Mehmet Eroğlu ne demek istiyor?
“Issızlığın Ortasında,” “Geç Kalmış Ölü,” “Yarım Kalan Yürüyüş” adlı romanlarıyla okurun belleğinde sağlam bir yer edinen Eroğlu yeni romanı “Yüz: 1981” ile gündemde. Ama bu kez eski tavrından hayli uzak.
M. Salih Polat
NTV-MSNBC
9 Ekim— Halbuki o güzelim türkü, Orhan Pamuk’tan Elif Şafak’a, Elif Şafak’tan Mehmet Eroğlu’na edebiyatçıların zihnini meşgul eden soruyu yıllar önce sormuştu: “Yüzünde göz izi var / Sana kim baktı yârim?” Bu soru sanki hiç sorulmamış gibi, yüzlerde izler veya gizler veya gözler arama furyası devam edip gidiyor. Besbelli ki, aynalardan esirgenen bir ülkenin kıyısında yaşadığını varsayıyor herkes; besbelli ki, aynanın önüne çakılıp kalma biçimlerinden, yüzleşme provaları geliştirilmeye çalışıyor. Yılların usta romancısı Mehmet Eroğlu da, bir yerlere yetişme telâşını gizleme gereğini bile duymadan bu işe soyunduğuna göre, soyunmakla kalmayıp “yüz”ünü kamuya açtığına göre; sorgulanması gereken roman değil, romancının kendisi, romancının kendi içinde tükettiği ırmaklar olmalı. Yoksa, kimsenin kimseye söyleyecek sözü kalmayacak bir süre sonra. Kimbilir, belki de kimsenin kimseye söyleyecek sözü kalmadığı için yaşanıyordur yaşanan ne varsa…
“GEÇ KALAN MEDYATİK YÜRÜYÜŞ”
Yüz: 1981 / (Roman) / Mehmet Eroğlu, Everest Yayınları / 428 sayfa.
“Bir de kitabınızın havasını baştan sona saran bir cinsellik var. Ziynet’te çok sert bir şiddeti de içeren bu cinsellik, gündelik hayatımızı kuşatan bir baskın öğe artık ve kesinlikle geri çekilecek bir motife de benzemiyor. Hatta cinselliğimizin hayatımızdaki payının artacağını bile söyleyebiliriz. Roman da gümbür gümbür bir cinsellikle birlikte akıyor. Bu durum bizi rahatsız etmeli mi, yoksa artık cinselliğin bu payını aklımızda tutarak onun değerini daha fazla bilecek türde yaşamlar mı kurmalıyız?”
Cümle cümle analiz edilmesi gereken bu tuhaf, tuhaf olduğu kadar her türlü yoruma müsait soru, bir doktora veya pskiyatriste değil, doğrudan bir romancıya soruluyor. Kendisinden “reçete” talep edilen kişi de öyle sıradan bir romancı değil üstelik, usta yazar Mehmet Eroğlu’nun ta kendisi. Bereket, Eroğlu soruyu sorandan daha fazla “edep” ve “edebiyat”tan nasipli olduğu için, reçete vermek yerine romana atıfta bulunarak geçiştiriyor konuyu:
“Cinsellik bireyselliğimizin önemli ve yadsınamaz bir parçası. Romanda cinselliğin güçlü bir şekilde akışı ise kahramanımızın yaşam biçimi ve kişiliğinden kaynaklanıyor. Bireyselliğinin öyle fazla katmanları yok: Özetle yaşıyor ve sevişiyor, belki de cinselliğin kadınları ele geçirmenin en kestirme yolu olduğunu düşünüyor.”
NELER OLUYOR ORADA?
“Issızlığın Ortasında,” “Geç Kalmış Ölü,” “Yarım Kalan Yürüyüş” adlı romanlarıyla okurun belleğinde sağlam bir yer edinen ama bunların arkasından yayımladığı “Adını Unutan Adam” ve “Yürek Sürgünü” kitaplarıyla da kendisini tekrarlamakla eleştirilen Mehmet Eroğlu, “Yüz: 1981” romanıyla yeniden geldi gündeme. Ancak bu kez, o bildik Eroğlu tavrından hayli uzak olduğu dikkat çekti hemen. Daha önce, söyleşi taleplerini büyük bir titizlikle eleyen ve deyim yerindeyse, eserinin kendisini ispatlamasını tercih eden Eroğlu; televizyon televizyon dolaşarak, neredeyse her gazeteye söyleşi vererek bir hayli şaşırttı has okurunu.
