Söyleşiler

Nemrut’ta gündoğumunu seyretmek

MEHMET Eroğlu’nun “Geç Kalmış Ölü” adlı romanının bedbaht kahramanı Ayhan, romanın ve her şeyin sonuna yaklaştığı an “Özgürüm. Artık  gidebileceğim bir tek yer var ve akşamla birlikte yıllarca peşinden koştuğum o yere, o sessizliğe varmış olmalıyım. Gece yeryüzünün bu parçasının üzerine çöktüğünde, sonuna ulaşacağım. Işıklar kaybolduğunda, ortalığı gölgeler kapladığında o dağda binlerce yıldır ayakta duran, yüzlerindeki taştan gülümseyişle insanı çıldırtın, bir çağdan gelip ötekine giden heykellerle karşı karşıya olacağım. Karşı karşıya; tam önlerinde, belki birkaç metre ötede… Sonra o büyük kaya suratların önünde, Doğu’yla Batı’nın, geçmişle geleceğin düğümlendiği o noktada, tiz bir ses gökyüzüne sivri bir hançer gibi batarak yükselecek ve beni gezegenin yüreğindeki sonsuzluğa gömecek” der. Ayhan için bildiğimiz yaşam tükenmiştir artık.

Hem yakın tarihlerde yenilenlerin zafere olan susamışlığının belli anlamlarda simgesi olan Ayhan’ın neden ağzına bir kurşun sıkmak için burayı seçtiğini anlamak; hem de son yıllarda daha çok yabancı turistler arasında yaygınlaşan “gündoğuşunu Nemrut’ta izlemek” duygusunu tatmak için dağa tırmanmaya karar verirken giderek artan bir heyecanın beni doruğa kadar saracağını pek düşünmemiştim doğrusu. Daha çok merak duygusuydu beni çeken.

Nemrut’a genellikle geceleri 2-2.30 civarında hareket ediliyor. Kâhta’daki otellerin hazır minibüsleri var. Bir tür gece yarısı dolmuşu; dolunca hemen hareket ediyorlar. Ben üç Portekizli ve bir Hollandalı kadınla birlikte yola çıkıyorum. Gecenin zifiri karanlığında, toprak, dar ve uçurumların kenarından geçen bir yol… Yalnız başlarına Türkiye’yi gezen bu kadınların böylesi koşullarda Nemrut’a çıkmak istemeli için; ne düzeyde bir öğrenme ya da heyecan duygusuna sahip olduklarına meraklanmadan edemiyorum. Ama daha çok saygı duyuyorum… İki buçuk saatlik yolculukta hemen hiç konuşmuyoruz; aynı dağa çıkmak istemenin dışında ortak bir yanımız yok gibi… Minibüsün farlarının dışında hareket eden hiçbir şey gözükmüyor. Şoförümüz bütün tecrübesine karşın, tedbiri elden bırakmayarak arabayı olağanüstü bir dikkatle kullanıyor.

