Söyleşiler

“Erkekler boktan bir tür. İşleri güçleri ya babalarıyla ya da tanrıyla didişmek…”

Sibel Kilimci –  Erkek kahramanın ya da yazarın diyelim karşısına bir kadın çıkar ya da bu kadın kapısına gelir ve bir şey yazmasını ister yazardan… Bu temaya başka kitaplarınızda da rastlamıştım. Buna bakarak yazma dürtünüzün altında kadınların önemli bir yeri olduğunu mu düşünmeliyiz? Mehmet Eroğlu – Bunun Balzac ve Stenhdal için doğru olduğunu söyleyebiliriz. Her ikisi de yazarlıklarını kadınları elde etmek için kullanmışlardır. Ama ben, -her ne kadar Balzac kadar çok roman yazmayı düşlesem de- yazmamın ardındaki en güçlü dürtünün geleceğe kalma hayali olduğunu söyleyebilirim. Aslında bütün hayallerimiz bir tek istekten, kendimizi sevme düşünden doğar. Tabii yazarak var olduğuma, canlı olduğuma inanmayı ve kendime katlanabilmeyi de deniyor olabilirim. Bu da güçlü bir olasılık. İlle de soruya bir cevap istiyorsanız ben de bir soru sorayım: Sizce kadınlar geleceğe göçmeye niyetli bir erkeği şimdiki zamanda tutmaya çalışmazlar mı?

S.K. –  Devrim ve aşk iç içe geçmiş kavramlardı. Kitabınızda, gençliğinde devrim aşkına kapılmış, düş kırıklıkları yaşamış, darbelerin ardından yaşama arzusunu ve anlamını yitirmiş, kadınlarla ilişkilerinde yarı yolda kalmış, orta yaşlı kahramanınız Kuzey, çok uzağında gördüğü halde aşık oluyor yeniden. Yani yeni bir aşka kapılıyor… Ölmek, bitirmek için böyle bir aşka mı ihtiyacı vardı? Sadece aşk mı ölmek için güç verir? M.E. – Kuzey gibileri göze çarpmayan bir sona razı olurlar mı sizce? Bence olmazlar. Hayat dediğimiz, son tahlilde, uzun ya da kısa bir ölüm hikayesidir. Ölümümüzün şekli, bu hikayeye ya derinlik katar ya da sıradanlaştırır. Çünkü öyküyü dramatize eden, temayı belirginleştiren en önemli unsur, öykünün sonudur. Ölme dileğinin çoğu kez acı çekmeme isteğinden başka bir şey olmadığını hatırlarsak, aşk, Kuzey’e ölüm karşısında güç değil, beklediği nedeni veriyor. Neden aşık oldu diye sorarsanız şöyle diyebilirim: İnsanların neden aşık olduklarını bilen var mı? Belki yalnızlıklarından. Çünkü aşk, yalnızlık çığlıklarından doğar.

S.K. –  Kuzey, zenginliğin bir kokusu olduğundan söz ediyor. Zenginlik nasıl kokar? M.E. – Ter ter kokmaz; çünkü emek sarf etmez zenginler. Tuzlu bir tadı da yoktur; çünkü zenginlerin gözyaşı tüketimi ihmal edilebilecek bir düzeydedir. Kendine dönük ve koyu değil, yayılan ama derinliği olmayan bir kokudur. Kendini sakınana yakışır. Yoksulluğun sadeliği ve cömertliğinden uzaktır.

S.K. –  “Erkekler boktan bir tür. İşleri güçleri ya babalarıyla ya da tanrıyla didişmek…” diyorsunuz kitapta. Kadınlar bu didişmelerin neresinde duruyor? Aşk, cinsellik erkeğin hayatında nasıl bir yer kaplıyor? M.E. – Erkekler, babaları ya da Tanrı ile didişirken, kadınlar genellikle yanda yardım meleği hemşireler gibi, elde sargı bezleri, sırasının gelmesini bekliyorlar. Kadınlar erkeklerden daha iyi değil, daha somut ve akıllılar. Tanrı ya da otoriteyle didişmeyi erkeklere bırakmışlar. Zaten gezegene ve insan soyunun başına dert açan sorunlar da çoğu kez soyut nitelik taşıyor. Aşkı kadınlar, cinselliği ise erkekler daha çok önemsiyor ve bu amaçla çabalıyorlar. Doğadaki en yakın akrabalarımızdan bir erkek maymunun hayatını nasıl tarif edersek, insanların erkekleri için de benzer tanımlamaları kullanabiliriz. “Bir erkeğin hayatı –öteki bütün çabalarının ötesinde,açık ya da gizli- kendisine kadın ya da kadınlar bulmaktan ibaret.” Bir kadının hayatı ise kendisine “uygun” bir erkek bulmak çoğu kez. Aşk, romantizm,ahlak, gelenek, evlilik, hatta din gibi kavramlar bu dürtüyü tanımlamak, güzelleştirmek ya da yasaklayıp kontrol altına almak için geliştirilmişler.

