Her nesil kuşak olamıyor
Mehmet Sebatlı – 12 Eylül’ün bitirici siyasal ikliminde yetişen, bugün 25 ile 35 yaş arası olan nesli kendi neslinizle de karşılaştırarak nasıl tanımlıyorsunuz? Nesil ve kuşak arasında ne gibi farklar var?
Mehmet Eroğlu – Bazı nesiller, başlarına ne gelirse gelsin, kuşağa dönüşemezler. Çünkü kuşak olabilmek için romantizm ve –öldürme değil- ölebilme, intihar etme yeteneği gerekir. Sanırım bizim kuşakla, sonrakiler arasındaki temel fark bu. Yoksa 1965-1975 doğumlularının –Türk yada Kürt- başına gelenlerin, onların yaşadıklarının yanında bizim neslin yaşadıkları, parkta gezintiye benziyor. İronik ama gerçek: Bu dönemden çok kalıcı romanlar çıkmalı. Çünkü sonu kötü biten her şey edebiyat için iyidir. Edebiyat ise olup bitenleri saflaştırmak, gelecek yaratmak, bizleri arındırmak için neredeyse seçebileceğimiz tek yol.
M.S. – Siyasal bir çalkantıda binlerce genç ya inançları uğruna ya da atan görevi uğura öldü ve sakat kaldı; Cumhurbaşkanı olmak isteyen general bu neslin neyini çaldı? Bu kuşak siyasal olamadı mı? M.E. – Bu neslin başına gelenlerin yanında bizim kuşağın yaşadıkları hiç kalır, yine de kimse Barış Utkan’ın nesline kuşak demiyor. Neden? Çünkü kuşak olmak için ölmek yeterli değil, ölümde romantizm ve ideoloji gerekir, bu önemli. General –en azından bu ülkedeki- gençliği apolitik bir ortamda büyüttü. Çaldığı kuşak olabilme bilinciydi. Yoksulken, yoksulluktan yana olmak yerine zenginlik düşü görmelerine neden olan bir ortamdan söze ediyorum. 12 Eylül bu ülkenin sağ duyusun8u, bilincini, toplumsal ahlakını çaldı.
Savaşın acılı nesiller ortaya çıkardığını ve kalıcı izler bıraktığını belirten Eroğlu:
Her savaş kendini yazdırır
Savaşın getirdiği acılardan bir gelecek üretmeye çalışanlar, acılarını, pişmanlıklarını aşındırmaya çalışacak olanlar yazacaktır. Gerçek, kalıcı olmak iddiasında olan edebiyat için savaş inanılmaz bir malzeme.
İlk beş kitabında kendi kuşağının 12 Mart sonrası acı ve arayışlarını belleğimize kazan Eroğlu, iki yıl önceki romanı Yüz:1981’de günümüze dönmüş ve 12 Eylül’ün hiçleştirdiği insanı anlatmıştı. Eroğlu, son kitabı ‘Zamanın Manzarası’nda (Everest Yay) ise Türkiye’nin on beş yıllık dramı olan savaşa, bunu bedel ödeyerek omuzlayan kuşağa çeviriyor yüzümüzü. Anlatıcı Barış, adının tersi olan savaşa katılmış, ölümler görmüş ve yaralanmıştır; unutmak istiyor, yazmaya yöneliyor. Felsefi ve psikolojik analizlerle trajedya-mutluluk, iyilik-kötülük, ölüm-aşk temalarını çatıştıran Eroğlu, “Aşk kötülüğü temizliyor, yazmaksa acıyı boşaltıyor” diyerek savaşın aşina olmadığınız sonuçlarının manzarasını çiziyor.
