Söyleşiler

“Mehmet Eroğlu’nun yeni romanı belleğin kış uykusu 1 aralık’ta okurla buluştu”

Yazar Mehmet Eroğlu’nun onuncu romanı Belleğin Kış Uykusu, geçmişi ile geleceği arasında tercih yapmak zorunda kalan sıradan bir insanın yaşadıklarını konu alıyor. Kitabında; acı, mutluluk, bellek, belleksizlik gibi kavramları sorgulayan Eroğlu insanı insan yapan en önemli duygunun acı olduğunu söylüyor. 50 yaşıma geldiğimde her şeyi bırakıp sadece yazmak için yaşayacağım diyen ve 2000 yılında da bu kararını uygulayan Eroğlu aldığı sonuçtan hayli memnun. Altıncı yılda beşinci romanını bitirdi çünkü. Mehmet Eroğlu ile Agora Kitaplığı tarafından yayımlanan Belleğin Kış Uykusu’nu ve tercihleri konuştuk.

Her roman yıkıcı bir sorudur

İhsan Tılmaz – Mehmet Eroğlu’nun romanları içinde farklı duruyor Belleğin Kış Uykusu. Bu farklılığın nedenlerini açar mısınız biraz? Mehmet Eroğlu – Ben genellikle etrafımızda, çevremizde görmeye alıştığımız insanları değil de yarattığım insanları yazan biriyim. Ama bu kez bunlardan farklı bir tutum içinde işe başladım. Şöyle de söyleyebiliriz, bu basit, sıradan insana bir alkış. Belki hepimizin hayatında olan ya da çevremizde görmeye alıştığımız insanlardan bir tanesini alıp ve ona biraz da yumuşak bakarak, aslında o tür hayatın da büyük bir serüven olduğunu ve büyük bir direnç gerektiğini göstermek istedim. Yani onlara geç kalmış bir teşekkür diyelim.

İ.Y. – Her hayatın olağanüstü yanları vardır kendince… M.E. – Tabii, nasıl tanımladığın, nasıl aksettirdiğin ve kurguladığın önemli. Yoksa hangi hayat olursa olsun tek başına çok görkemli değil. Önemli olan onu iyi betimleyebilmek.

İ.Y. –  Bir bellek yitimiyle başlıyor roman. O sıfırlamayı niye yaptınız? M.E. – Bu aynı anda hem geçmişe hem de geleceğe yapılan bir yoluculuk. Belleği sıfırlamanın amacı kitabın sorusuna cevap verebilmek. Yani, acısız bir hayatımız olsaydı, acıyı hayatımızdan çıkarıp atsaydık, nasıl bir yaşam olurdu? Ona verilecek cevap için belleğin sıfırlanması lazım. Çünkü kahramanımızın geçmişi buna izin vermeyecek bir geçmişti. Dolayısıyla sıfırdan, beyaz bir yaprak gibi başlıyor. Karşılaştığı kişilerden yansımalarla geçmişini öğreniyor. Tabii ki geçmişi aynı zamanda gelecek isteği. Çünkü gelecek diye düşlediğimiz şeylerin çoğu bugünün ya da geçmişin özlemleridir. Yani gelecek, geçmişe duyulan özlemin yansımasıdır.

DOĞRU BİR KARAR VERMİŞİM

İ.Y. –  Sizin de böyle bir hesaplaşmanız oldu mu, çünkü hayatınızı kesin bir çizgiyle ayırdığınız. 50’sinden sonra sadece yazıyla uğraşacağım deyip işinizi bıraktınız? M.E. –  Ben hayatımı, gençliğimdeki o serüvenleri bir kenara bırakırsak, her şeyi bırakıp sadece yazmak ve öğretmek üzerine kurdum.

İ.Y. –  Geçmişinizi sıfırlayıp geleceğinizi bir anlamda öyle kurgulamış oldunuz…. M.E. – Belki de. Ama ben onu çok önceden planlamıştım. Demiştim ki, 50 yaşıma gelince herşeyi bırakacağım ve sadece yazmak için yaşayacağım. Aşağı yukarı onu da becerdim. Ben inatçı biriyim, aklıma koyduğumu yaparım. Zaten dönüp baktığımda iyi ki de yapmışım diyorum. Çünkü biraz önce yayın evinde baktık, 2000 yılından bu yana 5 kitabım çıkmış. Neresinden bakarsanız bakın 6 yıl için bu bayağı iyi bir sayı. Okurlar açsından bilmiyorum ama kendi açımdan doğru bir karar verdiğim kesin.

