“Tür romanı konusunda iyimserim. Bence son yıllarda büyük mesafeler alındı ” Mehmet Eroğlu
Bu yılki Milliyet Roman Yarışması’nın büyük ödülünü, bilindiği gibi iki yeni yazar paylaştı. Orhan Pamuk ve Mehmet Eroğlu. Mehmet Eroğlu, yarışmaya “Issızlığın Ortası” adlı yapıtıyla katılmıştı. Aşağıda yazarla yaptığımız bir tanıtma söyleşisi yer almaktadır.
Kendinizi tanıtır mısınız? M.E. – İzmir’de, 1948 yılında doğdum. Kısa bir süre sonrada ancak 1960 yılında tamamlayacağım uzun bir yolculuğa çıktım. Çocukluğum ve ilkokul yıllarım sırasıyla Adana, Aydın, Uşak, Edremit gibi şehirlerde geçti. 1960 yılında babamın yurtdışındaki bir göreve atanmasıyla, ailemden ayrılarak ilkokulu bitirmek için, yaz tatillerimi geçirdiğim İzmir’e bu kez sürekli kalmak üzere geri döndüm. Aynı yıl, ilkokuldan mezun olduktan sonra, o zamanki adı İzmir Maarif Koleji olan İzmir Bornova Anadolu Lisesi’ne başladım. O okuldaki yatılı yedi yıl bana çok şey öğretti. Arkadaşlık, yalnızlık, güçlü olmak, direnmek ve okumak gibi. 1960 ile 1967 arasındaki dönem yaşantımın en kaygısuz yılları oldu. Bugün bile ne zaman geçmişe dönmeyi düşünsem belleğim beni hep o okula götürür. 1967’de okul bitti ve bir grup arkadaşla beraber yüksek öğrenim için Ankara’ya gittik. Ben Orta Doğu Teknik Üniversitesi İnşaat Mühendisliği Bölümüne başladım. Üniversitedeki ilk yılda yüz yüze geldiğimiz Marksizm önce değer yargılarımızı alt üst etti, sonrada kişiliklerimizin önüne yeni bir ufka bakan bir pencere açtı. Birinci senenin sonunda beraber olduğumuz arkadaşların yarısını yitirmiş birbirimize adeta yabancı olmuştuk. O yıl çocukluk ve delikanlılık sona ermişti. Okumaya üniversitede de ara vermedim, aksine okumayı çeşitlendirerek iki dilde de sürdürdüm. 1971’e kadar, Türkiye’nin en dinamik ve dolayısıyla en bunalımlı, dönemine rastlayan o dört seneyi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde geçirdim. 1971 Kasım’ında İnşaat Mühendisliğini bitirdikten kısa bir süre sonra Sıkıyönetim Mahkemesi’nde yargılanmam başladı. 1972 senesinde 1968’ den beri tanıştığım şimdiki karımla evlendim. 1973 yılının sonlarına doğru mahkum oldum. Karar kesinleşmeden genel af çıktı. 1974 senesinde bir kız çocuğum oldu ve çok yakında adeta her şeyin ne kadar çabuk geçtiğini kanıtlamak istercesine beş yaş’ını bitirecek…
‘Issızlığın Ortası’ yanılmıyorsak ilk romanınız. Edebiyatla ilintiniz nasıl başladı? ‘Issızlığın Ortası’nı yazarken nasıl bir yöntem izlediniz? M.E. – Evet Issızlığın Ortası ilk romanım. Bu romanı okuyan herkes bana aynı soruyu sordu ve ben hep aynı cevabı verdim. Issızlığın Ortası’ndan önce, mesleki konularda yazdığım bir kaç makalenin dışında tek kelime bile yazmış değildim. Edebiyatla ilintim öyle sanıyorum ki okumayla başladı. Kendimi bildim bileli okurum. Yazmaya ise garip bir şekilde başladım. 1976 senesinin sonlarına doğru, belleğime güvenemediğimden, bazı olayları yazıya geçirmek üzere bir defter aldım. Amacım günlük tutmaktı. Birinci haftanın sonunda günlükten vazgeçmiş bir roman yazmaya karar vermiştim. O deftere bir taslak yazıp hemen başladım. 1977 yılının ortasında Issızlığın Ortası bitmişti. Ara vermeden, daha Issızlığın Ortası’nı yazarken tasarladığım ikinci romana başladım. Birkaç ay sonra yarışma ilanı çıkınca ilk kez romanımın yayınlanabileceğini düşündüm. O ana kadar romanımın yayınlanmasıyla ilgili herhangi bir düşünce ve kaygım yoktu. İkincisini bırakıp, Issızlığın Ortası’nı yarışmaya koşullarına uygun olarak daktilo etmeye koyuldum. İşten eve döndükten sonra, ancak akşama sıkıştırabildiğim birkaç saatte çalışabildiğim için daktilo etmem biraz zaman aldı.. Yazarken önce on, on beş sayhifelik bir taslak, yapar sonra başlarım. Bölüm bölüm yazıp daktilo ederim.
