Söyleşiler

C. –  Yazmasaydınız kusacak mıydınız? Ya da yazmak bir kusma biçimi miydi? M.E. –  Yazmak, gizemli, tutkulu ama yorucu bir serüvendir; bu yüzden biraz aşka benzer. Aşk gibi bir çok  tanımı vardır. Ben, ‘beynin kendine yönelttiği hırslı dikkatten doğan, güçlü bir boşalma isteği’ şeklinde özetlenebilecek olanı yeğlerim. Çünkü yazmak tek başına, tutkuyla, acı çekerek yapılır ve çoğu kez -yine aşk gibi- mutlu sonla bitmez. Yazmak dediğimiz bu kışkırtıcı eylem kimi zaman başka hayatlara duyduğumuz özlemden, kendimizden farklı birisi olma hayalinden  doğar, kimi zamansa hayatımızda bulamadığımız ilahiliği edebiyatta aramanın bir biçimi olarak önümüze çıkar. Yazmak bazen de günâhlarımızı bağışlatmanın, ruhsal arınmamızı sağlamanın etkin bir yoludur. Bildiğimiz şudur: Anılaştıramadığımız –unutamadığımız- hayatlar eninde sonunda kendini yazdırırlar. Çevremizde olup bitenleri unutamadığım, katlanamadığım için bastıramadığım mide bulantısı sonunda bu şekilde boşaldı. Sanırım cevabım bu. (Yazmak ile ilgili daha geniş görüşlerimi, seminerlerime katılan öğrencilerimin hazırladığı web sitesinde www.mehmeteroglu.info da bulabilirsiniz.)

C. –   Vicdanlı olmayı bir çeşit anoreksik hastalık gibi ortaya koymuşsunuz. vicdan bu anlamda ölümcül bir hastalık mı? M.E. –  Hamlet, -kökeni Latince bilmek olan- vicdanın, insanı korkaklaştırdığını, taşınmaz bir yüke benzediğini söylüyor. Erich Fromm’sa vicdanı “cesaretin fışkırdığı kuyu” olarak tanımlıyor. Rus Filozoflardan Nikolas Loski’nin ise “Bir kişilik, benlikten daha yüksek değerlere (siz vicdan diye okuyun) yönelmemişse, kaçınılmaz olarak yozlaşma ve çürüme baş gösterir,” diyor. Bütün erdemlerimizin anası olan vicdanımızı tutkularımızın Tanrısı kılmak çok çok külfetli, bir o kadar da tehlikeli bir karardır diye düşünüyorum. İnanmadığım Tanrıya şükür ki, bunun için gereken cesaret, vicdan kavramının içinde var. Vicdan sahibi olmak için haysiyet de gerekir; bunu da eklemeliyim.

C. –  Bütün hikayeler yeterince uzatılırsa sonu ölümle biter. romanınızdaki kişiliklerin ya ölümlerini gördük ya da sonunda ölecekleri hissine kapıldık. sanki okura da öleceğini hatırlatmak istemişsiniz… Ölümü bilmek hayatı değiştirmeye yarar mı? M.E. –  Ölümü hakkında soyut düşünce üretmek canlı türlerinin içinde sadece insanoğluna bahşedilmiş bir ayrıcalık olarak gözüküyor. Ölümün olağanüstülüğü, tekrarlanamayışında. İyi tarafı ise, en büyük eşitleyici olması: Güzel ya da çirkin, şişman ya da zayıf, beyaz ya da siyah –sarı da olabilir-, kısa ya da uzun, yoksul ya da ZENGİN sonunda herkes ölecek. Sürekli bugünü düşünerek yaşamak kişiyi  vurdumduymazlığa, bencilliğe, en kötüsü de sıradanlığa götürüyor diye düşünüyorum. Bilincimizi keskinleştiren koyu bir ölüm bilinci ise bizi sanata –yani ölümsüzlüğe- gelecek için yaşamaya iter, sıradanlıktan korur. Sıradanlık en kötü, en acımasız hastalıktır; çünkü yakalandığımızı fark ettiğimizde çoğu kez yapacak bir şey kalmamıştır. Bu korkutucu hastalığın panzehiri olarak ölüm bilincini ve aşkı önerebilirim. Ama gerçek aşktan söz ediyorum, tutkuyla yaşanan, içi boşaltılmamış aşktan. Sıradanlaşmış aşka (ödleklerin aşk oyununa) ilişki dememiz gerektiği için söylüyorum bunu. ‘İlişki’de  dört başı mamur  -Latince ve Yunanca pati, pathos köklerinden gelen ve acı çekmek anlamını taşıyan- tutkunun alevi, yakıcılığı yoktur çünkü.

C. –  Kahramanınız kusarak “rahatlıyor.” bu bir tür anarşist eylem diye düşünüyorum. ancak bir yandan da, en uçtaki çıbanı patlattığınızda yerine yenisinin geleceğini bilme hali var ki, bu kahramanınızı çağdaş bir don kişot yapmıyor mu? M.E. –  Doğru, çıbanı sıkarsanız yara çoğu kez mikrop kapar ya da çıban yeniden çıkar. Ama hatırlayın, kahramanım sadece kusmakla yetinmiyor. Sonunda insandan daha değerli bir varlığa dönüşüyor ve Kusma Kulübü’nün eylem biçimini aşarak, yargılayan ve cezalandıran insancıl bir Tanrıya dönüşüyor. Bu onu çağdaş bir Don Kişot yapar mı? Kim bilir? Ama kusarak olup bitenlere göstereceğimiz dramatik tepkilerle toplumsal vicdanımızı derinleştirebiliriz belki.