Minibüsün durduğu yerde ummadığımız bir sürpriz karşılıyor bizi: hemen sıcak çay servisi yapabilen bir kafeterya! İçeri girdiğim zaman; 10-15 kişinin dışına çıkmayacağına inandığım, gece dağa çıkma tutkusuna sahip olan insanların epeyce fazla olduğunu şaşırarak fark ediyorum. Oturacak yer, boş bardak bulmakta güçlük çekiyoruz. Dışarıda bizden önce gelmiş 5-6 minibüs ve 1 otobüs var. İçerdekilerin hepsi yabancı turist. Kısa bir çay molasından sonra saat 5.00 civarında daha yukarılara çıkmak için yola koyuluyoruz. En önde, karanlıkta bile yolunu rahatlıkla bulabilecek kadar buraya çok sık geldiği belli olan bir turist rehberi var. “Yol” demem sözün gelişi; ayak izleriyle kendiliğinden oluşmuş daracık bir patika. Basacağımız yerleri tedbirli turistlerin beraberinde getirdiği el fenerleri ile görebiliyoruz. Yaklaşık 20 dakikalık bir yürüyüşten sonra dağın doruğuna; doğusundaki terasa ulaşıyoruz. Seslerden, siluetlerden epeyce kalabalık bir grup olduğumuz anlaşılıyor. Yüzümüzü doğuya dönüp oturacak en uygun yerleri arıyoruz. Hareketsiz kalınca gittikçe artan bir ürperme kaplıyor içimi; 2500 metre yükseklikte titremeye başlıyorum. Doruğun soğuk olduğunu önceden öğrenenler parkaları, kabanlarıyla gelmişler; otelde uyardıkları için ince kazağımı sırtıma geçirmiştim ama titrememi kesmiyor bir türlü. Eylül sıcağında daha kalın giysiler taşımak pek akıllıca gelmemişti ban8a… Rüzgar almayan bir yere ilişip yüzümü doğuya dönüyorum. Kimi turistler hummalı bir faaliyet içindeler; üç ayaklı fotoğraf makinelerini özenli bir biçimde yerleştirip kusursuz fotoğraflar çekebilmenin telaşını yaşıyorlar. Arkamızda Tanrı başları olduğunu tahmin ettiğim ama yeterince ışık olmadığı için ayrıntılandıramadığım büyük taş siluetler var. Hangisinin Zeus olduğunu tahmin etmeye çalışarak sık sık Tanrılara göz atıyorum; ama karanlıkta tanımak mümkün değil!

5.30 civarında doğması gereken güneş bir türlü doğmak bilmiyor. Hava bulutlu, puslu ve soğuk… Daha önceden anlatıldığı kadar büyük bir doğa harikasıyla karşılaşamayacağımı düşünmeye başladım. Nihayet 6.00’yı biraz geçe bulutların arasından nar kırmızısı bir huzme gözüktü. Dağların arkasından doğması gereken güneş; gecikerek bulutların arasında görünmeye başladı. Kırmızı ışık huzmesinin, bulutları değişik tonlarda renklendirişine hayranlıkla bakarken; o ana kadar şakalaşan, konyak içen turistlerin sessizleşerek pür dikkat güneşi izlemeye başladıklarını fark ediyorum. Huzmenin arkasından, güneşin önce ışığı yayıldı sonra yuvarlağın ucu yavaş yavaş gözükmeye başladı… Kırmızıdan açık sarıya dönüşerek hızla yükseldi. Hem ısıttı, hem aydınlattı! Karanlıklar arasından fırlamış bir top ateş sanki. Kontrasları çok güçlü. Fotoğraf makineleri durmaksızın çalışıyor. Kimi turistler içki içerek, kimileri çığlık atarak bu anı kutluyor. O ana dek bizim için birer siluet olan Tanrılar yavaş yavaş biçimlenmeye, ayrıntıları öne çıkmaya başlıyor. Zeus’tan çok uzakta olmadığımı şaşırarak fark ediyorum.

Tepede 70-80 kişiyiz. Yanılmıyorsam, Tanrıları ve güneşi merak eden tek Türk benim. Diğerlerinin hepsi yabancı. Yerli halktan olduğunu tahmin ettiğim 3-4 kişinin güneşi ya da Tanrıları değil de, turistleri merak ettikleri, konuşmalarından anlaşılıyor. Ve bir de tek başına dolaşan Japon var; büyük bir merak ve ciddiyetle durmaksızın fotoğraf çekiyor.

