Mehmet Eroğlu yeni kitabı ‘Düş Kırgınları’nda, 12 Mart darbesi sonrasına odaklanıyor ve geçmişle ilişkisi acılı insanların hikâyesini anlatıyor. ‘Düş Kırgınları’, okuyucuyu kolayca etkisi altına alan başarılı bir roman.
Kuracak düşü bile kalmayanlar
Düş Kırgınları, Mehmet Eroğlu’nun dokuzuncu romanı. 1984-1994 yılları arasında yayımlanan ilk beş romanında ağırlıklı olarak 68 kuşağı devrimcilerinin savrulup giden hayatlarına ilişkin hikâyeler anlatmıştı. Ancak bu romanlar barındırdıkları gerilimli ve esrarlı atmosferleriyle politikadan çok polisiyeye yakın duruyorlardı. Son dört romanı 2000’li yıllarda yayımlandı. İlkini, Yüz: 1981’i bir geçiş romanı olarak görüyorum. İkinci dönem romanlarının, belki de kariyerinin en iyisi Zamanın Manzarası’nda ise, siyasi ve toplumsal tarihle bireylerin kaderleri arasındaki ilişkiyi çok iyi yakalamıştı Eroğlu. Toplumsal meselelere yönelik keskin bir gözlem ve şiddet dolu bir eleştiri barındıran Kusma Kulübü de, Fransız ‘kara roman’larını hatırlatan kurgu ve atmosferiyle en hafif deyimiyle, irkilticiydi.
Eroğlu, merkezine savaş acılarını, açlık grevlerini, zengin ve yoksulluk arasında giderek derinleşen uçurumu, yani gerçek hayatın gerçek insanlarını yerleştirdiği, sadece yaslandığı tarihsel geri planıyla değil, kurgusu, insanı, eşyayı ve doğayı tasvir ederken yakaladığı diliyle de dikkat çeken son iki romanındaki başarısını Düş Kırgınları’nda da sürdürüyor.
Düş Kırgınları, adı üstünde zaten, geçmişle ilişkisi acılı, kuracak düşleri tükenmiş insanların hikâyesi; ama en çok da Kuzey ve Sami’nin… Otuz iki yıldır birbirinden ayrılmayan iki arkadaş onlar; 12 Mart darbesinden sonra yerleştikleri Almanya’da Parti kanalıyla tanışmışlar. Kuzey, önce Filistin’de kalmış, oradan Almanya’ya geçmiş, sonra ikisi birlikte Amsterdam’a gidip açık denizlere sefer yapan bir şilebe tayfa yazılmışlar. Partiden daha Almanya’dayken atılıp 1974 genel affından sonra Türkiye’ye dönmüşler. Bacaklarını 1979 yılında faşistlerin kurduğu tuzakta kaybetmiş Sami. Hayatta kalmasını ise olaydan birkaç kurşun yarasıyla kurtulan Kuzey’e borçlu.
Bir romana başlayamamak
“1.80’in üzerinde bir boy; hiç kalınlaşmamış, omuzlar hafifçe dışarı çıkmış bir beden; kumral saçlar; iri ama coşkusuz, iz bırakmayan bakışların döküldüğü renksiz gözler ve yaşını ele vermeyen bir yüz”le tanıdığımız Kuzey, 1981’de, 12 Eylül’den sonra tekrar tutuklanmış, işkence görmüş, on üç ay içeride kalmış. Gerisini Sami’nin ağzından dinleyelim; “Kuzey, yeraltına geçmeden, yani darbeden önce edebiyat fakültesinde okuyordu… Bir iki kez yazmayı denedi, ama bitirdiği bir tek öyküyü bile hatırlamıyorum; ya da ben görmedim. Bana sorarsanız, dergi çıkarma merakı da bu kısırlığının bir sonucu: Edebiyata bir biçimde yakın olma isteği… Güya ‘Düş Kırgınları’ adını verdiği bir roman yazacaktı. Onca yıl İstanbul’da yaşadıktan sonra Karaburun gibi gözden uzak bir yere yerleşme kararının ardında da bir türlü başlayamadığı bu roman vardı. Üçüncü dergiyi de batırınca, o sırada birlikte olduğu kadınla geldi Karaburun’a. 1995’de. Gelir gelmez Karayel Oteli’ni devraldılar. Ama kadın aradan bir yıl bile geçmeden bizimkini borçlarla bırakarak, çekip gitti… Kuzey, o sıralarda da içiyordu… 1996’da Salim’in ısrarıyla tedavi oldu. Salim, Kuzey’in ağabeyidir, tek kardeşi… Kuzey, tedavinin sonunda içkiyi bıraktı. Ta ki…”
Bir başka kadın, bir başka aşk
Gerisini biz tamamlayalım; ta ki, hayatına Şafak girene kadar. Fok balıkları hakkında bir belgeselin çekimi için 1998 yılında gelmiş Karaburun’a Şafak; yirmi beş yaşında, Boşnaklığı’yla övünen, Afrika’ya gitmek isteğiyle Kızılhaç’a iş başvurusu yapan hayat dolu bir kadın. Bir aşk, ama kırık dökük bir aşk yaşanmış, daha doğrusu taraflarını kırıp döken bir aşk… Şafak, birlikte Afrika’ya gitmek teklifini kabul etmediği için terk etmiş Kuzey’i. İşte bu nedenle, Kuzey, arkadaşları tarafından Şafak’ı sahiplenmediği için, aslında sahiplenme duygusu yoksunluğuyla suçlanacaktır; kimilerine göre aşk için en çok gereken budur. Oysa Kuzey, bir kadını sahiplenemeyecek kadar çok sevenlerden. Şafak’tan ayrılmayı ‘sevdiğini özgür bırakmak’ sözleriyle ifade etmiş, Şafak’ı onun geleceğini düşünerek terk etmiş, aşk yerine dostluğu ve sevgiyi seçmiştir. Nasıl yaşadıysa öyle âşık olmuştur Kuzey; “kendini kendisi yerine koyamamış, şövalye rolünden, âşık adama dönüşememiştir”.
