Söyleşiler

“Onlarca kitap. Birçok değerli ödül. Senaryolar. Yazar. Filozof. Mühendis. Baskıya, mahkûmiyete karşın mücadeleyle geçen bir ömür.”

Her daim insandan yana, yaşamdan yana, gerçekten, doğrudan yana; Mehmet Eroğlu. Saygılarımla, merhaba.

Dergimizin bu sayısında dosya konumuzu Edebiyat ve Savaş olarak belirlemiştik. Yeni kitabınız 9,75 Santimetrekare henüz yayınlanmıştı. İçinde Gezi, Gezi’nin dili yanı sıra sizin önceki kitaplarınızdan da alışık olduğumuz savaş teması, toplumsal ve bireysel çatışmalar, trajik yaşantılar yine belirgin… 9,75 Santimetrekare’de Ahmet’in, önceki kitaplarınızdaki karakterlere baskın çıkan ironik, alaycı bir dili var. Sanıyorum ülkemizde Gezi ile birlikte, yarattığı gücün ve etkinin geniş kitlelerce kabul gördüğü bir dil bu. Adını Unutan Adam kitabınızdan; “İnsanları hayvanlardan ayıran en temel özellik gülmektir,” aforizmasıyla birlikte düşündüğümüzde, bu konuda neler söylenebilir? İyi seçilmiş, duruma uygun alıntıları severim; özellikle de romanların başındakileri. Bu alıntılar bize önemli ip uçları verir: Tıpkı bir müzik parçasının başındaki anahtar gibi metnin hangi tonda okunacağını fısıldar okuyucunun kulağına. Onları yanlış varyantlara sapmasını engellemek için uyarır da. 9,75 Santimetrekare’nin ön sayfasındaki, Henry James’ten yapılan alıntı da böyle değerlendirilmeli: “İnsan kendi için yaptığı, kendine uyan bir tasarımda dünyadaki acıyı nereye koymalı?”  Bu  cümle romanın bir acı, hüzün ve pişmanlık öyküsü -senfonisi, kokteyli de diyebilirsiniz- olduğunu ele veriyor. Evet, gülmek, insanlık ideallerinin varmaya çalıştığı, hedeflediği son noktadır, evet acıyı seyretmekten, dinlemekten hoşlanmayız ama acıdan söz eden, ortak dertten söz ediyordur, bunu da unutmamalıyız. Belleğimizi biraz berraklaştırır ve dikkat edersek, acının bizi sahici kıldığını, çevremizi, nesneleri, durumları, insanları, en çok da kendimizi kavrayıp anlamamıza yardım ettiğini anlarız. Romanın diline, yani ironik alaycı anlatıma gelince sanırım şunu söyleyebilirim. Olayları öykünün kahramanı Ahmet’in gözünden izliyor, onun dilinden dinliyor, adeta omzuna yerleştirilmiş bir kameradan izliyoruz. Bu yüzden üsluba onun karakterinin yansıması son derece doğal. Toparlamak gerekirse, romanın anlatım biçimi ve üslubu Ahmet’in kişiliğiyle uyum içinde diyebiliriz. Gezi hareketi birçok şeyi ortaya çıkardı, ama bunlardan birisi var ki, inanılmaz bir şeydi: Mizah! Bu açıdan bakarsanız doğru, romanın diliyle bir paralellik var.