M.S. – Romanın baş kişisi ve anlatıcı Barış Utkan kimdir? Neden yazmak ve aşka koşmak istiyor? M.E. – İnsan olarak savaşı anlamamız, savaşı bir bütün olarak kavramamız çok zor. Çünkü savaş olup bitenlerle -arazideki çatışmaların ötesinde insan benliğinde sürüp gidenlerle birlikte-ve sonuçlarıyla gördüğümüzden, sandığımızdan ve kavradığımızdan daha geniş, daha yıkıcıdır. Bu yüzden savaşlar ancak bittikten sonra değerlendirilip, anlaşılabilir. Birey ne denli güçlü olursa olsun savaş süreci içinde kaçınılmaz olarak kişisel yıkımlar yaşar. Bunlar bazılarımızda belirgin bir biçimde ortaya çıkarken bazılarımızda üstü örtülerek sürüp gider. Barış Utkan katıldığı savaşa kadar bu topraklarda yaşayan sıradan birisidir. Doğumu kimseyi kıvanca boğmamış, hiç inmeyeceği trenlerde babasını beklemiş, yoksullukla akrabayken, zenginliğin sınırlarında beklemiş biri. Ama savaş –türdeşlerimizi öldürdüğümüz cehennemi sahne- onu yaratılışının karanlık tarafıyla, kıyıcılık ve merhameti içinde birlikte barındıran öteki yüzüyle karşı karşıya getirir. Bu da onu trajik olayların içinde trajik bir varlığa dönüştürür. Barış’ın, savaştan geri döndüğünde Bitlis’in dağlarında edindiği pişmanlığı unutmak ya da katlanabileceği ölçeğe indirmek için önünde birkaç yol vardır. İçmek, yazmak ve aşık olmak… Barış Utkan da sırayla bunu yapmaya çalışıyor.
M.S. – Binlerce genç bu savaştan direkt ve dolaylı etkilendi. Barış Utkan gibi bedeninin bir parçasını ve sevdiklerini yitirenler var. Acıyı unutmak için bu genç kuşak ne yapmalı sizce? M.E. – Acıyı unutmak mümkün mü? Bence o kadar kolay değil. Belki aşındırıp, biraz öğütebilir canımızı çok acıtan sivriliklerini törpüleyebiliriz. Zaten unutmamıza da gerek yok. Çünkü acı doğurgandır; içinde sayısız tohum barındırır. Önemli olan bu acıdan bizim ne sağacağımızdır. Eğer acımızdan gelecek sağamazsak yazık bize. Genç kuşakların politikaların –ve politikacıların- tanımladığı, bize dayattığı dar kalıplarla hareket etmek yerine, sorunu insanlık idealleri ve değerleri içinde değerlendirmeleri gerekiyor. Ama bu da öyle zor ki? İlk adım, demokratikleşme olmalı. Bu sağlanırsa belki her şeyi örtebilecek bir gelecek düşü oluşturabiliriz. Şimdi yapmamız gereken hep birlikte bir gelecek düşü oluşturmak için çalışmak.
M.S. – Daha önceki kitaplarınızda acı, kadın ve ölüm temaları öne çıkarken, bunda yazma ve aşk edimini de ekliyorsunuz. Nedir bu boşalma isteğinin kaynağı? M.E. – Benim gibi yedinci romanının bitirmiş birinin edebiyata can veren pınarı, toplumsal bir vicdan edinmesinden, insanlık suçlarını boşaltmak amacıyla fışkırır dersek çok yanılmış olmayız. Zamanın Manzarası’nda, bu gezegenin efendisi olarak insanın türdeşlerini öldürmesi, iyilik ve kötülük,acıma, aşk gibi temaların yanı sıra yazma ve edebiyatla ilgili olarak kaleme alınmış bir çok bölüm var. Bu roman yazdıklarımın içinde felsefeye en yakın olanı. Yukarıda sayılan temaların bir araya gelmesinin nedeni sanırım bu. Bu roman aynı zamanda en önemli erdemlerimizden biri olan acımanın altını çizen bir çaba da. Acımak bütün değerlerin anasıdır. Merhametin, adaletin, özgürlüğün…
M.S. – Acının, aşkın ve ölümün etrafında dolaşan bir kahraman görüyoruz gene. Türkiye’nin manzarasını da çizen bu kitapta karamsarlık var diyenlere cevabınız ne olacak? M.E. – Karamsarlık! Öyle derlerse desinler. Yazdığım dönemler; savaş, çocukların öldüğü derin bir yoksulluk, açlık grevleri… Böyle travmalar yaşayan bir topluma ayna tutuğunuzda ortay aydınlık bir tablo çıkar mı? Bu yazarın seçimi. Başka temaları reklamcı deyimiyle hedef kitleleri- seçseydim, tabii ki ortalık daha parıltılı, aydınlık olurdu. Ama bu benim yazar tanımıma da uymazdı. Ben yazdığım gibi “kimsenin görmediği, görse de farkına varmadığı insan manzaralarının ressamı olmayı seçen…” birisiyim.
