar. Okur, “Adını Unutan Adam” , “Yüz 1981” ve “Issızlığın Ortası”nın başkişilerini hatırlar.
Şimdi “Ben kimin? Burada ne arıyorum?” (sayfa 17) diyen ve bir sabah, kendini bile tanımadan, adını bile hatırlamadan uyanan biri vardır sahnede. Bay M…
Okur, bu kahramanın durumunun felsefi temelleri olduğunu ve bellek yitiminin geçmişiyle ilgili trajik bir sonuç olduğunu hisseder.
Evet, o bir Eroğlu kişisidir. Belleği kış uykusuna yatmıştır. Unutuşun koyu karanlığı içindedir amao “İnsanı en çok insan kılan şey”i arayan (Sayfa 204) ve insanı insan kılan şeyin “acısına sadık kalmak” olduğunu fark edecek olandır.
Ters dönmüş eldiveni çevirmek ve metindeki malzemeyi kronolojik sıraya koymak gerekir. Romandaki allegorileri doğru değerlendirmek, okura çetin ancak zevkli bir görev verir.
Sokrates’in diyalogları gibi gelişir romandaki konuşmalar. M.S 398’de Atina’da ölen ve “kendini bil” diyen Sokrates’in kendine özgü öğretme ve araştırma metodu olan diyalog’da düşüceler ortaya konur ve bunlar karşılıklı olarak eleştirilir.
Belleğin Kış Uykusu’nda, roman kişisini konuşturan ve onu yönlendiren Palyaço, Sokrates’in görevini üstlenmiş gibidir.–Her durum, her kavram, her şey için bir tanımıolan- “Palyaço” romanın ana ekseninde durur ve onu yapılandırır.
Sokrates, diyaloglarında , (sayfa 37) konuştuğu kimsede doğru’yu meydana çıkartmaya uğraşır. Kendi deyişiyle “ruhta uyku halinde bulunan düşünceleri doğurtmaya” çalışır. Sokrates’in diyalog tekniğinin temelinde disiplinli, sıkı bir düşünce ile “doğru” nun bulunabileceğine “inanma” gizlidir: ruhta saklı doğrular vardır bunlar sorup soruşturma ile üzerlerinde durup düşünme ile yukarıya çıkarılabilir, bilinir bir hale getirilebilirler.
Eroğlu, erdem, mutluluk, varoluşumuzun içindeki sıkıntı, evlilik, yalnızlık, belleksizlik gibi kavramları, Sokratik diyalogları düşündüren bir kurgu üstünden temellendirir.
“Sokrates’e göre bilimsel çalışmanın amacı duyumlarla edinilen tek tek tasavvurlar değil kavramdır. Onun için Sokrates hep, kavramın belirlenmesi, sınırının çizilip gösterilmesi olan ‘tanım’a (horismos, definito) varmaya çalışır. Elde etmek istediği kavramla nesnenin özünü kavrayabileceğini umar. Bundan dolayı ele alınan konuyu hep tümel olarak belirlemek ister, arananın bulunması bu tümel olarak belirlemeye bağlıdır. Bir şeyin özünü ya da kavramı, yani tek tek hallerinde ve ilintilerinde hep aynı olan yönünü bulan kimse, yargısı için sağlam, değişmeyen bir temel bulmuş, böylece sallantılı sanılardan kurtulup güvenilir bilgiye ulaşmış olur”(2)
“Belleğin Kış Uykusu’nda, suç, günah, unutmak (sayfa 12), acı çekmek, bilinç ve vicdan (sayfa14), mutluluk (sayfa 30), evlilik (sayfa 31) kavramları aynı Sokratik yaklaşımla tanımlanır.
Roman kişisinin kendi gerçeğini ve doğrusunu arayan fantastik yolculuğu “kendini tanıması”yla sonuçlanır.
Mehmet Eroğlu’nun kavramlarla hesaplaşması ve onları yeniden temellendirmesi ve tanımlaması, onun yazarlığının belirgin dinamiklerindendir. O, bütün romanlarında kavramları tartışır. Vicdan kavramını “Kusma Kulübü”nde sorgular. İhaneti, cesareti “Adını Unutan Adam”da kurgular. “ Zamanın Manzarası”nda aşk, ölüm, öldürme kavramlarını deşer. Her romanında felsefi temalar ve insanlık durumları üzerine konuşur. İnsan hayatının sorunlarıyla ilgilenir, ancak romanlarındaki ileti “yararcı” (utılitarist) bir yaklaşım değildir. Sorunu gerçek ve derin bir ahlâksal ciddiyetle romanlaştırır.
“Belleğin Kış Uykusu” da gizemli bir zaman tüneline soktuğu roman kişisinin üzerinden insandaki “bellek” kavramını , “unutmayı” ve “insanı insan kılan kavramı” sorgular.