Neden böyle bir yere mezar yaptırdığını yüz hatlarından yakalayabilmek amacıyla I.Antiokhos’un yanına gidiyorum. Yüzyılların ve doğanın yüzünde oluşturduğu çatlaklar, hatlarını bozmamış; hatta zenginleştirmiş bile, denebilir. Kommagene Krallığı’nın kuruluşu I. Antiokhos’un tahta çıktığı İ.Ö. 69 yılı kabul ediliyor. Kendisinde Tanrısal bir güç gören ve öldükten sonra Tanrılar arasında kalmak amacıyla mezarını ulaşılması zor bir tepeye, “Nemrut Dağı”na yaptıran I.Antiokhos’un dönemi krallığın en parlak yılları olarak kayıtlara geçiyor. Tanrılığı “zamana karşı direnerek, unutulmamak” diye tanımlamaktan yana olursak; I.Antiokhos’un, Baştanrı Zeus’un yanındaki vakur duruşunu garipsememiz ve bizi yüzyıllar sonra mezarını ziyarete çağırabildiğine göre Tanrılığından kuşku duymamamız gerek diye düşünüyorum. Tanrıların ve Tanrılaşmanın tarihin en eski kavramlarından biri olduğunu anımsayıp, nedenlerini anlamaya çalışırken Ayhan’ın şu sözleri takılıyor aklıma: “Tetiğe dokunduğum anda geçmişteki sonsuzlukla gelecekteki sonsuzluğu birbirinden ayırabilir, Tanrı’yı ve zamanı dize getirebilirim. Çünkü gerçek sonsuzluk, gerçek ölümsüzlük o andır. Eğer Tanrı sonsuzluk değil de bir düşünceyse, vücudumun somutluğundan, yani ölüm korkusundan kurtulduğunu, anda yine Tanrı’yı yenmiş olmayacak mıyım? Tanrı’ya, Tanrı olarak meydan okumak! Bütün insanlığın rüyası bu değil mi? Böyle bir hayattan sonra göze çarpan bir sonuca varamamak yenilgidir. Benimki parlak bir zafer olacak. Yanında, geçmişte kalan bütün yenilgilerinin anlamlarını yitireceği bir zafer. Evet Tanrı’ya ya da zamana, onların silahlarıyla, sonsuzluk ve ölümle karşı koyacağım. Bir insan beynine, ölüm korkusundan öte hangi korku Tanrı’yı egemen kılar! Beynimi ortadan kaldırarak istediğime varacağım. Çünkü yaşam yalnızca beyindir. Heykeller beni bekleyin, birkaç gün sonra yanınızda olacağım  ”

Ayhan, I. Antiokhos’un zaman ötesi izdüşümü sanki!

I. Antiokhos’un krallık döneminde Kommageneliler, Fırat ve Toros geçitlerinin öneminden dolayı; Doğu’dan İranlıların, Batı’dan Romalıların sürekli baskısı altında kalmışlar. Ayakta kalabilmek için esnek bir siyaset izleyip, hanedanlar arası evlenmelere başvurup, iyi ilişkiler kurmaya çalışarak güçlü komşuları arasında erimemeyi başarmışlar. Komşuları arasında Hititler, Asurlulur, Urartular, Selökidler, Ermeniyeliler, Partlar gibi kendinden büyük ve güçlü devletler bulunan Kommageneliler bu ülkelerden de etkilenerek çeşitli din ve felsefe sistemlerini bir araya getiren bir kültürel yapı oluşturmuşlar.

Ve bu kültürel yapının tarihten gelen en görkemli anıtını, Nemrut Dağı’nın, Ayhan “Doğu’yla Batı’nın, geçmişle geleceğin birleştiği yer” diye nitelendirip Tanrı’yla hesaplaşmak için yüzyıllar sonra buraya gelir.

Bu büyüleyici dağdan somut bir şeyler götürmek için boş mermi kovanlarını aramaya karar veriyorum. Sırayla Apollo’nun (Güneş Tanrısı), Fortuna’nın (Bereket Tanrıçası), Zeus’un (Baştanrı), I. Antiokhos ve Herakles’in (Kudret Tanrısı) önünden geçip çevrelerine bakıyorum. Nedense aynı Tanrıların dağın Batı yakasındaki simetrilerine bakmak hiç aklımdan geçmiyor. Ayhan tabancayı doğu yakasında gün doğarken ateşlemiş olmalı. Aramalarımın sonuç vermeyeceğini anladığım an Zeus’un gözlerine bakıp yardım etmesini istiyorum. Gözler bir an canlanır gibi oluyor, yakaladığım pırıltıdan bildiğini ama söylemeyeceğini hissediyorum. Tanrılara ait bir giz sanki bu!

Ayhan’ın “başardığı” duygusuna kapılıyorum birden.

SANAT OLAYI 

TARİH  : ARALIK 1986

SAYI          : 55

SAYFA  : 48

YAZAN  : ÖMER FARUK