Aradan beş yıl, Kuzey’in yemeden, içmeden, uyumadan, sadece Şafak’ı bekleyerek, elini tutmadığı, öpemediği, yatamadığı bir kadını susarcasına bekleyerek geçirdiği beş yıl geçmiş, iflasın eşiğinde otelin kapısını bir başka genç kadın çalmıştır; Çiğdem. O da sever Kuzey’i. Ancak vakit daralmıştır artık; Fındık, yarımadanın derinliklerindeki bir enkaza ulaşmak üzeredir… Çiğdem’i Karaburun’a getiren süpriz nedeni ve hikâyenin aslında kolaylıkla tahmin edeceğiniz sonunu söylemeden noktalayalım özetimizi.
Geriye dönüşlerle uzun bir tarihsel dönemi kucaklayan hikâyenin üç anlatı zamanı var. Ağırlıklı olarak 2003 yılına, Çiğdem-Kuzey ilişkisine odaklanan anlatı Çiğdem’in sorularıyla 1998’e, Şafak-Kuzey ilişkisine yöneliyor. Üçüncü şimdiki zamanda ise Çiğdem’in isteği üzerine Kuzey’in hikâyesini kaleme alan bir yazarla tanışıyoruz. Mehmet Eroğlu, yukarıda doğrusal bir akış içerisinde kabaca özetlediğim hikâyeyi bu üç zamanı bir yazar özelinde birleştirek kusursuzca kurgulamış .
Hasta ciğerlerinden yorgun düşmüş yazar da Kuzey gibi uzun bir süredir kendisiyle hesaplaşmanın zor ve sıkıntılı günlerinde karşılaşır Çiğdem’le. O da Karaburun’dadır, ama oturduğu terasın biraz ötesinde olup bitenlerden habersizdir. Kuzey ve çevresindekilerin hüzünlü aşk şarkılarını, acılarını, sessiz çığlıklarını, dökülen gözyaşlarını, hatta Kuzey ve Şafak’ın evlat edindikleri sevimli köpeğin uluyarak yaktığı ağıtları duymamıştır. Yine de, beş yıllık zaman farkıyla tekerrür eden iki aşk hikâyesini, zaman zaman kendi duygularını da katarak anlatmayı başaracaktır…
Haddim olmayarak, Düş Kırgınları’nın kurgusunun Yunan tragedyalarını hatırlattığını söyleyeceğim; Nietzsche’nin Tragedyanın Doğuşu’ndaki yazılarından yola çıkarak, en çok da Euripides’inkileri… Daha ilk sayfalarda ortaya çıkıp az sonra okuyacaklarımızı özetleyen yazarın iç konuşması Euripides’in dramasındaki prologlardan farksız. Onun tragedyalarında da, oyunun girişinde tek başına sahneye çıkan bir kişi, kim olduğunu, eylemden öncesini, şimdiye kadar neler olup bittiğini, oyunun akışı içerisinde neler olup biteceğini anlatır. Nelerin olup biteceği bilinmektedir artık. Peki şimdi onun özetlediklerinin okunması/izlenmesi nasıl sağlanacaktır? Euripides’in tragedyası kendisinden öncekilerle tam da burada farklılaşmıştı; “Tragedyanın etkisi asla epik gerilime, şimdi ve bundan sonra nelerin olup biteceğinin çekici belirsizliğine dayanmıyordu: Daha çok, başkahramanın tutkusunun ve diyalektiginin, geniş ve güçlü bir ırmak hâlinde kabardığı o büyük retorik-lirik sahnelere dayanıyordu. Her şey eyleme değil, duyguya hazırlıyordu.”
