Tanıdık Bir Kahraman
Kötü Adamın On Günü, Mehmet Eroğlu’nun İyi Adamın On Günü adlı romanıyla başladığı polisiye serüveninin ikinci kitabı. İlk kitapta “eski avukat, yeni dedektif” Sadık Demir’in bulmacaları çözme merakıyla yaklaştığı ilk davaya ve bu süreç boyunca hem etrafındaki insanların hem de kendisinin yaşadığı dönüşüme şahit olurken, ikinci kitap da yine aynı patikadan yoluna devam ediyor. Romanlar belirgin suç ve takip anlatımlarını sürdürürken okuyucu da “Kahramanın Yolculuğu” sonrasında başlangıç yerine geri dönen Sadık’ın aynı adam olarak kalamama macerasına ortak oluyor. Kendi kuyruğunu yiyen Ouroboros misali Sadık kendi çemberini tamamlıyor, fakat kendini yok ederken de yeni bir Sadık yaratıyor. Nitekim Sadık’ın bu yaşam döngüsü üçüncü kitabın da sinyallerini veriyor.
İletişim Yayınları tarafından yayımlanan Kötü Adamın On Günü’nde, en son bıraktığımızda adını Adil olarak değiştirmeye karar vermiş Sadık’ı yaralanmış bir halde ve bir araba yolculuğun içinde buluyoruz. Bölümler boyunca bu yolculuğun ve yaraların gizemi bir bir çözülürken biz de Sadık’ın yeni görevleriyle tanışıyoruz. Bu sefer iki görevi var: Biri, ilk kitapta tanıştığımız “Abi” lakaplı kabadayının Sadık’a biçtiği bir kayıp arama çalışması, diğeri de Sadık’ın eski arkadaşı Maide’nin bir ricası. İlk görev karakterin eski ilişkilerindeki gelişmelere şahit olmamızı sağlarken, ikinci vaka ana hikâyeye yeni karakterler girmesini sağlıyor; böylece hem hikâyeyi canlı tutmayı başarıyor hem de Sadık yeni bakış açılarıyla tanışmış oluyor. Bu sayede roman, bir serinin devamı olmasına rağmen temposunu hiç kaybetmiyor.
Eroğlu, romanlarda bu unsuru korumayı sadece olay akışıyla da sağlamıyor. İyi Adamın On Günü’nde Sadık’ın sayma takıntısı, sürekli tekrarladığı sigara, votka ve süt ritüelleri, ısınma ve soğuma halleri de bu son romanda kendine yeni şekiller edinerek hikâyeye bir ritim katmaya devam ediyor. Sadık bu sefer yeminli, eşi Fatoş’a söz vermiş. Sigarayı bırakmış, alkol kullanmıyor ve onunla yaşadıklarından sonra artık üşümüyor, çocukluk travmalarıyla özdeşleştirdiği sayma takıntısına da ihtiyacı kalmamış, hepsini bırakmış. Şimdi Sadık’ın sürekli tekrarlayan ağrıları, günden güne iyileşen bir baş yarası, her gün sayarak içtiği ve bağımlısı olduğu ağrı kesici ilaçları ve arkadaşı Meral’le yaptığı gece konuşmaları var. Bu tekrarlayan öğeler romanın çerçevesi tarafından da ayrıca korunuyor. Okuruna on günlük bir macera vaat eden ve her bölümde tek bir güne odaklanan kitaplar, olayların çözümünün de ne kadar yakında olduğunu bu şekilde hatırlatarak seyircisini tetikte tutuyor. Bir polisiyeden bekleneni de böylece tam olarak vermiş oluyor.
