Söyleşiler

Şahin Yıldırım – Sayın Mehmet Eroğlu,  Belleğin Kış Uykusu onuncu romanınız olarak çıktı. Yayın yaşamımız, okur niteliğimiz, kitapların satış grafiği, tüm bunları düşününce Bir Türk yazarı için  iyi bir sayı diye düşünüyorum, siz nasıl bakıyorsunuz bu duruma?

Mehmet Eroğlu – 1979’da ödül kazanan romanım Issızlığın Ortasında’nın basılması anti militarist unsurlar taşıdığı gerekçesiyle 1984’e kadar ertelense ve ben bir yazar olarak o tarihten sonra tanınmış olsam da yazmaya başlangıç tarihini 74 olarak almalıyız. Demek ki 32 yılda on roman yazmışım. Yani, roman başına yaklaşık üç buçuk yıl düşüyor. Bana sorarsanız bu bir roman için uzun bir süre. Ama 2000 yılında çalışmayı bıraktıktan sonra yayınlanan son dört romanım altı yıla sığdı. Yani ortalama süre düştü. Aslına bakarsanız on roman bir yazarı geleceğe taşımaya yeterlidir. Ama benim hedefim 15 ile 20 arasında bir sayı. Tabii bunları söylerken ciddi bir risk aldığımı biliyorum. Zamanının Manzarasında şöyle bir cümle yazdığımı hatırlıyorum. “Tanrıyı güldürmek istiyorsan ona hayallerinden söz et.” Eğer ölmezsem ve yazmak için kurduğum düzen bozulmazsa hedefim bu. Tabii 20 roman bile Balzac’ınkilerin yanında komik bir sayı.

Ş.Y. – Sizin romanlarınızda sıkça rastladığım sözcüklerden biri de vicdan. Bu kavramı çok önemsemenizin nedeni nedir? M.E. – Tutsaklık; vicdan kavramını önemsiyorsam, neden bu… Yıllarca önce, Bornova’da bir parkta yaşlı, kimsesiz Hasan amca’nın öldüğünde gömülmeyeceğini, bedeninin kadavra olarak kullanılmak üzere tıp fakültesinin ilaçlı havuzuna atılacağını düşünerek ağladığını gördüğüm akşamdan beri ben vicdanımın kölesiyim. Özel durumum bir yana, vicdan tüm erdemlerimizin boy attığı bir kuyudur ve benim bir yazar olarak ele aldığım trajik temaların yankılandığı, yankının büyüdüğü bir yerdir. Ayrıca benim “daha çok insan olmak” diye tanımladığım insanlık durumu için vicdan olmazsa olmaz bir şeydir.

Ş.Y. –  Günümüz koşullarında vicdan sahibi olmak, vicdanlı olmak neyi değiştirirdi? M.E. – Dediğim gibi. Belki daha çok insan olurduk. Yeni erdemler keşfederdik. Yeni erdemler unutulan insanlık idealleri için gerekli bence. Hafif haz esintileriyle tatmin olmaya hazır tüketim özlemlerinin sonucu olarak ortaya çıkan küçük, küçücük mutlulukları bir yana bırakıp, insanlık için öngördüğümüz büyük mutluluk için vicdan gerekir.

Ş.Y. –  Romanın başkarakteri Bay M’yi yönlendiren göğsündeki sızı da vicdanının sesi midir? M.E. –  Bazen. Ama daha çok romanın kurgusu için öngörülmüş bir unsur o sızı. Bir haberci, çalar saat ya da pusula. Hoş, vicdan da zaman zaman bu görevleri yerine getirir.

Ş.Y. – Niçin bellek/beleksizlik ile ilgili bir roman yazdınız? Sizi bunu yazmaya götüren temel neden neydi? Belleksiz bir toplumuz, biçimindeki genel kanıyla da bir ilişkisi var mı bunun? Ayrıca bu genel kanıya da katılıyor musunuz? M.E. – Aslında ‘bellek’ romanın adında da yer alıyor olsa da bence Belleğin Kış Uykusu daha çok sevmek, karşılıksız sevmek hakkında bir roman. Bana sorsalar böyle derdim. Bu romanı yazmama yol açan soru şuydu: Acaba hayatımızda acı olmasaydı, nasıl bir dünyada yaşıyor olurduk? Neleri kazanır, neleri yitirirdik? Soruya geri dönersek, toplumumuzun belleksizliği, daha doğrusu belleksizleştirilmeye çalışıldığına inanlar saffında olduğum söylenebilir.

Ş.Y. –  M, G, TD, SS, Palyaço… Bu adların işaret ettiği özel bir anlam var mı; birer simge mi bunlar, yoksa rasgele seçilmiş harfler mi? Ayrıca, bilinci olmayanın adı da olmaz diye mi düşünüp harflerle yetindiniz? M.E. – M ve G’nin seçiminde tabii ki belli bir nedeni var. Her ikisinin de adları, belleklerini kazandıkça değişiyor ve M ile G, önce MA ve GELE sonraysa MAZ ve GELECE haline dönüşüyor. Bunun tabii öykünün giziyle ilintisi var. Palyaço ise adının aksine bir bilge… Bu adı bilerek seçtim. Çünkü Palyaço’nun bilinen bilge kişiden farklı olmasını istedim. SS! Sevgi Seval, cinsel kimliği nedeniyle bu adı aldı. Adının aksine, sevgiyi severek veren birisi değil.