Hiç şüphe yok ki, medyanın zihinlere ve ilişkilere egemen olduğu bir çağda, insanın medyayla ilişkisi önemli bir göstergedir. Eroğlu da, kaçırdığını sandığı treni bir ucundan yakalama çabası içine girmiş olabilir. Medyada sürekli boy gösteren yazarlara bakıp, “Benim neyim eksik, ben onlardan daha iyi bir yazarım -ki bu doğru-, şöhret benim de hakkım!” diye düşünmüş de olabilir. İster zaaf diyelim, istersek daha acımasız kelimelerle tanımlayalım, bu da anlaşılır bir tutumdur; daha medyatik bir ifadeyle söylemek gerekirse, anlaşılır bir “duruş”tur. Ancak, bir şeyin anlaşılabilir olması, kayıtsız koşulsuz kabul edilebileceği anlamına da gelmez. Mehmet Eroğlu okuru, yadırgayabilir bu tercihi. Çünkü, medyatik olmanın bir bedeli vardır. Gündelik hercümerç içinde pek belli olmasa da bir diyeti vardır. Bir kez medyaya düştükten sonra, Ömer Seyfettin’in o güzelim hikâyesinde olduğu gibi, kolunuzu kasap kütüğüne yatırıp satırı çalarak da kurtulamazsınız.
Yılların usta romancısı Mehmet Eroğlu bunları bilmiyor olabilir mi hiç?
“SUSANLARA HİÇBİR ŞEY SORMAYINIZ”
Ne var ki, Mehmet Eroğlu okurunun şaşkınlığı bununla kalsa yine iyiydi. Kalmadı. Bir kere romanın konusu, öncekilerle büyük benzerlikler taşıyordu. Kadınlar aynıydı, şiddet aynıydı, korku aynıydı, “anti-kahraman” olduğu belirtilen kahramanın, hayat ve kadınlar karşısında takındığı tutum aynıydı. Gazetecilerin sorduğu sorulara verdiği cevaplar da öyle.
Yazının başında alıntıladığımız soru-cevap, kitabı yayımlayan Everest Yayınları’nın bülteninde yer alıyor. Aynı söyleşide Eroğlu, “Ben yazmaya 1974 yılında, ‘Kafama kurşun sıkayım mı, sıkmayayım mı?’ dediğim bir hesaplaşmanın ortasında başladım ve ondan sonra oturdum, iki buçuk yıl boyunca hiç durmadan roman yazdım” diyerek, belki de en çarpıcı açıklamayı yapıyor. Ne var ki, belki mukabil soru sorulmadığından, belki de kendisi “bu kadar malzeme yeter de artar bile!” diye düşündüğünden, bu iddialı sözlerin arkasında durmanın zorluğuna dair iki satır konuşma zahmetine katlanmıyor Eroğlu.
E Dergisi’nin Ekim sayısının kapağını da Eroğlu süslüyor. Adnan Özer ve Osman Akınhay’ın kendisine sorduğu sorular da, bu sorulara verdiği cevaplar da düşündürücü gerçekten. Ama bambaşka açılardan düşündürücü…
“… Ben kimseyi küçümsemek istemiyorum ama hayatı boyunca yaptığı en tehlikeli iş yoğun trafikte yasak şeritte gitmek olmuş insanların yaptıklarından pek tatmin olmuyorum. Onun için ben bir kitabı okuduğum zaman… Conrad’dan bahsediyorum, Dostoyevski’den bu tür yazarlardan haz alıyorum, bu benim kaynağım. Ben hayatta çok okumaya çalıştım ve büyük hayat edinmeye çalıştım. Felsefe hocam söylemişti: ‘Büyük hayat edin’ diye. Büyük hayat edinmeye çalıştım. Herkes bunu yapmalı mı, öyle bir zorunluluk yok, herkesin kendi özgür seçimi var.”