Tüm bu tekrarlamalar ve küçük ayrıntılar hem her bir karakterin bir şekilde hikâyeye hizmet etmesini hem de onların daha kanlı canlı olmalarını sağlıyor. Sadık’ın sürekli yanında taşıdığı delikli minderi, Maide’nin her bir konuşmaya isim tekrarlamalarıyla başlaması, Pınar’ın hitap şekilleri… Hepsi karakterlerin okur tarafından ayırt edilip hatırlanmasını kolaylaştırıyor. Seri boyunca da dikkatleri çeken en büyük ayrıntı bu oluyor. Eroğlu okuyucuyu yormak istemeyen, ona yardımcı olmayı amaçlayan, yorumları kısıtlayan bir anlatı tercih etmiş. Cem Erciyes’in Gazete Duvar’daki incelemesinde “Mehmet Eroğlu ilk romanda Dostoyevski, ikincisinde Shakespeare’i bol bol referans verdiği entelektüel bir katman da kuruyor. Ama bu romanın sıradan okur için olduğunu her sayfada hatırlatmaya kararlı, her tür göndermeyi mutlaka dip notla belirtiyor. Manayı tesadüfe bırakmıyor” diyerek de belirttiği gibi, Eroğlu’nun bu romanlarında açık bir anlatı söz konusu. İyilik, kötülük, adalet ve insan olmak üzerine odaklanan derdini anlatırken okuru yönlendiriyor yazar. Dipnotlar, alıntılar, karakter ağzından yapılan açıklamalarla bu kavramlar üzerine ulaştığı postmodern çözümlemeyi (“Özetle her şey saçmalık, iyilik de kötülük de…”) gayet klasik bir anlatım yoluyla yapıyor, okuru adeta bir kaşıkla besliyor.
Oidipus, Orpheus, Hamlet, Raskolnikov gibi bilinen karakterlerle destek sağlanan hikâyede okurun gözünde Sadık’a ve hikâyeye dair bir imaj canlanıyor. Oğuz Atay’ın da sık sık beslendiği Hamlet gibi anlaşılamayan bir “tutunamayan” Sadık. Dostoyevski hikâyelerinde de sıklıkla yer bulan, toplumla bir araya gelemeyen, suçu, cezayı, iyiliği, yoksulluğu, zenginliği sorgulayan “yeraltı” adamlarıyla da ortak noktaları var karakterin. Sadık’ın hikâyesi, edebiyatın yarattığı bu ortak kültürü ve geçişkenliği beslerken aynı zamanda evrensel bir hikâyenin şahidi olduğumuzun da altını çiziyor. Akışkan bir dünyanın üzerinde Sadık’ın Adil olması veyahut kötü olduğuna inandığı Öcal olması; iyilik, kötülük ve adalet içerisindeki çırpınışları, ölümle başa çıkma çabası ve yaşama içgüdüsü Eski Yunan’ın, Rönesans’ın, 19. yüzyılın ya da 70’ler’in dertleri değil sadece, insan olmanın dertleri. Yine Sadık’ın öksüzlüğü, köklerinin olmaması, böylece aidiyeti de olmaması, “herhangi bir birey” olarak var olması, onun bu simgesel yönünü pekiştiren bir başka unsur oluyor.
Bu kimsesizlikle birlikte üşüyen, etrafındaki her insana bu hisle sadık kalıp sarılan, rüyalarında gördüğü, sıcaklığıyla ve içinde gezindiği sularla anne karnını anımsatan adalara gitmeyi arzulayan, süt içen, ailesiz Sadık’la beraber aile kavramının yıkılışını da görüyoruz. Arkadaşı Meral annesi olurken, Pınar hiç sahip olamadığı kız çocuğu, iki kabadayı da aynı sofrayı paylaştığı kardeşleri haline geliyor. Fatoş’la yaptığı evlilik bile devletin onayından geçmiyor fakat tüm bu gelenek-yıkıcı tablo, geleneksel aile tablosundan daha iyi çalışıyor. Küçük bir çocukken öz babaannesinin şiddetine maruz kalan Sadık’ın yaralarını saranlar, kendine aile olarak seçtiği yabancılar oluyor. Karakterin hayatındaki bu seçim hali de Eroğlu’nun sorduğu varoluşçu soruların bir yansıması oluyor…
Buse Özlem Bay – Cumhuriyet Kitap