Hayal Dergisi – Siz mühendissiniz. Bildiğim kadarıyla 7 yıl önce bıraktınız mesleğinizi ve artık sadece yazıyorsunuz. Son romanınız “Belleğin Kış Uykusu”nda palyaçonun bir sözü geliyor aklıma. “Çünkü hayat en çok seçim yapmaktır” diyor palyaço. Mesleğinizi terk edip sadece yazma seçimi yapmış olma düzleminde soruyorum, Neden yazarlık?M.E. – Önce şunu eklemeliyim. Son yedi yıldır yaptığı tek iş sadece yazmakla sınırlı değil. Yazmanın yanı sıra neredeyse on yıldır aynı zamanda yoğun bir hocalık serüvenini de sürdürüyorum. Ve şunu söyleyeyim, yazma seminerlerindeki bu görev epeyce zamanımı alıyor. Soruya geri dönersek: Neden yazarlık? Hemen şunu söylemeliyim. Bu soru benim hayatımda bir seçim ikilemi olarak önüme çıkmadı. Ben seçimimi bundan yıllarca önce, lise son sınıfta, bir felsefe dersinde yaptım. Hocamız bize, “bir insanın hayatta ulaşabileceği en üst konum bir ansiklopedinin sayfalarında yer almaktır. Ama bu yer alış, sanatçı, bilim adamı, kâşif ya da kurtarıcı olarak olmalıdır.” Bu cümleyi duyar duymaz kararımı verdim: Yazar olacaktım. Gerisi sadece bir zaman sorunuydu. 1974 de yazmaya başladım. İlk romanımı 1977 de bitirdim. Bu romanım 1979 yılı Milliyet Roman Armağanını kazanmasına rağmen 12 Eylül darbesi nedeniyle dört yıl yayınlanamadı. Ama ben yazmaya devam ettim ve 1984 de politik ortam rahatladığında elimde üç romanım vardı. Yirmi iki yıl sonra bugün, Belleğin Kış Uykusu’yla birlikte roman sayısı onu buldu. Yani yazar olma kararımı ve kararlılığımı, eğer bu bir seçim ve bir kanıtsa, yapalı epeyce zaman oldu. Yazar olmamın bir nedeni de bu gezegenin üstündeki geçici varlığımı kalıcı kılma dürtüsüyse diğer bir neden de yazmanın toplumsal bir eylem olduğu gerçeğidir.
H.D. – “Yazmanın tek başına, tutkuyla, acı çekerek yapılır bir iş olduğu ve çoğu kez -tıpkı aşk gibi- mutlu sonla bitmediği” yine son romanınızda olan bir görüş. Bunu biraz açmak gerekirse, yazmak nasıl bir mutsuz sonla bitebilir? Bitebilir mi yazmak? Neresidir yazmanın bittiği yer? M.E. – Alıntıdaki ‘Bitmek’ fiilinden kastedilen yazılan metnin bitmesidir. Genel olarak bir yaşam biçimi olarak yazmak, eğer bu dürtü sahiciyse, çoğu kez yazarın ölümüyle biter. Atıf yaptığınız o konuşmamda söylemek istediğim, hayatları boyunca yazar olamamış ancak yine de sürekli yazmış kişilere yöneliktir. Yazmak, sonu ne olursa olsun başlanılan bir serüvendir.
H.D. – Görebildiğim kadarıyla yazmanın ruhsal bir arınma işlevine sahip olduğunu söylüyorsunuz:
“Yazmak bazen de günahlarımızı bağışlatmanın, ruhsal arınmamızı sağlamanın etkin bir yoludur.” Nedir ruhsal arınma? “Belleğin Kış Uykusu’ndaki gibi bir ruhsal arınma, insan olmak adına sakıncalı değil midir? M.E. – Yazarların ruhsal arınması, pişmanlıklarını yatıştırabilmesi, anılaştıramadığı hayatını katlanabilir kılmasıdır. Belleğin Kış Uykusu’ndaki ruhsal arınma, sanırım cennette geçen bölümü kastediyorsunuz, başka bir durum. Orada söz edilen arınma, vicdandan kurtulmak. Sözcüklerin benzemesinin dışında bir benzerlikleri yok.
H.D. – Yine “Zamanın Manzarası “ adlı romanınızdan bir alıntı ile soru yöneltmek istiyorum size:
“Nasıl tanımlarsak tanımlayalım, yazmak için bize en çok gereken yalnızlık içinde yaşanan, asla zaman aşımına uğramayacak derin bir pişmanlıktır.” Peki, sizin pişmanlığınız nedir? Sizin de bay M. gibi seçim hakkınız olsaydı acı dolu bir geçmişi ve pişmanlıkları mı yoksa tutkusuz geleceği mi seçerdiniz? M.E. – Tabii ki kendi hayatımı, yani geçmişimi ve pişmanlıklarımı, daha doğrusu acılarımı seçerdim. Ben ne zaman sorulsa ya da yeri geldiğinde hep söylüyorum: Ben, en son unutan olmayı seçtim. Buna acılarım ve utançlarım da dahil… Tutkusuz, tekdüze, acısız ve sıradan bir gelecek! Tanrı bizi bundan korusun; en azından beni.