Kitap “kış uykusundaki bir bellek”le, adını bile unutan ve kendine ait hiçbir şeyi hatırlamayan bir adamla “Bay M” ile başlar ama onunki Alzheimer tipi bir bellek yitimi değildir elbet.
Eğer, her şeyi unutmak ve hayata yeniden başlayabilmek mümkün olsaydı, bize ikinci bir şans verilseydi ne yapardık sorusuna cevap arayacak olan adamdır, Bay M.
Onun vereceği yanıt da, romanın ilgilendiği ana temadır. “Yeni bir hayat mı seçerdik, yoksa bütün mutsuzluğuna karşı kendi hayatımızı mı tercih ederdik?” İşte bu ikilem, hem hayatta hem romanda, geriye doğru bir yolculuğu gerektirir.
Romanın Bay M’si, unuttuğu şeyleri tek tek hatırladığı bir geri dönüş yolculuğuna çıkacak ve bir gizemli trene binip kendi geçmişine gidecektir.
Bay M, maziye giden bu zaman tünelinde, kendi hayatının kırılma noktalarında duracak ve o ana bir kez daha bakacaktır. “Bakın dostum, hayatımız çoğu zaman fark etmediğimiz bir noktada kırılır ve sonsuza kadar değişir. Bana sorarsanız sizinki müzikten nefret etmenizle ilgili.” (sayfa 152)
“Hayatının kırıldığı noktaya geri mi dönüyordu? (sayfa 152)
Bay M’nin bu allegorik yolculuğu, ömür dediğimiz bu göreceli zamanda adım adım ve yavaşça kendimizi tanımamızı ve iyi ya da kötü anılarıyla bir “hayat” oluşturmamızı simgeler. Onun tekil yolculuğu, tümel bir sonuca ulaşmakta, ‘insanın erdemi’ ve ‘doğru eylemi’ hakkında bir şey söylemektedir.
Edebiyat, bir kez daha en insani işlevini ve en önemli görevini yerine getirmekte ‘insanı’ anlatmaktadır. Değil mi ki, Yazarın tanımıyla, “edebiyat, hayattan ve insandan söz etmek demektir. Daha doğrusu hayat edinirken yazgısını değiştirmeye çalışan insandan…” (sayfa 36) “Belleğin Kış Uykusu” da okura, “yaşamadığımız, yaşayamadığımız ya da yaşayıp da farkına varmadığımız hayatlar hediye eder.” (sayfa 37)
Okur da, roman kişisi Bay M ile birlikte kendi içsel yolculuğunu yapar. Yolculuğun can alıcı sorusu, “Ben kimim, burada ne arıyorum ?”(sayfa 17) sorusudur. Hem roman için hem okur için. Elbette, kim olduğumuzun cevabı “mazi” ile ve mazide ne yapıp ettiğimizle ilgilidir.
Kendi kişisel mazilerimize bakmaya, onun kırılma noktalarındaki tercihlerimize bakmaya zorlar bizi kitap.
Ömrümüz ve geçmişteki kararlarımız bizi insan olmaya “insanlaşmaya” doğru geliştiren bir süreç midir? Yoksa acıdan ve sorumluluktan kaçıp, sadece mutluluğu arayan bir hayat mı seçmişizdir kendimize?
Durup da mazimize baktığımız noktada, eski tercihlerimizi aynı şekilde yapıp yapmayacağımız hayatımızın elbette trajik sorusudur.
“İstedikleri ve hayal ettikleriyle değil de elde edebildikleriyle yaşayan her insan, en az bir kez yazgısını değiştirebilmeyi düşler. İşte bu, o an. Size, içinde hiç acı barındırmayan bir hayat verilecek.
(…)
Çektiğiniz acıları verecek ve karşılığında o gece düşlediğiniz gibi bir hayat alacaksınız.” (sayfa 203)
Sadece Bay M değil okur da, kitapta önerilen bu ilginç teklife ne cevap vereceğinin yoluna çıkmıştır.
Ve yolculuk, Bay M’nin bu teklif karşısındaki tercihiyle nihayetlenir. Kahramanın kendisi ve hayatı hakkındaki iç burkucu keşfiyle sonuçlanır.
Bütün romanlarında “erdem” kavramını irdeleyen Mehmet Eroğlu romanın sonunda müthiş bir felsefi çözümleme sunar okura.
Katılıp katılmamak bize kalmıştır ama insanın var oluşunda gizli ama çok önemli bir imkânını bize hatırlatmaktadır, Yazar.
“İnsanı en çok insan kılan şey nedir?” (sayfa 204) sorusuna verilen yanıt, hepimizin geçtiği bu insanlık sınavının ilk sorusudur.
Yazarın yanıtı mı? … “İnsanca Pek İnsanca”dır. (3)
Varlık Aralık 2006 Çiğdem Ülker