Mehmet Eroğlu: “Gerçeğin görüntüsü gerçek’ten daha inandırıcı”
S.O. – Geç Kalmış Ölü’nün de kahramanı Ayhan. Ayhan, Issızlığın Ortasında’ da kaldığı yerden, arkadaşı Zafer’i, geçmişini, sonunu arıyor ikinci romanınız boyunca. Bu anlamda her iki roman da Ayhan’la özdeşleşiyor. Ayhan kabuslar içinde yaşayan, bir aşırılıktan ötekine savrulan biri. Pek olumlu bir tip değil. Ayhan’ı politik ve psikolojik boyutta, yazarı olarak irdeler misiniz?
M.E. – Altı yüz sayfa yazdıktan sonra yeniden Ayhan’ı tartışmak! Sanırım bazı roman kahramanlarının kaderi bu. Politik boyutta Ayhan nedir, nerede duruyor? Bu soruya şöyle karşılık verilebilir: Issızlığın Ortasında’ da anlatılan bir grup eylemcinin referans noktasıdır Ayhan; ancak politik boyutu olan tek kahraman değildir. Halit olmadan Ayhan, Ali ve Zafer’in politik boyutunu kavramak zordur. Ali ve Zafer’in davranışlarını değerlendirmeden Ayhan’ın politik çerçevesini tam olarak çizmek de aynı derecede zordur. Özetlersek, Ayhan aşırılığı, Ali kahramanlığı, Zafer zaafı, Halit ise kararlılığı ve sürekliliği temsil ediyor diyebiliriz. Ayhan’ı yerine koyarken bu diyalektik bütünlük gözden kaçırılmamalı. Ayhan’ın kabuslarına gelince, bu doğru. Gerçekten garip bir düzlemde yaşıyor. Sorunuz bana Freud’un bir sözünü hatırlattı: “Düşlerimizdeki, kabuslarımızdaki eylem ve düşüncelerimiz daha içtendir”
Şimdi sorunuzun ikinci kısmını tartışalım. Aşırılık bahsini. Biraz düşünün, insanları genellikle aşırılıklarıyla (aşırılıkları hangi düzey de olursa olsun) tanımlamaya meyyal değil miyizdir? Çok cimri, çok iyi, çok kaba, erkek delisi, kadın düşmanı, cani ruhlu, çok güzel… Bu sözlerin tümü belli düzeydeki kişiliklerin aşırı yönünün altını çizmiyor mu? Bu tür tanımlama roman kahramanları için de geçerli ve yazarların başvurduğu bir yol. (Bende iz bırakan roman kahramanlarından çok azı normalliğin sınırları içindedir.)
“İnsanlarda ne iyilik ne de kötülük süreklidir.”
“İnsanları genellikle aşırılıklarıyla tanımlamaya meyyal değil miyizdir? Çok cimri, çok iyi, çok kaba, erkek delisi, kadın düşmanı, cani ruhlu, çok güzel…,,
1970’den sonra aşırı sözcüğü, politik bir eylem biçimini tanımlamak için kullanıldığından iyice aşındı ve eskidi. Aslında aşırılık arada bir başvurulduğunda bir özellik, bir zevktir. Süreklilik kazanan aşırılık ise çoğunlukla bayağılık, arada bir de (Ayhan’ınki gibi) trajediyle sonuçlanır. Bu anlamda Ayhan’ın olumlu ya da olumsuz bir tip olup olmaması çok önemli değil. Aşırılık katında iyi ile kotunun pek önemi yoktur. Zaten insanların çoğunda ne iyilik ne de kötülük tutarlı ve süreklidir.
S.O. – Geç Kalmış Ölü’de Ayhan, arkadaşı Zafer’i İskenderun’da arıyor. İskenderun çok değişik anlatılmış. Birinci soru, böyle bir İskenderun var mı? İkinci soru, Ayhan’ın serüveni boyunca bir başka planda sürekli olarak ölüm, intihar, cesaret gibi kavramları tartışıyorsunuz. Bu kavramlar hakkındaki düşüncelerinizi açar mısınız?
M.E. –“Böyle bir İskenderun” var. Bu İskenderun Ayhan’ın gözleriyle daha da flulaşmış, daha da egzotik bir şehir olmuştur. Çok güzel ve çok çirkin kadınlar, Arap kökenli zengin ve yoksullar, Beyrut’la irtibatlı bir yaşam, büyük bir fabrika, kozmopolit bir yapı ve giderek gerilen politik bir atmosfer. Yazar olarak 1975 yılında bunlara tanıklık ettim. Geç Kalmış Ölü’de anlatılan, yaşanılan şehir, İskenderun’un sihirli görüntüsüdür ve İskenderun’dan daha güzeldir.
“Ölümü olağanüstü kılan tekrarlanamayışıdır.”
“İzninizle unutulan önemli bir noktayı hatırlatmak isterim. Benim adım Mehmet Eroğlu, Ayhan İlyasoğlu değil.,,
(Tıpkı gerçek gibi: Gerçeğin görüntüsü, gerçekten daha güzel, daha inandırıcıdır.)Futbolda kale, penaltı atan santrofor için hiç de küçük olmayan bir dikdörtgen, korner kullanan oyuncu için ise küçük bir direktir. Uzun sözün kısası, nesneler ona bakanın açısına, ruhsal durumuna göre biçim alır, anlam kazanırlar. Bu saptama İskenderun için de geçerli.
