“Issızlığın Ortasında”
Mehmet Eroğlu’nun 1979 Milliyet Roman Ödülü’nü Orhan Pamuk’un “Cevdet Bey ve Oğulları ” romanıyla paylaştığı eseri “Issızlığın Ortasında”, bu yıl Can Yayınları arasında çıktı. 357 sayfalık roman biri on bir, ikincisi sekiz bölümlük iki kitaptan ve sonuç işlevini yüklenmiş bir “son bölüm”den oluşuyor.
“Ben-anlatı” biçiminde kaleme alınan romanın anlatıcısı ve baş kişisi, 1949 doğumlu Ayhan İlyasoğlu. 5 Ocak 1975’den aynı yılın Mart başına kadar, aşağı yukarı iki aylık bir zaman süresiyle sınırlanan dış zaman çerçevesi, geriye dönüşlerle varılarak anlatı süresi kahramanın çocukluğuna kadar uzanıyor. Geriye dönüşler, alışılmış bir rasgele çağrışımlar dizisiyle değil, Ayhan’ın ruh sağlığının, yaşama savaşının olumsuz bir göstergesi olarak ortaya çıkıyor. Yaşama direncini yitirmiş bir gençtir Ayhan. “Dünyayı değiştirmek” ülküsüyle üniversite yıllarında eylemlere karışmıştır. Çocukluğu, aile çevresinden uzakta, Izmir’in yatılı Amerikan Kolejinde geçmiştir.
1974 Kıbrıs Barış Harekatı, Ayhan’ın yedek subaylık dönemine rastlar. Asteğmen olarak katıldığı bu çıkartma, onu hiç hazırlıklı olmadığı bir savaş gerçekliğiyle karşı karşıya getirir. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa edebiyatlarının tanıtıcı özelliği haline gelmiş bir sorun, savaşta ölümün niteliği; kahramanlıkla can kıyma arasındaki ayırım, savaşta öldürmenin seçeneğinin ancak ölüme teslim olmakta noktalandığı gerçeği, Türk edebiyatının türlü nedenlerle aşina olmadığı bir konudur. Yeni Türk edebiyatının ilgi alanına giren savaş, bir Kurtuluş Savaşı olduğu için yazarlarımızın bakış açısını belirleyen değerler kahramanlık erdemi çizgisinde yoğunlaşmıştır. Çağdaş romancılarımızdan Attilâ İlhan, “Yaraya Tuz Basmak”ta (1978) Yüzbaşı Demir’in Kore Savaşı yaşantısını işlerken mutlak kahramanlık coşkusuna karşı eleştirici bir uzaklık kazanmakla değişik bir savaş imajı yaratır. Romanda egemen olan savaş değerlendirmesi, Cevdet Yüzbaşı’nın tekrarladığı ilkedir:”… harb, hayati ve zarurî olmalıdır, (…) Hayatî ve zarurî olmadıkça, harb bir cinayettir.” (Y.T.B. s.81) Savaş, roman kahramanı Demir’in ruh sağlığını bozarak onun hayatını tümüyle etkileyen bir cinsel yetersizliğe sürükler.