S.K. –  Genç kadınla birlikte olmak, orta yaşlı bir erkek için “gençlik pınarında yıkanmak” diyor kahramanınız. Yani kısa bir serinlik… Daha ötesi…? M.E. – Bence serinlik değil. Çünkü insan serinlemek için suya girer, oysa pınarda susuzluğumuzu gideririz. Daha ötesi? İşte sorun da –yani engel- burada ortaya çıkıyor. Engelin adı gelecek ya da doğa. Bir de tabii sevme biçimi var. Genç birisi, her zaman kendisi için sever. Oysa “olgun birisi” karşısındakini, o olduğu için sever… Sevmek bazen vazgeçmekken, aşk her zaman kavuşmak, öteki benliğe yayılmak, onu ele geçirme isteğidir. Özetlersek, serinliğin ya da susuzluğun giderilmesinin ötesi pek de kestirebilinir değil.

S.K. –  “İyi bir yazar okunmak değil, kanıyla yazan Nietzsche gibi ezberlenmek ister” diyorsunuz. Siz nasıl okunmayı tercih ederdiniz? Sizce günümüz okuru nasıl okuyor? M.E. – Nietzsche’yi önemserim… Sanırım günümüzde okur kabaca ikiye ayrılıyor. Damıtan, biriktiren okur, kitap okumaktan çok yazar okuyor; öteki okur ise önüne gelen, ona dayatılan, sözü edilen popüler kitapları, tıpkı bir kez dinlenilen bir kaset gibi tüketiyor, sonra yenisini bekliyor. Tanrı biz yazarları “popüler okumadan” korusun. Çünkü “popülerlik dünyanın kötü sanata taktığı defne dalından bir taçtır ve insan popüler olmak için önce orta kırat olmalıdır…”

S.K. –  “Yazgısal akrabalığımıza rağmen, Kuzey’e yakınlık duyamadım ama yazarken hakkını vermeye çalıştım” diyorsunuz… Yazgısal akrabalığa rağmen, çok farklı çok katmanlı bir tortu kaldı 68’den geriye… Kalan akrabalara baktığınızda nasıl bir çeşitlilik görüyorsunuz ve paylaşılan umut ve mücadele arzusundan geriye ne kaldı? M.E. – Geriye ne kaldı? Hüzün? Evet. Pişmanlık? Hayır. Ben kendi hesabıma –dünya öfkemize sırt çevirmiş olsa da- hâlâ devrimin hayattan büyük olduğuna inanıyorum. Sanırım bizim kuşak devrimi en son unutan olacak.

S.K. –  “Ölçülü olduğu sürece kötülük doğaldır, katıksız iyilikse yapmacık. Gerektiğinden daha iyi kötülüğünden tamamen sıyrılmış bir insan yarım, iğdiş edilmiş insan demektir.” Bu iğdişlikten ne anlamalıyız? Gerektiği kadar kötülük, hayatı değiştirebilme gücü müdür? M.E. – Her şeyden önce iyilik ve kötülük kavramları bazı durumlarda sadece bir bakış açısıdır. Üstelik sanatın ve hayatın odağındaki insan, kötülüğe iyilik kutbundan daha yakındır. Çekici olan sevaplar değil, günahlardır.

S.K. –  Mutluluk yok mudur? Razı oldukları mutsuzlukların bedelini nasıl ödüyor ve bu örtülü mutsuzluğa nasıl katlanıyor insanlar? M.E. – Tabii vardır. Genellikle körlük ve uyuşuklukla geçip gider mutluluk. Geçip gider diyorum, çünkü kalıcı değildir. Hele küçük mutluluklar. En kötüsü budur; eninde sonunda insanı sıradanlaştırır. Düş Kırgınlarının kahramanlarından Şafak’ın, aşık olmanın arifesinde Kuzey’e söylediklerini hatırlayalım. “Hayatın sonunu hatırlamak… Bu benim küçük mutluluklarla yetinmemi engelliyor. Aradığım, mutluluktan daha büyük, çok daha görkemli bir şey…” Acaba Şafak mutsuzluğu mu arıyor? Ne dersiniz?

S.K. –  Kitabın son cümlesi, “Felaket, yaşamda var olan anlamsızlığı daha da belirginleştiriyor…” Buna okuru elinden tutup götürdüğünüz ve yaşamı didik didik eden ve anı sorgulayan romanınız da dahil mi? Okura kastınız nedir ? M.E. – Okura ve kendime kastım aynı: İnsanı ve hayatı tanımlamaya cüret etmek. En azından bunu denemek. Aslında –sonunu hatırladığımızda- hayat, güzel müzel değil. Onu güzelleştiren bizim betimlemelerimiz.

Aktüel Eylül 2005 Sibel Kilimci