Ölüm bahsine gelince, çok uzun bir süredir unutmadığım bir sözü aktaracağım: “Her zevkin kökeninde ölüm vardır.” Bu cümle bana pek yanlış gelmiyor. Sanırım tüm eylemlerimizin kökeninde belirsizde olsa ölüme karşı durabilme içgüdüsü var. Ölümü olağanüstü kılan tekrarlanmayışıdır. Ölümü Tanrısal eylem olan yaratmaktan daha güçlü kılan belki de budur. Ceset görüp görmediğinizi bilmiyorum. Ama ölümü somutlaştıran, fiziki bir biçime sokan cesettir. İnsan cesede (bilinçsiz de olsa) ‘işte ben buyum’ diye bakar; çünkü kendi cesedini göremeyecektir.
İnsanların ölüm karşısındaki düşünceleri, çoğu davranışlarında olduğu gibi, iki yüzlüdür. Birinci bakış açısı, ölüm (bilincimizde hep acıyla perçinleştiği için) korkulacak bir şeydir, bu anlamda en büyük cezadır. İkinci tavır ise bunun tam tersidir. Ölüm, din ya da ülke adınaysa en büyük rütbedir. (Şehit, kahraman… Toplum bizim yerimize ölenleri yüceltmeye yatkındır.) Buna karşılık hemen hemen hiçbir uygarlık ve din, kişinin, kendi sonuna kendisinin karar verme hakkı olan intiharı meşru görmez. Neden? Belki kişinin kendini öldürmeye eylemi, bir anlamda cinayeti, bir başkasını da öldürme hakkını ya da en azından düşüncesini içinde taşıdığı için. Sıra aşırılıkta. Aşırılığa tırmanan her kişi bir süre sonra yorulur. Yorgun ve güçsüz olan bir insanın, hayatının bir yenilgi olduğunu anladığı anda yapabileceği iki şey ardır: Birincisi teslim olmak, ikincisi meşru olup olmadığına bakmadan intihar etmek. Eylemci açısından intihar budur. Geç Kalmış Ölü’de de bunlar tartışılmaktadır.
Şimdi de cesaret üzerine birkaç söz söylemek istiyorum. Bu sözcük genç insanlar için, farkında olmasalar da, çok önemli. Toplum cesarete hep tam karşıdan bakmaya yatkındır. Bu bence yanlış bir bakış açısı. Cesarete biraz da yandan ve arkadan bakmalı. Bu sözcükle fiziki anlamda tanışıp, birlikte olalı yaklaşık yirmi yıl oldu. Hep üzerinde düşünmüşümdür. Vardığım sonuç şu oldu: Gerçek cesaret; süreklilik, korkarak da olsa kavgayı sürdürmektir.
Eğer filmlerdeki cesareti daha çekici buluyorsanız (ki öyledir) bu tür cesareti gösterişli bir üniforma gibi üzerinize giymenizin en kolay yolu önce çevrenizdekileri korkak olduklarına inandırmaktır. Bu çok geçerli bir yoldur; çünkü kahramanların çoğu başkalarının korkaklığını kullanarak bu rütbeyi alır.
S.O. – Son sorumuz yazar olarak kadın tiplerinize karşı olan tavrınız. Özellikle Issızlığın Ortasında’da belirgin bu. Bakış açınız pek olumlu değil. Bu konuda neler söyleyeceksiniz.
M.E. – Genellikle bir şey söylemiyor, gülüyorum. Yirmi gün önce rastladığım bir arkadaşım da aynı söylentiyi duymuş, birlikte güldük. Kadın düşmanı olarak ünüm, bir mürekkep lekesi gibi sessizce yayılarak genişliyormuş (Mürekkep de iz bırakmaz. Bir süre sonra solar gider.) Tek kitabı çıkmış bir yazarın gerçekte eleştirmen ve dergilerinin ününün paylaştığına inanırım ben. Herhalde bazıları henüz kabuğunu çatlatmamış ünümün boy atıp atmayacağını beklemeden, ünün yerine bunu koyuyorlar.
Espri, bir yana, izninizle unutulan önemli bir noktayı hatırlatmak isterim. Benim adım Mehmet Eroğlu, Ayhan İlyasoğlu değil. Bu bir. İkincisi, bu tür özdeşleştirme değerlendirmede kolaya kaçma, biraz da son yıllarda moda olduğu gibi kendi hayatını roman gibi yazanlarla aynı kaba konma varsayımını içinde taşıyor. İstisnalar dışında, genellikle insanın gündelik hayatı bir otobüs yolculuğu sırasında yandaki koltukta oturan için roman olur, o da iyi anlatılırsa. İnsan durmadan kendini, ya da bazı saplantılarını anlatıyorsa, ortada iki durum vardır: Birincisi, o kişi kendini çok önemsiyor demektir; İkincisi ortada klinik bir vaka olduğunu gösterir.
Bu nedenle Issızlığın Ortasında’ki tavır benim değil, Ayhan’ın tavrıdır. Roman tiplerinin davranışlarının inandırıcı olması için bir bütünlük taşıması gerektiğini düşünürüm. Ayhan’ın yerinde olan biri kadınlara başka türlü bakamaz. “Kadın Düşmanı” olsa olsa Ayhan için geçerli olabilir. Bu da Ayhan’ın roman boyunca tipleme açısından tutarlı olduğunu kanıtlar.
SANAT OLAYI DERGİSİ
TARİH : EKİM 1984