M.S. – Önceki kitaplarınızda da varolan bir öğe göze çarpıyor. Psikiyatrist. Ancak roman kişisiyle diyaloglarında daha edilgen olan bu psikiyatristlere neden ihtiyaç duyuyorsunuz? M.E. – Romanlarımda psikiyatristler sık sık yer almasının nedeni roman kahramanının kendisiyle konuşma isteği olmalı. Zamanın Manzarası’nda psikiyatrist ‘geçmiş zaman’ denilen bölümde yer alıyor. Roman kahramanın edebiyat, yazmak, yazgı, iyilik kötülük ve insanın türdeşlerini öldürmesini konularını, temalarını tartıştığı bölümler. Bu bazı eleştirmenler bunun romana felsefi bir boyut getirdiğini söylüyorlar.
M.S. – Her savaş kendini mutlaka yazdırır diyorsunuz… Bugüne kadar kimse topraklarımızda cereyan eden bu büyük savaşı anlatmaya cesaret etmedi. Bundan sonrası için umutlu musunuz? Kim yazacak, kim yazmalı? M.E. – Yazılmaması mümkün değil. Herhalde bu savaşın getirdiği acılardan bir gelecek üretmeye çalışanlar, acılarını, pişmanlıklarını aşındırmaya çalışacak olanlar yazacaktır. Gerçek, kalıcı olmak iddiasında olan edebiyat için savaş inanılmaz bir malzeme. Umutluyum. Türkiye demokratikleştikçe bu daha rahat yapılacak. Sanırım hem Türk hem de Kürt yazarlar bunu yapacaklardır. Ben son iki romanımda da bu konuya dikkat çekmeye çalıştım. Çünkü Kürt sorunu ve savaş son on beş yılın en önemli toplumsal olayı ve büyük bir insanlık dramı.
M.S. – Türkiye’de ortalama profile hitap eden, genel temaları irdeleyen kitaplar çok satarken, toplumun en temel ama göremediği sorunlarına dokunan kitaplar o kadar satılmıyor… M.E. – Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada bu böyle. Popüler malın alıcısı her zaman daha çoktur. Hep söylerim, genel kabul gören her şey en fazla ikinci sınıf üründür; çoğu kez de üçüncü. Şöyle özetleyeyim: Batı Uygarlığının temelini teşkil eden Homerus’un İlyada’sı acaba bir yılda Türkiye de kaç satıyor? 1000’nin çok altında. Ama 150.000 sattığı söylenen romanlardan önemli bir farkı var İlyada’nın; İlyada tam 3000 yıldır okunuyor. İyi, gerçek yazarların okuyucularının önemli bir kısmı gelecektedir. Ben 25 yıl önce yazmaya başladığım da bunun farkındaydım. Tutumumu hiç değiştirmedim hala gelecek için yazıyorum.