Açıkça söylemem gerekir ki Gezi’de bir fiil bulunan, yaşayan bir insan ki aynı zamanda bir edebiyat aşığı ve işçisi olarak, Gezi’nin edebiyatla ilişkisini yakından takip ettim. Gezi’nin ilk dönemlerinde Gezi üzerine birçok kitap hazırlandığını gözlemledik ve bunlara karşı çıktık. Değersizdiler. Çünkü para için, popüler olanı tüketmeye ve tükettirmeye endeksli sistemin, düşünüşün parçalarıydılar. Gezi yaşanmıştı. Elbette yazılmalıydı ama iyice özümsenip üzerine emek harcandıktan sonra… Ve ben 9,75 Santimetrekare ile Gezi’nin edebiyattaki kof olmayan yansımalarının hasat mevsimine girdiğimizi düşünüyorum. Edebiyatla Gezi ilişkisi üzerine ne düşünüyorsunuz? Eğer romanı insan odaklı bir sanat dalı olarak anlıyor ve onu toplumsal bir kanaviçanın içinde  ele alıyorsak, önemli, sarsıcı, iz bırakan toplumsal olayların edebiyata, sanata yansımaması düşünülemez. Gezi olayları hakkında toplumsal analiz, incelemeler yapabiliriz. Yapılıyor da. Bana sorarsanız, Gezi tepkisini en iyi kentlilerin güçlü, öfkeli özgürlük çığlığıdır, tanımı yansıtıyor. Taşra mantalitesine, nobranlığına, açgözlülüğüne duyulan tepkinin ortaya konmasıdır. Gezi olaylarına farklı bir açıdan baktığımızda değişik toplumsal duruşları olan kent kökenlililerin ittifakıdır da diyebiliriz. Olaylar 12 Eylül sonrasının apolitik kuşaklarının, konu özgürlük olduğunda ne kadar kısa sürede, nasıl kararlı bir politik duruş sergilediğini de kanıtladı. Bir ekleme daha: Gezi olayları Müslümanların kentleştikçe demokratlaşacağını, sınıf bilinci edineceğinin de vurugulanışıdır. Birlikte kılınan namazları, okunan mevlütleri hatırlayın: Demokrat müslümanlarla özgürlük isteyen ateistlerin yanyana olabileceğini gördük. Ama akılda tutulması gereken bir şey var. Daha önce de söyledim, tekrarlıyorum: 9,75 Santimetrekare geziyle ilgili bir roman değil. Bu roman, acı ve pişmanlık hakkında bir öykü. Fonda da –sorun diyerek önemini bilerek ya da bilmeyerek aşağıya çektiğimiz- Kürt savaşı var. Bu açıdan bakarsak, bu kitap konu olarak, Fay Kırığı’ı Üçlemesi’nin son romanı Rojin’in devamıdır dersek çok da yanılmış olmayız.