Ş.Y. – Palyaço’nun bir edebiyat tanımı var: Edebiyat, hayattan ve insandan ya da hayat edinirken yazgısını değiştirmeye çalışan insandan söz etmektir, diyor. Günümüz Türk edebiyatı bu tanımın neresindedir size göre? M.E. – Yazdıklarının odağına insanı, dolayısıyla insanlığın sorunları yerleştiren yazarlar var. Ama günümüz edebiyatı daha çok post modern ve oriyantalist eğilimler taşıyor. Bazı yazarlar bu topraklarda yaşayan insanları yazmak yerine, batıdaki Türkiye algılamasına uygun öyküler yazmayı seçiyorlar gibi geliyor bana. Bu da bizim gibilerin işini zorlaştırıyor.

Ş.Y. –  Edebiyatın, özellikle romanın sizin açınızdan nasıl bir işlevi olmalıdır? M.E. – Edebiyat hiç kuşkusuz estetik bir süreçtir. Estetikse bilindiği gibi güzellikle doğrudan ilintilidir. Ancak bazen doğrular da ( ya da gerçekler) edebiyatta güzellik olarak yer alabilirler. Bu açıdan bakıldığında benim edebiyat anlayışım, bu serüveni bir boyutuyla toplumsal bir eylem olarak gören Victor Hugo’dan farklı değil. Bu yüzden yazarın amaçlarından birisi de adalet ve eşitliği arayışımızda toplumda var olan çelişkileri belirginleştirmek, yarayı kanatıp herkesin farkına varmasını sağlamaktır diye düşünenlerdenim ben.

Ş.Y. –  Siz, belleğin acıyı unutmaması gerektiğinin altını çizmişsiniz; bunun sizin açınızdan gerekçesi nedir? Bu arada romanlarınızda vazgeçemediğiniz kavramlardan biri de bu; acı. Bellek ile acı arasında nasıl bir ilişki vardır? M.E. – Gerekçe, acının değeri: Acı bilinci keskinleştirir, bizi sahici kılar. Acı olmazsa acımak, acımak olmazsa da merhamet, dolayısıyla vicdan olmaz. Acı bunun için gereklidir. Hatırlayın, büyük iyilik projelerinin ardında hep derin acılar yatamaz mı? Belleğin önemi, acıyı bir hazineymiş gibi koruyan muhafaza olmasıdır.

Ş.Y. –  İnsanların birbirlerinin acılarına yabancı kalmalarının altında yatanlar nelerdir? Öyle ya, acı bizi biz yapan şeyse. M.E. – Tüketim toplumumun yalancı mutluluk rüyası, ana neden bu. Bencillik; toplumsal belleğin ve vicdanın sığlaşması: Nedenlere bunları da ekleyebilirsiniz.

Ş.Y. –  Palyaço, hayat bir sirktir der; yazarlar bu sirkin neresindedir ve ne yaparlar; olması gereken bakımından soruyorum tabii. M.E. – Seyirci olmamaları esastır. Sanatın bir amacı da insanların hayat edinmelerinde yollarını aydınlatmaktır. Unutmayın, hayat, seçim yapmak, ömür denilen boşluğu doldurma çabasıdır.

Ş.Y. –  Trendeki bir olayda şunu fark ettim, siz de bunu fark ettiriyorsunuz zaten; bize anlamını bilmediğimiz yığınla kavram ezberletiliyor hayatımız boyunca. Bayrak, vatan, millet, din bunlardan en önemlileri. Bu kavramların içini doldurmaktan çoğunluk olarak uzağız. Sorgulama yeteneğimiz mi yok? Bir de şu var tabii, midesi guruldayan biri için bunların ne önemi var ki! M.E. – Kavramların içini doldurmak, dayatılan, öngörülen yaşamın sınırlarını aşmak için gereken, kararlı bir bilinç edinmektir. Sanatın önemi de burada sanırım. Bilinç edinme yolunda farkındalığımızı arttırıyor.

Ş.Y. –  M, işkenceye uğramış biriyle karşılaşınca insan olmaktan utanıyor; insan bu utancı duymamak için ne yapmalı, ya da yaptıklarında neyi göz önünde tutmalı? M.E. – İşkence gerçekten en büyük insanlık suçu; yapılacak tek şey, olmasına imkân vermemek. Yapıldığında da karşı koymak, unutmamak gerek.