Kahramanın yazgısı
Düş Kırgınları’nda da kahramanın tutkuları, eylemin yerine duyguları öne çıkıyor. Kuzey’in ve Şafak’ın yazgıları daha ilk sayfalarda, hele ki Kuzey’in batık mülteci teknesi davasına tanıklık etmemesi için yapılan tehditlerle sezdirilmiştir. Ama okuyucuya gerçek gibi gelmez. Hikâye yavaş yavaş ilerler, kahramanın sonunu getirecek mantıksal çerçeve kurulur. Ama yine de üzülürüz. Çünkü epik yabanıllığın, her an tetikte duran gözetleyici bakışlarca imkânsız kılındığı şimdi çok uzaklarda kalmış bir dünyanın insanıdır Kuzey. Çünkü ölüm özlemi çeken ve sonsuza kadar can çekişmekten korkan birisidir o. Cezasını bilinçli olarak kabul etmiştir. Aslında cezasına yol açan bütün yaşamını evetlemekle kendi kaderine egemen olacaktır; ‘taş kendi taşıdır’ artık.
‘Mazoşistlerin kuşağıyız’
Eroğlu, modern hayattan doğaya kaçış, intihar, ihanet gibi romantizme özgü motiflerle canlandırıyor kahramanını. İntihar, kahramanlık, ihanet temalarının bu kahramanı özelinde de sürdürmüş; Kuzey de, tarihsel ve toplumsal dönüşümün yol açtığı ahlâki çöküntülerin, anlam yitimlerinin ve ideolojik sefaletin yükünü kaldıramamıştır. İşin tuhafı bütün bunların sorumlusu olarak görür kendisini. “Acı çekmeyi sevenlerin, mazoşistlerin kuşağıyız” diyecektir romanın bir yerinde; “Sanki dünyanın tüm acılarını yüklenmeye mecburuz… Anavatan, yetmedi Vietnam, Güney Amerika, Afrika, tabii Filistin de var… İntihar eğilimimizin, yaşamımızdan vazgeçmeye yatkın oluşumuzun ardında da işte bu acılardan kurtulma isteği var bence.” Bu yakınışta romantizme has bir tını çarpar kulağımıza; toplumun dışına itilmişin, sürgünün, üstün insanın, ruhu fazla geniş olduğu için varolan dünyaya dayanamayan adamın romantizme damgasını vuran-tipik sesidir bu; çünkü onun sürekli olarak coşkuyla öne atılma hareketinin gerekliliğini varsayan idealleri vardır, oysa varolanın dünyanın ahmaklığı, hayal gücünden yoksunluğu ve düzlüğü o hareketi durmadan engellemektedir.
Eroğlu, kılı kırk yarmış
Gelelim tragedya sahnesinin sonuncu ama belki de en önemli kısmına, yani koroya: Bir kadının ne kadar sağlıklı olabileceğinin kanıtıymış gibi duran Erica, hiç doğum yapmadan herkesin annesi olabilen kadınlardan Handan, felsefeci İhsan Hoca, Güneydoğu’da girdiği bir çatışmada dokuz aylık hamile iki kadının ölümüne yol açtığı için çocuk sahibi olmak istemeyen, hamile karısından bu nedenle kaçan Yüzbaşı Emin, çarpılmış fiziğine rağmen yunuslarla yarışan Fındık ve Sami… Bütün hepsi yaşananları yakından izleyen kişiler. Çünkü onlar tragedyanın korosu rolünü üstlenmişler. İçinde bulunduğu kötümser ruh hâlini insana dair biricik varoluş hâline getirmiş Kuzey’den daha hakikatli, daha gerçek, daha açıklayıcı müdahaleleriyle, onlar kahramanın nihilist tavırlarına karşı canlı bir duvar vazifesi de görüyorlar.
Yerimiz kalmadığı için Eroğlu’nun üslubuna kısaca değineceğim. Öncelikle kimi zaman sisli kimi zaman ışıltılı gökyüzü altında Karaburun yarımadasının tasviri, hikâyeye insan duygularına eşlik eden bir bütünlük katıyor. Doğanın güzelliği içinde başlayan bir aşklar, doğanın şiddetiyle gelen ölümler Eroğlu’nun belli ki kılı kırk yararak kurduğu cümlelere yüklenmiş.