Remzi Kitabeviyle Rojin üzerine yaptığınız söyleşinizden: “Savaşlar, toplumsal yıkımları da beraberinde getirdikleri gibi insan çürümesinin, ya da tam tersi yücelmesinin sıklıkla ortaya çıktığı durumlardır. İşte bu açıdan da edebiyat için iyi malzemelerdir. Ülkenin kaderine bu kadar uzun zamandır hükmeden büyük bir toplumsal çatışmayı anlatmamak, yazarların buna eğilmemesi, bu altüst oluşun odağında yer alan insanların öykülerinin duyurulmaması düşünülemez. Yazarlar önce kişisel ve toplumsal yıkımlardan, acılardan beslenir. Bir anlamda acıların ve yıkımların kreşendosu sayılabilecek toplumsal kâbuslar kâğıda dökülmez, toplumsal belleğe kazınmazlarsa, bir süre sonra birileri bize onu tatlı rüya diye anlatmaya koyulur. Savaş çığırtkanlarına engel olmanın yolu, savaşı –taraf olmanın, kutsallığının yüklerinden kurtararak– bütün çıplaklığıyla ortaya koymaktır. Savaşlar, insanı varoluşlarının kazanında kaynatıp biçimlendiren en önemli olaylardır.”
Bu paragraf dergimizde Edebiyat ve Savaş adlı bir dosya hazırlama gerekçelerimizin merkezinde konumlanıyor.  Kitapta geçen   ‘insan olmak, düşman olmaktan daha kolay,’  mottonuzu aynı söyleşinizde, sunduğunuz tek reçete olarak öne sürüyorsunuz.  Biz insanlar nedense çoğu seçimimizde zor olanı tercih ediyoruz.  Kötü olana, yasaklanana içten içe gizli bir arzu besliyoruz. Acaba iyi ve güzel bir yaşam, basit ve sıkıcı mı? Misal bu yüzden mi edebiyatta da trajik olanı tercih etmemiz? İyi güzel yaşam sıkıcı mı bilmiyorum ama yazmaya değer olduğunu konusunda kuşkuluyum. Yazmak iyilik kutbundan daha çok kötülüğe, sevaptan daha çok günaha yakındır. Edebiyatın ana temasını alalım, aşkı: Yazmak için bize gerekli olan aşk değil, aşk acısıdır… Romeo Jülyet, Madam Bovary, Anna Karanina… Bu ölümsüz eserlerde acıyı algılarız. Mutluluk geçicidir, öyle ki, çoğu zaman sona erdiğinde hisseder, farkına varırız. Acıysa yaratmak, yazmak için insanın içindeki ısrarlı kaynaktır. Kalıcı edebiyat eserlerinin temalarına bir göz atmak bu konudaki bir fikir edinmemize yardım edebilir: Ölümsüz eserlerin neredeyse tamamı trajik temalar dediğimiz gruptan çıkmıştır. Aşk, ölüm… Bu iki kavramla koyun koyuna yaşayıp, rahat bir hayat sürmek mümkün mü? “Aşkı arayanlar daha önce aşık olmamış olanlardır, aşık olan bu işe bir daha kalkışır mı?” Bir yerlerde böyle bir cümle yazdığımı hatırlıyorum. İyilik ve kötülüğe gelkince: Kötülük çekicidir; iyilik genellikle sonradan edinilir. “İnsan olmak, düşman olmaktan daha kolay…” Rojin’den yaptığınız bu alıntı, derin bir pişmanlığı yansıtıyor aslında…

Fay kırığı hattı. Mehmet, Emine ve Rojin. Yakın tarihe ışık tutan, alabildiğine cesur; toplumsal gerçeklere yaslanan, varoluşsal sorgulamaları ustaca irdeleyen, ciddi bir hacmi olmasına rağmen ardı ardına zevkle, sıkılmadan okuyabileceğimiz akıcı bir başyapıt. Bugünden, yaşanandan, bu yapıtın yazım tarihine baktığımızda, sizin müthiş öngörünüze şahit oluyoruz. Peki bundan on yıl, yirmi yıl sonrası? Nereye gidiyoruz? On, yirmi yıl? Böyle bir kestirimde bulunmak tabii ki mümkün değil. Ama neler olmasını umduğumuzu sıralayabiliriz. Bugünden yola çıkalım. 2014 yılında, kültürümüz, demokrasi anlayışımız ve uygulamamız, Müslümanlık yorumumuz koyu bir taşra egemenliği altında. Kentleşme arttıkça, kentlerde yaşayanların kökenleri en az iki nesildir kentlerde yaşayanlardan ulaştığında işler daha iyiye gidecektir. Türkiye kör topal da olsa büyüyor. Büyüme, iç ya da dış nedenle durakladığında, devir değişecektir.