İ.Y. –  Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı’nda yaratıcı yazarlık dersleri de veriyorsunuz o zamandan beri. Öğrencilerle karşılıklı alışverişiniz yazı dünyanızı etkiliyor mu? M.E. – Belki etkiliyordur. Çok kesin olarak buna cevap vermek mümkün değil. Aslında şöyle bir espirisi var. 4-5 yıl önce öğrencilerimden bir tanesi beğendiğim bir fikirle gelmişti. Yine trende geçiyordu. O zaman espiri yapmış; “Sen bunu 3-5 yıl içinde yazmassan sonra ben yazarım ona göre” demiştim. Şimdi bu romanımda mekan olarak treni kullanmam dışında bir benzerlik yok ama bir iletişim oluyor. Bu her zaman biliçli olarak da ortaya çıkmıyor. Bilinç altından da yansıyor olabilir. Yalnız orada çok değerli, kendini geliştirmeye niyetli kişilerle çalışıyorum. Onlara bu konuda cesaret vermek çok hoş bir şey. İlk derste pek cesaret vermiyorum aslında. Çünkü ilk darbede gidecek olanların değil, sağlamların kalması önemli.

ROMANIN FİKRİ DENİZ KABUĞU ELİMİ KESİNCE ÇIKTI

İ.Y. –  Bir önceki romanınızı yüzerken tasarladığınızı söylemiştiniz. Bunun da öyle bir çıkış noktası, kıvılcımı var mı? M.E. – Her roman, en azından benim için yıkıcı bir sorudur. Doğru soruyu bulmanız gerekir. Bu roman da öyle başladı sayılır. Öğrencilere bildikleri soru karşılığında ödül olarak deniz kabukları dağıtırım. Onları da yazları Karaburun’da dalarak topluyorum. O benim için bir spor. Aynı zamanda yüzerken bir sürü şeyi de tasarlıyorum. İşte böyle bir gün deniz kabuğu peşinde küçük bir kaza oldu ve elimi kestim. Acıya dayanıklıyımdır, yani acı eşiğim yüksektir, fakat canım yandı. Ondan sonra bir türlü iyi yüzemedim. Şu acı da olmasaydı, bir sürü şeyi rahat halledecektik diye düşündüm. Ardından gelen soru, acı olmasaydı hayat nasıl olurdu, şeklindeydi.

İ.Y. –  Yani hayat tozpembe olsaydı…. M.E. – Tabii ki fiziksel acı insanın bedenini, ruhuna hatırlatmasıdır. O tür acı olmasaydı nasıl bir hayat olurdu, bu roman da oradan çıktı. Yani acıyı kaldırdığımız zaman neler kalkıyor hayatımızdan?

İ.Y. –  En başta edebiyatın kalktığını söylüyorsunuz… M.E. – En başta olmasa da önemli. Kitabın içindeki cennet bölümünde şu soru var: Cennette iyi edebiyat olur mu? Herhalde olmaz. Buna benzer bir sürü soru romanın tümünü oluşturuyor. Ama genelde bu roman neyi anlatıyor dersek, sevgiyi anlatıyor bence. Yani basit, sıradan, hepimizin zaman zaman hissetiği sevgiye, gerçek bir tanım getirebilmek. Tabii bu çok mümkün değil ama bir tanım daha eklemek belki de.

İ.Y. –  Hayatla ilgili daha pek çok tanıma yer veriyorsunuz… M.E. – Orada bir tane daha var. Hayat mutsuz insanların üzerinde akıl ve fikir yürüttükleri bir kavram, bir de tabii ki sanatçıların. Çünkü eninde sonunda kendinizi bir yere konumlamaya çalışıyorsunuz. Bu da bir hayat demektir. İnsanın ömrü olabiliyor, annesiyle babasının sevişmesinde bir ara tanrı devreye giriyor, siz doğuyorsunuz. Sonrada tekrar ortaya çıkıyor ve siz ölüyorsunuz. Araya ömür diyoruz. Bazen ömür uzun olabiliyor ama hiç hayatınız olmuyor. Yani ömürle hayat farklı şeyler. Uzun ömürlü olsun diyoruz ama uzun hayatlı olsun demiyoruz. Önemli olan bu ömürün içine hayatlar sıkıştırabilmek ve bir hayat edinebilmek.