Ş.Y. –  Çocukların ve kadınların sizin romanlarınızda önemli bir yeri var, bu önemi nasıl açıklarsınız? Onlara karşı kimi kez duyulan acıma, diğerlerine duyulandan farklı mıdır? M.E. – Belki acıma sözcüğü yerine koruma duygusu demeliyiz. Kadınlar ve çocuklarla ilgili  olan, Schoupenhaur’ın dediği gibi çoğunlukla türümüzün geleceği, yani gelecek nesille ilgili olan bir durumdur. Bu yüzden onlara gösterdiğimiz ilgi, türümüze gösterdiğimiz ilginin açığa vurumu olabilir.

Ş.Y. –  Pusetteki çocuk için, yaşamla kirlenmemiş bakışlar, sözü kullanılıyor. Aslında yaşamı kirleten insanlar değil mi? M.E. – Evet, insanlardır. Aslında hayat yansızdır. Onu iyi kötü yapan bizleriz.

Ş.Y. –  Alınganlık hayatı zorlaştırır. Bu cümleyi biliyorsunuz. Belleğin Kış Uykusu’ndan kimler üstüne bir şeyler alınmalı; alınganlık göstermesi gerekenler var mı? M.E. – Vicdanı sığ olanlarla, belleği keskin olmayanlar. Belleklerini ve vicdanlarını günlük mutlulukların sıradanlığına terk edenler.

Ş.Y. –  Palyaço, hep veciz sözler söylemez, önemli sorular da sorar. Yaşanmaya değer hayat nedir, sorusu bunlardan biri. Size yönelteyim bu soruyu; yaşanmaya değer bir hayatın içinde neler olmalı? M.E. – Tanrı, insanın annesiyle babasının sayısız sevişmelerinden birisinde araya girer ve dokuz ay sonra doğarsınız. Sizi tekrar hatırladığındaysa ölme vaktiniz gelmiştir. Bu iki hatırlayış arasına ömür diyoruz. İnsanın uzun ya da kısa, mutlaka bir ömrü olur. Ama illa bir hayatı olamayabilir. Bunun için ömrünüz boyunca en az bir hayat edinmek gerekir. Hayat her şeyden önce yaptıklarımızın toplamı, özellikle de kaçınmadığımız seçimlerdir. Hayatın tanımıyla ilgilenenler genellikle mutsuz olanlardır. Yaşanmaya değer bir hayat edinmenin en iyi yolu, anlamını kavramak ve kavratmaya çalışmak gibi geliyor bana. Sanat, edebiyat da bunun için en uygun yöntemlerden birisidir.

Ş.Y. –  Romanınız dramatik ögelerle dolu. Size insan yaşamında en dramatik gelen şey nedir? M.E. – O kadar çok dramatik unsur var ki? Dramatik unsurun nasıl bir kurguda karşımıza çıktığı önemli bence… Yine de bir cevap vermek gerekirse ölüm demeliyiz.

Ş.Y. –  Romanda kimi mitolojik olaylara, yazınsal metinlere, ünlü müzisyenlere ve onların yapılarına göndermeler de var; bu göndermeler asıl metni nasıl etkiler? M.E. – Anlatılmak istenileni güçlendirir. Göndermenin amacı ve kapsamı bununla sınırlı tutulmalı. Göndermeler bu sınırı aşar, metinler arasında gezintiye dönüşürse o zaman insan unsuru romanının odağından uzaklaşır.

Ş.Y. –  Sevgi için de bir şeyler sormalıyım. Sevilen birinin yokluğuna dayanamayıp kendini yok etmek; ancak sevdiği biriyle sevişebilmek. Sevmek de bir anlamda acı çekmek midir? M.E. – Bu söyledikleriniz daha çok aşk için geçerli. Sevgi de acı çekmektir, ama acıya katlanmanın da bir yoludur aynı zamanda. Sevdiğimiz birisinin uğruna varlığımızdan vazgeçebiliriz ama onun varlığına zarar vermeyiz. Sevgi terk etmemek, unutmamak, vazgeçmemek demektir.

Ş.Y. –  Bir de çok kısa birkaç sözcük sorayım, size çağrıştırdıklarını söylerseniz, söyleşimizi de gereğinden fazla uzatmamış oluruz. M.E. – Tren: Ancak gemi bulamazsam binerim. Yolculuk: Yol yoksa, sadece yön varsa ve geri dönmek gerekmiyorsa iyidir. Tanrı inancı: Kutsallığını bir yana bırakırsak acaba vicdandan mı söz etmiş oluruz? Yoksulluk: Zenginlikten daha büyük, daha yaratıcıdır. Zenginlik: Fikri gezegenin üstündeki en tehlikeli hastalık; yok edilmeli. Sadakat: Ucu vicdana bağlıdır. Yardımseverlik:Başka varlıkların acılarına duyarlı olmak. Ama bunu gösterişe kaçmadan ve gizli yapabilmek önemlidir: Moby-Dick’teki peder Mapple’ın sözlerini unutmamalıyız: “Yuh, iyi olmayı iyilikten üstün tutanlara…” Söyleşi: Uzun olmadığı sürece katlanabiliriz sanırım.

Aralık 2006 Röportaj: Şahin Yıldırım