Kendini sol görüşlü, devrimci olarak nitelendirip kendi coğrafyasındaki ölümleri, vahşeti görmezden gelen samimiyetsiz yazarlardan değilsiniz. Edebiyatta ‘samimiyet’ kavramı üzerine görüşlerinizi öğrenmek istiyorum. Samimiyet kavramı yerine isterseniz yazmak ve yazarın duruşu hakkında yıllardır söylediklerimi, önemli olduğuna inandığım için, bir daha tekrarlayayım: Yazmak, her şeyden önce bir tutum, bir bakış açısı sorunudur. Bu nedenle yazarın duruşunu belirleyen temel unsurlardan birisi de güzel ve doğruya bakışıdır. “Doğru, bilginizin içeriğinin objesine uygun olması demektir. Güzel ise bilginin bir niteliği değil, var olanın üzerinde söylenen önermenin yüklemi ya da öznesidir.”  Ama doğruluk (gerçekler) sanat yapıtı içine girerse o zaman güzellik olarak görünür. Benim için gerçekler önemlidir. Yazarlar kimlerdir; nasıl insanlardır? Bu soruyu da şöyle cevaplayabiliriz: Gerçek yazarlar analarının rahminden değil, kalemlerinin ucundan doğarlar. Aydın olmanın birinci niteliği muhalif olmaksa, yazar, hiç bir otoriteye, hiç bir politik sisteme bağımlı yani angaje olmamalıdır. Ancak burada bir açıklama gerekli: Bağımsız yazar sorumsuz olamaz; insanlığa karşı görevleri vardır. Bu görev, sorgulayarak yaşadığı zaman dilimine ışık tutmayı ve ona müdahale etmeyi de kapsar. Sanatın amacı -bilim gibi, saf din gibi, felsefe gibi-  yaşamda var olmayanı, dengeyi arayışımızda daha adil, daha aydınlık olmaktır. Uyumsuzlukları, çelişkileri belirginleştirmek, en azından unutturmamakla görevli olan sanatçı, benliğinin kapılarını başka varlıkların acılarına açandır. Bu yüzden bir yazarı büyütüp derinleştiren en önemli unsur, mayasında kendini suçlama isteği ve yeteneğinin var oluşudur. Sanatçı her şeyden önce adaleti tutkularının Tanrısı kılandır. Kimi yazarlar hayran edinmekten çok, kendilerine hayran olmak için yazarlar; kimileri ise gelecek ya da sonsuz bir hayat edinmek için. Bazılarımızın yazarlığının özünün, sefahat içinde kendini yok eden birisinin çekiciliğinden öte pek de anlamı yoktur. Bazılarımız için sanat yarar gözetmeyen bir uğraştır; bazılarımız ise kimsenin görmediği, görse de farkına varmadığı insan manzaralarının ressamı olmayı seçerler. Ben sanatın ve sanatçının söyleyecek bir şeyi olması gerektiğine inananlardan; yazar ya da sanatçının mayasında adalet duygusuna tapınma olmalı, vicdanı yüreğinin yanında yer almalı ve bu vicdan toplumsal, insanî kaygılar içermelidir, diyenlerdenim; daha açık deyişle, yazar kendini sever değil, insanlığı sever olmalıdır, diye düşünenlerden.

“İnsan, gördüğümüz, (daha çok) görmek istediğimizle sınırlıdır ve genellikle de göründüğünün ve anlatıldığının dışındaki herşeydir.” ve “İnsanlar gerçeği değil, görüntüsünü severler.” Yarım Kalan Yürüyüş kitabınızdan bu aforizmik alıntıları, Guy Debord’un Gösteri Toplumu’yla ilişkilendirerek bireyden topluma uzanan bir sistem eleştirisi yapmanızı istesem… Tabii, Kusma Kulübü’ndeki medya çözümleme ve eleştirilerinizi de göz önünde bulundurarak…Eğer insanlık kavramının insandan daha büyük, daha önemli, daha görkemli olduğuna inanmasam yaşamak oldukça zor bir hale gelirdi. İnsan, bu gezegenin üstünde yaşamış ve halen yaşayan canlılar arasında gezegeni yok edebilecek olanaklara sahip ilk ve tek tür. Ama bu gücün sorumluluğunu taşıyabiliyor mu? Kuşkum var. Malraux’un dediği gibi, insanlar makina ve teknoloji çağını yıkım çağına dönüştürdüler. İnsanın daha insan olması gerekiyor. Bunun yolu da yeni erdemler keşfetmekte yatıyor gibi. Çünkü var olan erdemler tek tanrılı dinler ve ahlak tarafından uysallaştırılıp, aşındırıldı… Söyleyeceğim budur.

Eklemek istediğiniz bir şey var mı ? Çok teşekkür ediyorum.