İşte, yazının başından beri sözünü etmeye çalıştığımız değişimin somut olarak öne çıktığı bir paragraf daha. Mehmet Eroğlu, hem insan, hem de bir yazar olarak tuhaf bir açmazda olduğunu seriveriyor gözler önüne. Üstelik öyle büyük bir kışkırtma da söz konusu değil. “Hayata atılacak yazar adayı” ile ilgili sıradan bir soruya verdiği cevapta kaçırıyor bu sözleri ağzından Eroğlu. “Büyük hayat” edinmiş, edinmeyi denemiş hangi insan kalkıp da “ben büyük hayat edinmeye çalıştım” der ki? Alçakgönüllüğünü sadece “çalıştım” kelimesine hapseder ve bu imâ ile bile “büyük hayat edindim” diye bas bas bağırır ki? Dostoyevski veya Conrad böyle yapmış da, bu ülkede de bir miktar bulunan hiç bir edebiyat meraklısı duymamış mı acaba?
YORGUN VE DALGIN SERÜVENCİ
Bir önceki soruya verdiği cevapta da, yazının başında sözünü ettiğimiz “edeb” ve “edebiyat” nasibini bir kenara bırakarak, “okumaya yeni başlayanlara” reçete takdim ediyor Mehmet Eroğlu; “herkes kendi yolunu bulur, bulamazsa da kaybolur” türünden naif cümlelerin kıyısına bile konaklama gereğini duymadan üstelik. Zaten, cevap da, kolayca görüleceği gibi “okur” adayını değil, “yazar” adayına yol gösteriyor. Çünkü artık “en hakiki mürşit” olunmuştur ve belki de büyük bir hasretle hep bu günler beklenmiştir; yoksa hangi aklı başında yazar, şöyle sözlere gönül indirir ki: “… Bir; mutlaka okuyacaksın, okumadan olmuyor; ikincisi; bunun yanında büyük bir hayat yaşayacaksın. Büyük hayat dediğimiz, serüvenlere yakın, yani kendini sınadığın, tehlikeyle yüzyüze getirdiğin, varlığını yani yaşamını gerekirse bazı şeyler için feda edebileceğin bir yaşam tarzı, bundan söz ediyorum.”
Ne dersiniz? Eroğlu, kendi hayatını mı öneriyor acaba yazar “adayları”na, “benim gibi okuyup, benim gibi yaşamazsınız bir halt olamazsınız” mı demek istiyor? Yılların imbiğinden damıtılmış bir terbiyeden geçmiş olan usta romancı Eroğlu, hiç böyle bir ucuzluğa şapka çıkarır mı? Kuvvetle muhtemeldir ki, maksadını aşan ifadelerdir bunlar…
Her ne olursa olsun, ilginç, ilginç olduğu kadar ibret verici bir edebiyat deneyi bu. Gözümüzün önünde olup bitiyor olup biten ne varsa. Bu durumun, ilginçliği daha tehlikeli bir hale getirdiği bile söylenebilir ayrıca. Yoksa, romancımız, sanki bir yanlış yapmış da bunun bilincine sonradan varmış gibi, şu satırlarla okurun yüzüne ayna tuttuğunu düşünür müydü hiç?
“Cennet cehennem, bugün, yarın, iyilik, kötülük… Hepsine inanıyorum, tıpkı sizler gibi. Çünkü sizler gibiyim. Ne hastayım, ne de hastalık taşıyorum. Ne insan soyunu ve hayatın anlamını tehlikeye atan bir caniyim, ne de bir çocuk kadar masumum. Sizler gibi yiyen, sizlerden biraz daha fazla içen, sizler gibi uyuyan, sizler gibi sevişen biriyim. (Belki sevişirken ağzımı istisnasız hepimizin dünyayı selamladığı o odağa yaslamayı seviyorum, ama bu o kadar önemli bir farklılık sayılmaz, değil mi?) Bu arada bir okuyucu olarak beni yargılayıp mahkûm etmenin kendinizi de yadsımak anlamına geleceğini unutmayın.”
Sahiden bu sözlere inanmamızı bekliyor mu acaba anti-kahraman bir roman kahramanı yaratıp ağzına bu sözleri vermek için tam altı yıl çaba sarfeden Mehmet Eroğlu?