“Edebiyatın sinemaya etkisi, sinemanın edebiyata etkisinden güçlüdür ” Mehmet Eroğlu
S.O. – Bir konuşmanızda sinemadan etkilendiğinizi söylemiştiniz. Sözlerinizi açar mısınız? Bu etkilenme teknik ve imgesel açıdan nasıl oldu?
M.E. – Sinemadan etkilendiğimi söyledim. Ancak bu etkilenmenin öyle sanıldığı gibi kesin, açık seçik tarif edilebilir bir biçimde olduğunu sanmıyorum; ya da ben bu etkilenmeyi tarif edebilme durumunda değilim. Eğer böyle bir etkilenme varsa bunu tespit etmek konunun uzmanlarına düşüyor… Genelde, yazarken (belki de çoğu yazar aynı şeyi yapıyordur) anlattığım olayı mutlaka mekâna iyice oturtmaya çabalar, mekâna, o mekândaki kişi ve eşyalara hareket katmaya, geçen zamanla birlikte kişilerin ve eşyaların değişen görüntüsünü, bir başka gözden (belik de kameradan) kâğıda geçirmeye çalışırım. Romanın herhangi bir yerinde herhangi bir kahramanın o andaki durumunu verirken, onunla birlikte karşısındaki nesneleri, durumları tespit etmek, (belik de diyalogların arasına kısa saptamalar yerleştirerek), yazara olayı kitap sayfasının tek boyutluluğundan kurtarıp, üç boyutlu bir mekâna, yani olayın gelişip sürdüğü hacme katma olanağı verir. Bu da olaya bir ritm ve gerçeklik boyutu kazandırır. Yirminci yüzyıl insanının, (dolayısıyla da okuyucusunun) aynı zamanda bir sinema seyircisi olduğunu, okuyucularımızın on dokuzuncu yüzyıl insanından daha görsel, en azından bazı durum ve psikolojik saptamaları uzun tasvirler yerine kısa süren, ama anlamlı hareketlerle algılama yeteneğine sahip olan kişiler olarak karşımıza çıktığını unutmamalıyız. Dostoyevski’nin edebiyatın doruk noktalarından, belki de en yükseklerden birisi olduğunu biliyoruz. Ama yirminci yüzyılda Karamazof Kardeşler biçiminde bir roman yazmak mümkün değildir. On dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla uzanan köprünün (teknolojide, bilimde, iletişimde ve üretim biçimindeki değişikliklerle) altından epeyce su aktı. Zamanımızda önemli olan Dostoyevski’deki o uçsuz bucaksız evrensel insan dramlarını yakalayıp, (tabii gücümüz yeterse) yirminci yüzyıl tekniğiyle vermektir.
S.O. – Romanlarınızda sinemadan teknik ve imgesel açıdan yararlanıyorsunuz. Bu seçiminizin nedenini açıklar mısınız?
M.E. – Siz böyle bir soru sorduğunuza, bir rejisör arkadaş da romanlarımın çok filmotografik olduğunu söylediğine göre herhalde sinemadan yararlanıyorum. Ama bu, böyle olsun diye yapılmış, çok bilinçli bir seçim değil. Belki de yazarlık dönemi öncesi birikimimle ilgili. Böyle bir olanaktan yararlanmak ama bunun önemini de çok abartmamaktan yanayım. Çünkü romanda bence asıl olan konu, konunun toplumsal ve insani boyutu, bu boyutun evrenselliğidir. Yazar da bu özü çeşitli biçimlerde sunabilir; sunarken de sinema tekniğinden yararlanabilir. Bu konudan söz açılmışken, madalyonun öteki yüzünden de söz etmek gerekir kanısındayım: Edebiyatın sinemaya etkisinden. Bu etki, sözünü ettiğimiz, sinemanın edebiyata etkisinden çok daha güçlü bence. Son on yılda gördüğüm en iyi filmlerden birisi, Romy Schneider’in başrolünü oynadığı ve Drieu La Roechelle’in romanından sinemalaştırılan “Camdaki Kadın”(Une femme a sa fenetre) filmi. Filmin güzelliğinin arkasında sanırım iyi bir yazar ve romanın, bunlara ek olarak da senaryonun Semprun gibi usta bir yazarın elinden çıkmış olması gerçeği var. Öte yandan sinemadan çok romana benzeyen filmler de var: Uzan süren sahneler, yalnızca yüzler, diyaloglara dayanan olaylar. Sinemaseverlerin böyle filmleri de beğendiklerini akılda tutmalıyız. Netice: Her zaman söyledim, şimdi de altını çizerek bir daha söylüyorum; bir sanat eseri (ister roman, ister resim, ister müzik, isterse film olsun) iyi kotarılmış, önemi yoktur. Öz, biçimin, gerekiyorsa zafiyetini örter. Ama tersi, çoğu zaman sorunu çözemez.
SANAT OLAYI
TARİH : MART 1985
YAZAN : METİN BATUR