GERÇEK SEVGİNİN NEDENİ OLMAZ

İ.Y. –  Romanın kahramanı geçmişle gelecek arasında kalıyor ve geçmişi tercih ediyor. Siz Mehmet Eroğlu olarak neyi tercih ederdiniz? M.E. – O sorunun cevabı bir başka soruda gizli: İnsan ne kadar özgürdür? İnsan ancak vicdanının izin veridiği ölçüde özgür. Yani o durumu, o seçimi yapabilicek sevgi eğer bir kişi için çok önemliyse, ben de aynı şeyi seçerdim. Çünkü başındaki alıntıda söylüyor, sevgi için bir neden aramak, ona anlam uydurmak anlamsız. Yani gerçek sevginin nedeni de, anlamı da olmaz. Neden böyle yaptı gibi sorularla insanı yargılamamız mümkün değil. Çünkü seven insanın nedeni yok, saf sevgi bu demek. Nedensiz bir şey.

İ.Y. –  Kitapta bir orkestra şefi gibi olayları insanları idare eden bir palyaço var. O neyi temsil ediyor? M.E. – Palyoço bir anlamda yönetmen, bir anlamda bütün oyunu sahneye koyan, tasarlayan kişi gibi gözüküyor. Aslında hepimiz hayatımızın bir bölümünde birden bire başka bir hayat düşücesiyle ürpeririz. Ah keşke olsa deriz. Bu başka hayatı düzenleyen, bence kurgunun ana kahramanı ve biraz da bilge. Benim romanlarımda genellikle böyle tipler vardır. İnsanın var oluşuyla ilgili soruları sorduğu zaman onun yansıdığı bir kişi olur. Bu da bu romanda palyoço. Bunun da merakı var tabii. Bilge ve o denli deneyimli bir yönetmen olmasına rağmen o da pek çok şeyi merak ediyor. Acaba bir insanın sınırları ne? Nereye kadar gider?

ACININ DEĞERİNİ BİLMEK LAZIM

İ.Y. –  Acıya övgü diyebilir miyiz roman için? M.E. – Acının değerinide bilmek lazım. Acıyı tatmamış insanların cennetine gider miydim? Valla gitmezdim. Orada bir kere iyi edebiyat yok. Sonra acı hayatta bir sürü durumun anlaşılmasında çok önemli bir yere sahip. Tıpkı karanlığın aydınlatılması için nasıl ışık gerekiyorsa, hayat için de acı gerikyor. Yani dileğimiz bunun makul ölçüde gelmesi ya da arka arkaya gelmemesi. Yazgı dediğimiz de bu değil mi?

İ.Y. –  Mehmet Eroğlu’nun acıyla arası nasıldır? M.E. – Bilmem, 10 tane roman yazdığıma göre…. Ben toplumsal acıları içselleştirmiş birisiyim. Bu beni ilgilendiyor. Bir de doğrusunu söylemek gerekirse, mutluluğa da o kadar çok inanmıyorum. Mutluluk geçiçi bir şey. Bilinç mutluluğu ancak geçtikten sonra algılayabiliyor. Hep geçmişte kalan birşey. Acı uzun süre kalıyor. Arınmak için bir sürü şey yapıyoruz. Oysa mutluluk öyle değil. Hele alışkanlık haline gelirse sıradanlığı üretiyor. Bence sürekli mutluluk sıradan bir durum. Acı severlik yapmıyorum ama acının da değerinin bilinmesi lazım.

ACI DENKLEMİ

Acısız bir hayat nasıl olur? Acı olmazsa biliyoruz ki acımak olmuyor. Acıyı tatmayan insanın acıma yeteneği, duygusu gelişmiyor. Acımak olmayınca da merhamet olmuyor. Merhamet olmayınca da vicdan olmuyor, bütün erdemlerimizin çıktığı yer olan vicdan. Dolayısıyla acıyı ortadan kaldırdığınız zaman basit bir rahatlamanın ötesinde belki önemli bir insanlık trajedisi ortaya çıkarmış oluyoruz.

Hürriyet Pazar Keyif Aralık 2006 İhsan Yılmaz