Söyleşiler

“12 Eylül sonrasının resmidir” Mehmet Eroğlu, nam-ı diğer ‘Adını Unutan Adam’, yıllar süren suskunluktan sonra “Yüz:1981” kitabıyla yeniden gündemde. Eroğlu ile son romanından yola çıkarak, 12 Eylül sonrasını, aşkı, cinselliği ve yazarlık serüvenini konuştuk.

“Daktiloyla yazamam” M.E. – Uzun süredir edebiyat çevrelerinden uzaktım çünkü hayatımı düzenliyordum. “Hayatta yapmadığım bir şeyi yapayım” dedim ve saksofon çalmaya başladım. Üç yıl, günde üç saat çalıştım. Belki beşinci sınıf bir müzik yeteneğim vardı, ama birinci sınıf bir disiplinle, üçüncü sınıf bir iş çıkardım. Sonra sigarayı bıraktım. Günde üç paket içiyordum. “50 yaşından sonra çalışmayacağım” sözü vermiştim kendime; işi de 31 Aralık 1999 günü bıraktım. Bir de tabii, 450 sayfalık bir kitap yazdım. Yani hiçbir yerde değildim, olduğum yerdeydim.

M.E. – Türk edebiyatında son zamanlardaki hakim tavır, günümüz sorunları ile uğraşmak yerine daha bireysel konulara yöneldi. Oysa iyi romanın odağında her zaman insanla uğraş vardır. Bu tavır ter edildi. Edebiyat her zaman bir tavırdır. Bir sanatçının yansız olması düşünülemez. Ayrıca insanı değil, insanlığı sevmek önemlidir. Sanatçı onun sorunlarıyla uğraşmalı. Türkiye gibi sayısız acının yaşandığı ülkede insanı dikkate almıyorsanız buna sanatçılık denmez.

M.E. – Yazmaya 1974’te başladım. Karım İnci bana doğum günümde bir daktilo hediye etti. Bazı meseleleri kafamda halletmeye çalıştığım bir dönemdi. Bana; “Sen yazmaya başlamalısın” dedi. Ama daktiloyla yazmadım, hala elimle yazarım. Yazmak için öyle özel koşullara da ihtiyacım yok, sadece yalnızlık şart.

M.E. – Alternatif bir intihar şekli olarak yazmak mı? Bu çok güzel bir söz. Çok beğendim; bilseydim ben yazardım. Yazmak benim için bazen bozulmuş dengeleri yerine oturtmak, bazen de kurulmuş dengeleri bozmak için bir araç. Ama her şeyden önce, güçlü bir boşalma isteği. Kurşun sıkarak beyninizi biyolojik olarak boşaltırsınız. Yazarak ise acılı anıları yoğurup kitaba dönüştürürsünüz.

En son altı yıl önce “Yürek Sürgünü” adlı romanı yayımlanan yazar Mehmet Eroğlu, yeni eseri ‘Yüz:1981’de ile tekrar karışımızda… ‘Vicdanın yazarı’ olarak da Eylül’ü takiben değişen değerlerimizi ele alıyor. Bunun da adsız bir kahramanın sürekli değişen yüzünün öyküsünü aktarmak suretiyle başarıyor. Adsız kahramanımız, niçin sürekli suretinin değiştiğini araştırmaya başladığında ise karşısına hayatına girmiş kadınlar çıkıyor: Ziynet, Nazan, Işık, Duygu ve Ferda… Kahramanımız isimsiz, çünkü Eroğlu’nun değerlendirmesiyle: “Ona herhangi bir isim verebilirsiniz. O, herkes olabilir. Çünkü bu roman günümüz insanının romanı” diyor.

S. – ‘Yüz: 1981’ için günümüz insanının romanı diyorsunuz. Kimdir bu insan tipi? M.E. –  İyilik ile kötülüğü iki kutup olarak karşı karşıya koyarsak, tutku daha çok kötülüğe yakındır. En saf haliyle de aşkın ve edebiyatın konusudur. Ayrıca kişileri yan yana tutmada bir tutkal görevi de görür. Ancak kahramanımız, kendine tutkunun tamamen dışında bir hayat kurmuş biri. Araya sisli bir uzaklık koymuş. Son derece emniyetli varlığını sürekli koruyan ve kollayan biri. Kendini riske atmıyor.

S. –  Bu nedenle ‘en büyük kumar’ olarak tanımlanan aşktan uzak mı duruyor? M.E. –  Evet. Çünkü aşkı, acı çekmeyi de gerektirir. O ise ilişkiyi tercih ediyor. Göze çarpan erdemleri de yok. Mecbur kalırsa kurtarıp kurtarmayacağına karar veremediği bir onuru var. Yani tam bir düzen adamı! Dostoyevski’nin dediği gibi: ‘Herkesten ve her şeyden sorumluyuz’ cümlesine hiçbir yakınlığı yok.