“Issızlığın Ortasında”nın odak merkezi bence yazarın Attilâ İlhan’ın romanını çağrıştıran savaş yaklaşımında. Ayhan İlyasoğlu’nun savaş yaşantısı Anadolu askerinin savaş coşkusundan, cihad inancından, kader anlayışından farklıdır. O, toplumunun bu tür değerlerine yabancı bir eğitimle yetişmiş olmanın, entelektüel olmanın verdiği bir hayat duygusuyla savaşı trajik bir olay olarak yaşar. “ Şehitlik ya da kahramanlık, ölüme ve öldürmeye verilen en yüksek değer.” İşte Asteğmen Ayhan’ın savaş yaşantısı böyle bir yorumlamayla biçimlenmiştir. Romancının anlatım gücünü ortay koyan sahnelerden biri, savaş meydanı romanın baş kişisinin bakış açısından, onun ruh halinin merceğiyle canlandıran tablo:
“Allah Allah Allah!… Daha önce böyle bağıracağıma inanmazdım. Sağımda solumda çığlıklar yere düşüyor, iki yüz, belki üç yüz metre, ölülerimizi metrelere serpip koşuyoruz. (…) Gözlerimi açıyorum, mavi üniformasının içinde, kara bıyıklı bir adam var karşımda. Benimki bu, diye düşünüyorum. Benim kurbanım ya da celladım bu. Oysa adamı tanıyorum, evet çevremde görmeye alıştığım adamlardan biri. Adam süngüsünü geri çekip yeniden saldırıyor. Yana çekiliyorum, omuz omuza geliyoruz. İki insan, aynı türden iki canlıyız biz.(…) ‘Asteğmen vur onu!’ diye bağırıyor bir ses. Çavuş olmalı. Elimi belime götürüyorum… Öteki gürültülerin yanında ufacık bir ses: ‘Pat…’ Sanki bir şarap şişesi açıldı. Adamın gözbebekleri donuyor. Birbirimizden ayrılıyoruz; mavi üniformalının göğsünde kırmızı bir kan gülü açıyor. Suratıma sıçrayan kanı siliyorum. Adam ayaklarımın dibine yığılıyor, sanki kemiksiz, biçimsiz bir et yığını.” (s.111)
Savaş yaşantısı Asteğmen Ayhan’ı, intiharı denetecek bir ruh bunalımına sürükler. Kendini denetleme, vicdan muhasebesi, melankoli, geçmişi aşamama onun savaşı hangi boyutlarda yaşadığını gösteren tablolarla romanda dile getirilmektedir. Asteğmen Ayhan’ın Kıbrıs dönüşü Ankara’da iki ay boyunca hayata yeniden uyum sağlama çabaları, kadını ve sevgiyi bir kurtuluş ışığı olarak denemeleri bir başarısızlıklar zinciri görünümündedir. Onun cinsel bunalımları, Attilâ İlhan’ın roman figürü Yüzbaşı Demir’i hatırlatır. Mehmet Eroğlu, roman kişisinin kaderini, savaşın onun için ne anlama geldiğini bir başka figürünün ağzından şöyle özeler:
“Bundan böyle her gördüğünü buradaki birine, burada yaşadığın her olayı yaşayacağın öteki olaylara, her ölüyü köydeki o ölüye benzeteceksin.”(s.133)
Violet’in bu kehaneti roman boyunca çeşitlemeler halinde doğrulanır. Violet, Asteğmen Ayhan hakkındaki şu yargısında da isabetlidir:
“Sen duygusal bir entelektüelsin. Bir hıristiyansın sen. Savaşı cinayet sayıp acı çekmekten hoşlanıyorsun. Oysa gözünü kırpmadan öldürmeyi becerebilenlerdensin.”(s.221)
Romanın ilginç figürlerinden biri de Osmanlılığı özleyen, Türklere karşı özel bir sempati duyan İstanbullu papazdır. Ayhan’ın onunla kurduğu dostluk, yazarın romana kazandırmak istediği insancıl boyutun ilginç bir görünümü. Ayhan’ı hayata döndürme çabaları bakımından doktorla o, romanda ayrı işlevi farklı yaklaşımlarla yüklenen iki figür. Papaz, kurtuluşu “akıl” denen “iblisi” bırakıp inançtan yana olmakta görür:
“Nefret etsen de dünyanın bir şeylere inanan insanlarla var olduğunu kabul etmelisin.” (s.83)
Doktor da onun hayatına yeni bir yön verme durumunda, önemli bir karar noktasında olduğunu, “beyni”ni oyalamak için bir kimseyi bulması gerektiğini, aksi halde kendisinin “kurban” olacağını söyler:
“Beynini bırak. Kendini teslim olmuş, yenilmiş hissetsen de hayatının yanında bunun ne önemi var? Bırak o iblisi, dilediğini yapsın. O iblis için birini bulmalısın. Yoksa kurban sen olacaksın, o çoktan seni seçti.”(s.70)
Ayhan, papazın da doktorun da öğütlerini birer kurtuluş çaresi olarak dener, ama yaşama direncine kavuşamaz. Doktor onda gittikçe büyüyen bir “ölüm özlemi” teşhis etmiştir ki olaylar bunu doğrular nitelikte ilerler. Ayhan, romanın ikinci kitabında, hayatına yön vermedeki güçsüzlüğünü kaderci bir çaresizlikle kabullenir:
“Geçmişi, bugünde, gelecekte yaşamaya mahkum edildim ben.”(s.233)
Mehmet Eroğlu’nun romanındaki eleştirici ton yalnızca kahramanın güçsüzlüğünde ve kötü sonunda ortaya çıkmıyor: Ayhan ve çevresinin trajedisi zaman zaman kültür (eğitim) eleştirisini de içeren bir yaklaşımla canlandırılıyor. Ali’nin cenaze töreninde Naci, devrimci aydın gençleri şöyle yargılar.