H.D. – M. “Tanrıdan, Tanrı olmadan nasıl hesap sorabilirsiniz?” diyor. Siz de “Tanrı olmak istiyorsanız roman yazmalısınız” diyorsunuz? Ve “Sanatta bütün yollar ölüme çıkar” da size ait bir ifade. Birçok romanınızda olduğu gibi bu romanınızın da çıkış noktası acı. ‘Acı’ ile bu kadar barışık yaşayan ve acıyı ‘yazmak’ gibi bir erdeme dönüştürebilen bir yazar olarak niçin hesap sormak istiyorsunuz? M.E. – Bu soru bana üniversitedeyken bir hoca tarafından sorulan bir soruyu hatırlattı. Zengin bir adam olan sağcı hoca, bizim sosyalist olmamızı vurgulayıp, hatırlatarak, “Neden mühendislerin çalışma şartları gibi konuları tartışıyorsunuz? Siz Hakkâri’ye gidin…” demişti. O İstanbul’a gitti. Şaka bir tarafa, ben barışık olduğum için değil, kişiyi yaratıcılığa yönelttiği için acıyı önemserim. Hesap soruyorum, çünkü vicdanım var. Acı, acımaya, başka varlıkların sorunlarına duyarlı olmamıza yol açar; acımak ise merhamet ve vicdanı yaratır. Sizin tanımızla, “Acıyı yazmak gibi bir erdeme dönüştüren bir yazar” olmamın gerisinde acının vicdana dönüşmesi var.
H.D. – Romanın ana karakterlerinden birisi olan Palyaço; “Cinsellikte obur olanlar, aşkta yetersizdirler” diyerek aşkla cinselliği apayrı yerlere koyuyor. Bay M. ise; “Cinselliği ikiye bölerek beden ile hayal gücü arasında paylaştırma becerisine sahip kadınlardan” hoşlanıyor. Ve ekliyor “Ölümsüz cinsellik hayal gücünden oluşur” Aşkı dan da hayal gücünden oluştuğunu düşünürsek palyaçonun dediği gibi aşkla cinsellik pek de ayrı yerlerde durmuyor. Romanlarınızda gizli bir şekilde cinsel temaları da işleyen bir yazar olarak Siz ne dersiniz bu konuda? M.E. – Önce şunu açıklığa kavuşturalım: Ne Palyaço ne de ben aşkla cinselliği birbirinden ayırarak ayrı yerlere koyuyoruz. Dikkat ederseniz, Palyaço “obur olanlar,” diyor. Yaptığı tespit, ilişkisi olan iki kişiden birisinin karşı tarafın sadece cinselliğine, hem de arsızca yönelmesine dikkat çekerek, bunun ilişkilerde sevginin ya da aşkın göz ardı edilmesi anlamına geldiğini vurgulamaktan ibaret. Yani, cümledeki belirleyici ölçü, “obur olmak.” Bay M ise akıllı bir yol izleyerek cinselliği hem beden hem de hayal gücünün ortak bir ürünü olarak ele alıyor ki, buna ben de katılırım. Yürütülmesinde ve güzelleşmesinde hayal gücü gerekse de aşk daha çok yalnızlık çığlıklarımızdan doğar. Romanlarımda –gizli olarak değil, gerektiğinde açıkça- cinsel temaları da işleyen bir yazar olar Palyaço ile ben aşkla cinselliği ayrı yerlere koymuyoruz. Aksine ikisinin birbiriyle çok ilintili olduğunu söylüyoruz. O kadar ki, hocalık yaptığım seminerlerde aşk temasının ele derslerde Schopenhauer’in Aşkın Metazfiziğinden bölümler okuyorum.
H.D. – “Belleğin Kış Uykusu”nda ilk beş romanınızdan sonrakiler gibi toplumsal eleştiriden çok insanın içe dönüşü var. Oysa Yüz: 1981’e kadar olan ilk beş romanınızda kahramanların kapitalizme karşı duruşlarıyla çok belirgin… Dahası önceki romanlarınız siyasi bir yanı hep var. Oysa sonraki romanlarında aynı yoğunluk yok. Bu değişimin somut bir nedeni var mı? M.E. – Aslında bu tespiti haklı çıkaracak veriler var mı yok mu diye bakmak gerekir. Bence yok. En sert toplumsal eleştirilerimin toplandığı romanlarımın Zamanın Manzarası ve Kusma Kulübü –yani son dönem romanlarım- olduğunu söyleyenler çoğunlukta. Bence de bu –son dönem- romanlarının siyasi boyutu olması gerektiği kadar belirgin ve metinlerdeki antikapitalist tavır da çok açık. Öyle ki, Kusma Kulübü’nün kahramanı Umut zenginliği, “bu gezegenin en tehlikeli hastalığı”, diye tanımlıyor. Herhalde farklı diyerek, şunu söylemek istiyorsunuz. “Son romanlarınızın kahramanları, ilk beş romanınızdakiler gibi solcu değil.” Bunu da şöyle açıklayabilirim. İlk beş romanım ve dokuzuncu romanım Düş Kırgınları, 1968 kuşağı diye de tanımlanan o büyüleyici eylemci gençliği irdeleyen kitaplardı. Ötekiler 1980 sonrasının kahramanları. Yani 12 Eylül kahramanları. Ama on romanımın ortak yönü, hepsinin odağında insanın olması ve yine hepsinde toplumsal eleştirinin varlığıdır.