“Aşk zenginliğe benzer, kurtulmak için önce elde etmek gerekir”, “Eğer birisi için her yer cehennemse, ölümden neden korksun?”, “İnsan, ‘daha çok insan’ olmak isteyen birisine, sevmese de saygı duymak zorundadır”, “Günahın yontmadığı bir beden nasıl ham ve biçimsizse, kötülüğünden sıyrılmış, arındırılmış bir kişilik de o denli katlanılmaz ve sıkıcıdır ve eninde sonunda yönünü yitirir” tarzında her Eroğlu romanında görmeye alıştığımız “daha önce söylenmemiş, iyi birkaç cümle”den de bolca nasiplenmiş Düş Kırgınları, her ne kadar erkek kahramanını çeşitlendiremese bile, okuyucuyu hemen etkisi altına alan başarılı bir roman.
Gezgin bir ayyaşın güncesinden:
“Aşık kadın suçsuzdur…”
“Ah, keşke yazarken olduğu kadar soylu olabilseydim! Yaşarken bir sefilim oysa. Herkes sussa, kimse seslendirmese de farkındayım: Kof, yaratıcı özü olmayan bir pişmanlık benimki. Üstelik bekâretin iffeti gibi de geçici…
Sunak taşına uzanır gibi başına gelecek her şeyi kabullenmeye hazır olmak… Aşık kadın bu değil midir? Söylüyorum: Aşık kadın suçsuzdur. Suçlu olan benim. Yaşamdaki amacımı aştım. Sevmeye kalkıştım. Benim gibi özyıkımından haz alan bir erkek neden bir kadını sever ki?
Belki bu suç değildir: Belki sevmek beynimizin kazara ürettiği bir avuntu; yüreğimizi kavuran ani bir kıvılcımın doğurduğu bir yangın; belki de -benliğine kavuşmak yerine- benliğimizi karşımızdakine yayarak onu ele geçirme isteğinden ibaret. Tanımlar, tanımlar, tanımlar… Bütün tanımlar midemi bulandırıyor. İtiraf ediyorum: Benim nedenim basitti: Amacımın ardında soylu bir ürperti değil, bencilce bir umut saklıydı: Kendimden kaçıp kurtulma umudu! Onu bu yüzden sevmeye yeltendim; bu yüzden beni sevmesine izin verdim. Ne budalaymışım! Acıma doğru dümdüz yürüyeceğime, yolun yarısında geri dönmeye kalkıştım. Oysa kaderin yolu hep tek yönlüdür.
Sorular; sarhoşluğumun tülünü yırtıp kulağıma ulaşan soruları duyuyorum. Cevapları da. En mide bulandıranı, ‘Aşk, kendini yeniden yaratmaktır,’ diye başlayanı. Bir de şuna kulak verin: ‘Aşk, yaşamımızı yüceltme, yazgımıza meydan okuma çabasıdır…’ Bu daha da iğrenç. Üstelik yalan da. Ey daha aşık olmamış talihliler, aşk sadece başlangıcında ölüme karşı meydan okur. Sonrası! Sonrası tutkulu bir direniş değil, uyumcu bir teslimiyettir. Bunu biliyordum…
Sarhoşluğu tatmamış ayıklar, sakın aşık olmayın! Olduğunuzda, Tanrı’nın verdiği en ağır ceza bekliyor olacak sizi: agonia perpertua. Ben kendi hesabıma can çekişmekten bıktım: Utancımdan sıyrılmak için bir an önce ölmeyi düşlüyorum. Ama Tanrı, bedenimden kurtulma isteğimi krallığına yönelmiş bir isyan gibi algılıyor. Bedenimiz, ruhumuzun içine diri diri gömüldüğü etten bir tabut değil midir? Varlığını inkar değil, tabutumu fırlatıp atma isteği benimki…
Kimse bana gerçeklerden söz etmeye kalkışmasın! Çünkü boşuna bir çaba olur bu. Hayatın ya da hayallerin, gerçeklerin her türlüsünden uzak dururum: Gerçekler, Tanrı ve bilim içindir. Bana gereken yalanlar. İçinde gelecek umudu, mutluluk hayali sakladığımız yalanlar… İşte, size aşkın gerçek nedeni: Yalan ihtiyacı; canlı olduğumuza inanma saplantısı. Ben bu nedenle aşık oldum. Ya o? Gülerek dediği gibi, ‘Sırtı savaş yaraları ve ateşli sevişmelerden kalan izlerle kaplı bir adamın bedensel çekiciliği mi?’
Ne yaparsam yapayım, artık hiçbir şey değişmeyecek. Biliyorum: Acı insanı er geç çıldırtır. Sadece bir zaman meselesi bu. Sabırla, içerek bekleyeceğim o anı. Tanrım, ölümümü yaratmama, yok oluşumu doğurmama izin ver…”
Radikal Ek Eylül 2005 A. Ömer Türkeş