C. –   Yoksulluğun nedeni zenginlikse, bir gün zengin olmak isteyen yoksullara ne demeli? Bu bir düşse nasıl uyanılır, yalansa kim üretiyor? (tabii bundan bahsederken aklıma “globalleşen dünya” masalı geldi. aynı zengin – yoksul çelişkisi orada da var ve aynı düş orada da görülüyor…) M.E. – Yoksulluğun nedeni aslında tüm insanlığa ait olması gereken zenginliğin az sayıdaki elde toplanması değil mi? “Önce pasta büyüsün, sonra hep beraber yeriz,” masalı maalesef kendini sürekli yenileyen, acımasız bir yalan. Pasta, ancak yoksullar aç kalırsa, onların payıyla büyüyor. Yoksulken günün birinde bir fırsat yakalayacağım da zenginleşeceğim diye düşünenler budalalardır.(istisnalar sadece kuralın doğruluğunu kanıtlar.) Topluma bu düşü zenginler ve medya -özellik de magazin basını- yutturmaya çalışıyor. Popüler kültürü teşvik etmelerinin, sistematik olarak erdemlerin içini boşaltmaya çalışmalarının nedeni de bu. Azıcık vicdanı olan bu masala kanmaz. Kananların da gözünü açmaya çalışır. Sanatın bir amacı da bu değil midir? Eşitsizliklerin, adaletsizliklerin ortaya çıkmasına çalışmak, üstünün örtülmesine engel olmak…

C. –   Kitabınızdaki(!) medya ve iş dünyası, yalan ve katakulli ile işliyor. hep daha “yukarıdaki” ve hatta kimliği belirsiz bir güce hizmet eden uşaklar, ne pahasına olursa olsun servislerini yapıyorlar. gerçekten “haber” bu kadar kirlendi mi sizce? Bu rasgele bir kirlilik mi? yoksa kirlenmesi birilerinin işine mi geliyor? geliyorsa bu sistem nasıl işliyor?
M.E. –  Bu soruya şöyle bir soruyla cevap versem: İki yıl öncesinin medya Tanrıları ve ülkenin en zengin on beş adamı şimdi nerelerde? Kaçı –nitelikli soygundan- yargılanıyor? Bir liste yapmayı deneyin. Birbirinin içine girmiş medya ve iş alemi neyi  destekliyor? Mesela savaş konusunda! En çok midemi bulandıran da bu. Savaşın iyi bir şey olduğuna inanmamızı ummaları. Haberin kirlendiğinden, bazı basın mensuplarının dış mihrakların sözcüsü olduğundan en çok söz edenlerin bizzat basın mensupları olduğunu hatırlatmak isterim.

C. –  Kitabınızdaki medya ve iş dünyasından verdiğiniz eşkaller bir bir gerçek hayatla örtüşüyor. Örneğin Ayşe Arman ve Sakıp Sabancı kolayca anlaşılacak iki tip. bunu inkar etseniz de sonuç değişmez, ben bakınca onları görüyorum. niye böyle bir tercih kullandınız? (tabii işin içinde diğer unsurlar da var. bire bir gerçek yaşamdan bulabileceğimiz apartman sakinleri gibi…)
M.E. –  Bir şeyi inkar ya da itiraf etmeden önce romanla ilgili bazı tespitler yapalım. Bildiğiniz gibi bir romanın bir yanda karakterleri olur, bir yanda da tipleri. Karakterler öykünün odağındadır ve öykü boyunca değişirler, gelişirler ve yazgılarının çizdiği yolda sonlarına ilerlerler. Çevremizdeki belirgin bir insan davranışının simgeleri olan tiplerse değişmezler, öykü boyunca aynı kalırlar; kahramanlardan farkları da budur. Kusma Kulübünde, gerçek hayatta karşılıkları olduğunu ileriye sürdüğünüz kişiler (Medya Kraliçesi BiBi ve üç milyar dolarlık servetinin yarısını kur yüzünden yitirdiğini söyleyerek ağlayan iş adamı) birer tiptir. Bu yüzden bir benzerlik varsa bu ters yönde bir benzerlik olmalı. Yani benim tiplerim sözünü ettiğiniz kişilere benzemekten çok, onlar benim tiplerime benziyor olmalılar. Bu savı test etmek isterseniz kendinize şu soruyu sorun. Bu romanı on, on beş yıl önce okusaydınız Bibi’yi başka birisine benzetir miydiniz? Benzetecek birisini bulduğunuza eminim.  Ya da şöyle diyelim, magazin basını bugünkü tavrını sürdürürse, bundan on yıl sonra tıpkı Bibi gibi birisi ortaya çıkmayacak mı? Moliere’in  ünlü cimrisi Harpagon, Ahmet, Mehmet ya da Sadık’a mı benzer, yoksa cimri birisini tanımlamak istediğimizde Moliere’in cimrisini mi hatırlarız? İzninizle Şarlo’nun bir filminden hatırladığım bir sahneyi de tekrarlayayım: Bir takip sırasında adamın biri bir otelin önünde izledikleri arabaya arkadan ateş eder ve aynı anda otelin bütün odalarının pencerelerinden yarı çıplak onlarca adam kendini dışarıya atar. Bilmem anlatabildim mi? Ama Kusma Kulübü’nde gerçek hayatla birebir örtüşen bir kahraman var. Cezaevindeki açlık grevinde, gardiyanların annesiyle görüştürmeyeceklerini söyleye söyleye beynine faşist selamı kazınan korsakof hastası kız. Bakın bunu itiraf edebilirim.

COSMOPOLİTAN ŞUBAT 2004 Sibel KİLİMCİ