H.D. – Bir önceki soruya bağlı olarak sormak istiyorum: “Kusma Kulübü”nün kahramanı olan Umut’un iç sesi bu romanda kahramanın kendisi şeklinde öne çıkıyor Ve insanı anlattığınız kesin. Adanmışlar ve boş vermişlerle karşılaşıyoruz sıkça. Giydikleri elbiseyi yakıştıranlar veya içinde eğreti duranlar… Giderek kendisine ve yaşadığı topluma yabancılaşmış, çıkarcı ve apolitik, geçici ve yüzeysel tutkulara esir olmuş; çağının bir prototip’i haline dönüşmüş olan insanı anlatmak ve geleceğe onunla ilgili tarihsel bir belge bırakmak mı daha önemli; yoksa sorumluluk duygusunu yitirmiş ve duygusal yapıtaşları bozulmuş olan insanın açmazları hakkında sosyo-psikolojik bir tespitte bulunmak mı? Yazar açısından hangisinin daha ağır bastığını sormak istiyorum. M.E. – Esas olan ikisini birlikte yapmak… Ama bazı romanlarda biri, diğerinde ötekisi öne çıkar. Yazarlar bu dengeyi tutturmaya çalışsalar da zaman zaman bu denge bozulabilir. Ya da okurun algılaması farklılıklar gösterir.
H.D. – Bütün kitaplarınızda ve özellikle ‘Belleğin Kış Uykusu’nda üzerine bastırarak vermeye çalıştığınız ileti, hayatımızda olmazsa olmazlardan olan hisler… ‘Bulaşıcı hastalıklar’ şeklinde nitelendirilen; tutku, acı, erdem, sadakat, cömertlik, yardımseverlik vb… Roman kahramanı bay M. Kendini “Yaşamı şiire değil, düzyazıya benzeyen tutkusuz biri” şeklinde ifade ediyor. Bu ifade de şiiri yüceltme var gibi. Yani ‘tutkulu olan düzyazıdan daha çok şiir’ şeklinde algılanıyor. Peki, siz şiire ne kadar yakınsınız? Kısaca neden roman? Ya şiir? Bu soruya bağlı olarak sormak istiyorum. Romanlarınızda öyle cümleleriniz var ki; ‘bir şiirin en güzel dizesi’ olmalı dedirtiyor insana. Bu cümlelerinizin romanın içinde kaybolduğunu ve araya gittiğini düşünmüyor musunuz? M.E. – Şiir sever birisiyim ben. Metinde anlatıma, imgeye önem veren, düz cümlede bile belli bir müzikalite arayan birisi olarak kesinlikle kendimi böyle tanımlayabilirim. Sorunun ikinci kısmına gelirsek, sizin de işaret ettiğiniz gibi, birçok cümlenin kendi başına da anlam taşıdığını, romanlarımın içinde kaybolup gitmesinden şikâyet eden bir grup öğrencim şu aralar romanlardan bu tür cümleleri ayıklayarak bir nevi aforizmalar kitabı hazırlıyor.
H.D. – “Belleğin Kış Uykusunda” Bay M. o yazar diye nitelendirdiği ve Oscar Wilde olmadığını bildiğimiz yazarın “dikkat çeken üslubunun, art arda tekrarlanan bir gösteriş merakı,” olduğunu düşünüyor. Siz ne düşünüyorsunuz? M.E. – Bay M’nin o yazar diye tanımladığı yazar aslında benim. Yani bir anlamda kendimle alay ediyorum.
H.D. – Siz aynı zamanda müzikle de ilgileniyorsunuz. Saksafon çalıyorsunuz. Bir müzik eseri ile edebiyat eseri arasındaki ilişki; ya da müziğin romanla ilişkilendirilmesi hakkındaki görüşleriniz nedir? (Kurgusal yapısı, içsel çelişkilere dair çözüm arayışları, uyulması gereken kurallar, insanın her iki platformdaki yeri, duruşu ve sorumluluk anlayışı, vb…) M.E. – Müzik parçası ile roman bazı açılardan birbirlerine benzerler. Yapısal açıdan benzerlik daha da belirgindir. Giriş, gelişme ve sonuç. Kreşendolar düğüm noktalarını, sazların grup grup parçaya katılması dramatizasyon çalışmasını andırır. İç doku ve tabii temanın vurgulanmasını da unutmamalıyız. Ayrıca bir roman belli müzik parçalarına ya da aletlerine yapılan atıfla daha iyi kavranabilir; anlamı derinleşir ve temanın rengi, koyuluğu ya da açıklığı belli edilir.
Hayal Dergisi Ocak 2007