M.S. – Türkiye’de edebiyat İstanbul’da, orada da Cihangir etrafında icra edilen bir uğraşa dönüşmüş adeta. Siz ise Ankara’da yaşıyorsunuz… M.E. – Ne bir sıkıntım, ne de avantajım var. Yazarlar yaşadıkları kent ya da semte göre değil, bakış açısına göre farklılık sergiliyorlar. Temel soru yine aynı: Neden yazıyorum, kimin için yazıyorum? Popüler kültürün bir parçası olmakla, gerçek, kalıcı edebiyat birbirine karıştırılmamalı. Edebiyatın sanıldığı kadar geniş, yaygın çevrelerde boy atan bir tohum olduğu da sanılmasın. Gerçek edebiyat yaygınlaşmasına değil, derinlemesine büyüyen bir çiçektir. Edebiyatla uğraşanları bir sürü tuzak bekler. Şimdikinin adı, magazin basını. Bugün medya her şeyi yeniden kendi görüşüne –yani adına globalizm denilen bakış açısına- göre yapılandırma peşinde. Bize düşen buna direnmek.
M.S. – Türk edebiyatı denince sürekli birkaç yazarın adı öne çıkıyor, reklam kampanyaları ve medya desteği de bunu daha çok pohpohluyor. Medya ve eleştirmenlerin size karşı tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz? M.E. – Medyanın kendi değerlerine, kendi bakış açısına yakın bulduğu kişileri desteklemesi gayet normal. Her konuda yanı tutumu izlemiyorlar mı? Benim gibi popüler kültürden uzak duran yazarlara karşı olan mesafeli tutum, gelecek gözeten yazarlara karşı tutumlarından farklı değil. Ancak benim bu durumdan bir şikayetim yok. Zamanın Manzarasıyla ilgili olarak aldığım içten ve sıra dışı tepkiler benim için çok daha önemli. Zaten hiçbir zaman okuru –hele ortalama okuru- gözeterek yazmadım. Üstelik geleceğe kalma düşü kuran bir yazar için gerekli olacak edebiyatı seven bir okur kitlem var. Yaygınlaşıp çabucak buharlaşan değil, derinlemesine biriken bir okur kitlesi bu. Bunun için de medya gerekmez.
M.S. – Kürt edebiyatını, sanatını izliyor musunuz? M.E. – Pek izlediğim söylenemez. İki nedenle, önce edebiyatı Türk Kürt, Alman, Amerikan diye ayırmadığımdan, sonra kitap değil, yazar okuduğumdan. Akrabam, aynı kan grubundan bir Kürt yazar edindiğimde izleme başlamış olur. Hiç okumadığım da sanılmasın. Şu aralar Kasırga Taburu’nun ilk cildini bitiriyorum.
Yazarın Mayasında acı var
Yazar acı çekendir. Mayasında –yoğunluğunu yitirmeden- kendini suçlama isteği ve yeteneği barındıran kişidir. Ancak burada önemli olan yazarın bireysel olarak suçlu olması değildir. Bir yazarı farklı kılan en önemli özelliklerden biri bir insan olarak insanlık suçlarından dolayı utanç duyması, varlığını başka varlıkların acılarına açmasıdır. Kalıcı ve gerçek yazarlar ilhamlarını içlerinde mayalandırıp canlı tutukları acıdan alırlar. Eğer yazarın içindeki ısrarlı kaynak böyle sahici bir etki değilse, yazmak ün peşinde koşmak, okuru gözeterek –tıpkı reklamlardaki gibi- okurla suç ortaklığı oluşturarak yapılan bir eğlenceye dönüşür. Gerçek ve kalıcı yazarlar topluma ve tarihe müdahale eder. En azından bunu denerler. Edebiyatı eğlendirmek olarak görenlere gelince, onlar bugünün kuklalarıdır. İpleri tutanlar vazgeçtiler mi, yere serilirler.
ÖZGÜR POLİTİKA TARİH : 15 KASIM 2002 YAZAN : MEHMET SEBATLI