S. –  Oysa sizin daha önceki kahramanlarınız hiç de böyle değildi. Onlar daha çok acı çeken kişilerdi… M.E. –  Evet, bu kahramanım çok farklı. Acı önemlidir, çünkü kendimizi ve karışımızdakini duyumsayabilmemiz için önemli bir ayraçtır. Bundan kaçınırsanız hayatın derinliğine inmekten vazgeçersiniz.

S. –  Roman, kahramanın; “Suçsuzum; tıpkı siziler gibi. Suçluysam bile,  unutmayın, en çok sizinki kadardır bu,” sözleriyle başlıyor. Bu dürüstlük mü, yoksa bir savunma şekli mi? M.E. –  Bir şeyi olduğu gibi söylemekle dürüstlük aynı şey değildir? “Ben böyleyim kardeşim işte” diyor o. Şayet bu anlayışa, kozmik bakışla yaklaşırsak, yani insanı hayvanlardan ayıran değerler açısından bakarsak, bu hiç de dürüstlük falan değil. Kimi bunun modern ve rasyonel bir tavır olduğunu da söyleyebilir.

S. –  Kahramanımız yemek yiyor, içiyor, uyuyor ve sevişiyor ama bunlara duygularını hiç karıştırmıyor… M.E. –  Aşağı yukarı tüm insanları böyle tanımlayabiliriz. Kahramanımız, hayatına beş kadın girmiş biri. Şayet erkeğin kişiliği çok katmanlıysa, cinsellik bunun sadece bir bölümü olur ve göze çarpmaz. Ama az katmanlı ise o kişi, “yer, içer ve sevişir” olur. Çünkü sevişmek bu tür insanlar ve daha çok hayvanlar için varlıklarını kanıtlamanın en kestirme biçimidir. Kitaptaki cinselliği bu bağlamda değerlendirmek gerek. Adsız kahramanımız tam da bu nedenle çok iyi ya da ustaca sevişiyor. Kadınlar açısından makbul bir erkek.

S. –  Kendisi için makbul mü? M.E. –  O, seviştiği kadından aldığı zevkin notuna bakıyor.

S. –  Roman aynı zamanda 12 Eylül sonrasına ait bir anlatı. Sorumluluktan kaçan insanla bu dönemin ilişkisi nedir? M.E. –  Roman, her ne kadar bir adam ve altı kadının romanı gibi görünse de, daha çok yirmi yılın panoraması. Bu roman bir insanlık durumunun irdelenmesidir. 12 Eylül’le birlikte toplumsal vicdanımızın derinliği azaldı. Çünkü bu darbe büyük bir kıyımla geldi. İnsanlar Üniversitelerden sendikalara her yerde sistematik olarak izlenip yok edildi. Tüm bunlar da topluma bireyciliği aşıladı. Belki bu nedenle kahramanımızı pek suçlayamıyoruz. Çünkü bizden biri. Her şey kısa vadeli oldu, üstelik alabildiğine apolitik hale geldik.

S. –  Kahramanımıza beş kadın aşık oluyor. Hepsi de birbirinden farklı. M.E. – Kadınlar, aşkın hoyratlığını tattırabilecek erkeği bulmak konusunda olağanüstü becerilidir. Aşk bir rasyonaliteyle değil, kişiliğimizin dış çemberindeki rastlantılarla oluşur. Ondan sonra benliğimize doğru yönelir ve saplanır. Aşkın tutkusunu ve derinliğini de bu saplanışın gücü belirler. Bu kimilerinde çok etkili olur, kimilerinin ise kişiliğinin dışında kalır ve içeri giremez.

“Kadınlar, aşkın hoyratlığını tattırabilecek erkeği bulmak konusunda olağanüstü beceriklidirler. Bu, sıcakla soğuğun karışması gibidir. Aşk bir rasyonaliteyle değil, kişiliğimizin dış çemberindeki rastlantılarla oluşur. Ondan sonra benliğimize yönelir ve saplanır ”

S. –  Kitabınızdaki kadınlar neyi simgeliyor? M.E. – Işık, karmaşayı ve bilge tavrı… Duygu, hüznü simgeliyor gibi ama daha çok duygusallığın simgesi… Sevda, aşık ve coşkuyu temsil ediyor. Ferda, tüm karmaşasına rağmen, geleceği… Nazan ise kahramanımız için tam bir ayna. Bu nedenle ona aşık olmuyor. Tüm bu kadınlar, büyük bir kadın resminin farklı parçaları.

S. –  Kahramanınızın değişen yüzünü neden kadınlar aracılığı ile anlatmak istediniz? M.E. – Hayatı, doğurganlığından ötürü kadın olarak görüyorum. Ancak bizim ülkemiz çok erkeksi. En büyük problemimiz de bu. Mesela ölümü yücelten, yaşama önem vermeyen bir anlayışımız var. Hapisanelerde insanlar dövülerek öldürülüyor ve bunu herkes biliyor ancak hiçbir şey yapılmıyor. Böyle bir ülkedeki hakim bakışa ne denir? Kadınlar bunu yapmaz!

SABAH TARİH  :  07 EKİM 2000 (Cumartesi) YAZAN  : BÜKET AŞÇI (RÖPORTAJ)