“Bir destan yazmaya kalkıştınız, ama seçtiğiniz bütün roller hıristiyan şövalyelerinkine benziyordu. Hıristiyan mistikliği, hıristiyan mazohizmi…”(s.337)
Ayhan’ın ‘yabancılığı’ romanda çeşitli figürlerin ağzından dile getirilirken onun da bu konuda kendi kendisiyle hesaplaşmalarına rastlıyoruz:
“Yabancı. Hem bu kız, hem de Naci haklı. (…) Violet, ‘Sen batılı bir entellektüelsin,’ demedi mi? Eğer o köyde bir Papaz yerine bir imamla karşılaşsaydım, onunla da dost olur muydum?” (s.300)
“Issızlığın Ortasında”, modern anlatım tekniklerine çoğu bir ruh doktoruyla onun konuşturduğu hastanın diyaloğu şeklinde yürüyen geriye dönüşlerle yer veren bir roman. Bu anlatıma çağdaş romanlarımızla alışmış bir okuyucu romanın olay zincirini izlemekte güçlük çekmez. Ama Mehmet Eroğlu, asıl uğraş alanının ve öğreniminin verdiği bir bilimsel disiplinle romanın olaylarını “son bölüm”de zaman ve nedensellik zinciri içinde özetleyen bir mektuba gerek duyuyor. Ayhan İlyasoğlu’nun Mösyö Pier’e yazdığı bu mektupta onun giderek bütün insanlığa karşı bir ahlâk suçlaması ile yaşama direnci bulamayan insanın savunması yer alıyor.
“Evet insanlıkta inanılmayacak hiçbir şey kalmadı. Öyle bir insanlığın malıyız ki, değer verdiği bütün kavramlar kanla yıkanmış, barış için geçtiği bütün yollar birer kan gölü, mutluluk diye sunduğu her şeyin gölgesi ölüm olmasın. Ben bir sona yaklaştım. Sürüp giden bu anlamsızlığı, mantığımın içine sığdıramadığım hayatı sona erdirecek bir çözüme vardım. Beynimi ortadan kaldırmalıyım.”(s.347)
Mehmet Eroğlu özellikle ruh çözümlemelerinde “ilk roman” düzeyinin çok üstünde bir romancı olduğunu gösteriyor. Eserinde bir genç insanın trajedisini ustalıkla canlandırmış. Gittikçe “içine dönen” bir roman kişisinin ruh dünyasını derinlemesine aydınlatırken hayatı ayrıntılarda da gözlemleyebilen bir duyarlılığı kanıtlayan örneklere yer veriyor. ] Meselâ 20 Temmuz 1974 günü Kıbrıs Çıkartması sırasında Ayhan’ın kumsalda “karşılaştığı ilk ölüm”, güzel bir kelebeğin yok oluşu, “saniye üslubu”yla ve şairane bir duyarlılıkla dile getirilirken, savaşın güzele hayat hakkı tanımayan yıkıcılığı bir odak imgeyle anlatılıyor. Romanda sık sık ortaya çıkan sinestezik “synasthetisc” bir anlatım, yazarın Atillâ İlhan çizgisini benimsediğini gösteriyor. Meselâ “Otomattan dökülen çiğ ışık piyano notalarına karışıp ayaklarımın altında çığlık çığlığa eziliyor” (s.65) Ya da “Kapıda ilkbahara ısmarlanmış bir güneş ayazda titriyor.”(s.81) gibi.
Mehmet Eroğlu’nun etkilenimleri, onun romancılığında bir ardıllık izlenimi uyandırmıyor. Yeni kuşağın ustalara karşı duyarlılığını, roman sanatımızda bir sürekliliğin belirtisi olarak olumlu değerlendirmekten yanayım.
SANAT REHBERİ TARİH : TEMMUZ 1984 SAYI : 4 SAYFA : 17-18 YAZAN : PROF. DR. GÜRSEL AYTAÇ