Romanınızın genel havasına şiir egemen. Şiirle ilişkileriniz? Hiç şiir yazdınız mı ? Sevdiğiniz şairler? M.E. – Bu ilk kez karşılaştığım bir değerlendirme. Ancak Issızlığın Ortası’nı okuma fırsatını bulanların hemen hemen hepsi romanın genel havasıyla ilgili değerlendirmeler yaptılar. Kimisi değişik ve çok etkileyici buldu, kimisi ise çok akıcı ve adeta ritmik. Öyle sanıyorum ki şiirsel anlatımda bu anlamda yapılan bir değerlendirme. Roman kahramanı Ayhan’ın gözüyle anlatıldığı için, genel atmosferine ölüme yakın yaşayan ya da ölümü tanımış bir kişinin olaylara biraz geriye çekilerek ve olayları ayrıntılarından kurtaran bakış hakim. Ayhan’ın tepkilerinin anlatıldığı bölümlerde ise, – zaman zaman yazarını dahi tedirgin edecek düzeyde-, cümlelere gerilim, öfke ve deliliğe varan bir asabiyet hakim. Öyle sanıyorum ki işte bu ikili tutkulu yapı, insanı Issızlığın Ortası’nı okurken şiirle karşı karşıyaymış gibi bir duyguyla ürpertiyor. Issızlığın Ortası’nı bitirdikten birkaç ay sonra tekrar okuduğumda garip bir tedirginlikle kala kaldım. O tedirginliğin nedenini bugün kestirebiliyorum. Romanda anlatılan olayları Ayhan gibi biriyle yaşamak insanın tepkilerini her an gerilimli bir savunma durumunda tutuyor. Ben kendi payıma, insanlığı Ayhan’a karşı hep savunmuşumdur. Öte taraftan eğer kendinizi Ayhan’la özdeşleştirirseniz bu kez de sinirleriniz kopacakmış gibi geriliyor… Şiirle ilgime gelince; önce hiç şiir yazmadığımı söylemeliyim. Hatta doğrusunu söylemek gerekirse pek iyi şiir okuyucusu da sayılmam. Şiir konusunda kolaya kaçıp sadece bildiğim şairleri okurum. Beğendiğim şairleri Yahya Kemal, Nazım Hikmet ve Attilâ İlhan diye sıralayabilirim. Yahya Kemal ve Nazım hakkında pek bir şey söylemek istemiyorum. Biri ses ve ahengin biride evrensellik ve içerik zenginliğinin doruk noktaları. Biri geleneksel diğeri ise bütün kalıpları kıran güçlü bir soluk. Ben Attilâ İlhan’ın bir anlamda birbirinin antitezi olan bu iki büyük şairin başarılı bir sentezi olarak değerlendiriyorum. Attilâ İlhan’da hem ses ve ahenk hem de toplumsal içerik, güçlü bir imaj içinde birleşmiştir. Zaten sentez endişesi Attilâ İlhan’ın şiirlerinde, gerek başka yazılarında, gerekse romanlarında açıkça görülür.
“Issızlığın Ortası” insanı bireysel ve toplumsal yaşamı içinde irdeliyor. Psikolojik yöntemlere de rastlanıyor. Politik bildiriyle bireysel yaşam arasında bir bağ kurulmuş. Bizim romanımız için yeni özellikler bunlar. Türk Romanı üzerine neler düşünüyorsunuz? Çağdaş bir romandan neler bekleyebiliriz? M.E. – Aslında son birkaç yıldır yayınlanan birçok romanda insanı bireysel ve toplumsal yaşamı içinde irdeleyen yazarlar oldu. Psikolojik boyutu ve politik bildirisiyle bireysel yaşamı arasında dengesi kurulmuş yapıtlara çok olmasa da rastladık. Bence Issızlığın Ortası’nda yeni olan şey böylesine politik bir romanda kişilerin psikolojilerinin ve bireyselliklerinin romanın bildirisi ve olayları altında ezilmemiş olmalarıdır. Diğer bir yenilikte, 12 Mart’ın ve kişilerinin ilk kez o günlerin olaylarını oldukça yakından izlemiş birinin ağzından yazılmış olmasıdır. Bu anlamda, yani o günün eylemcilerinin bilinen politik kişilikleri yanında bireyselliklerinin de ihmal edilmemesi birinci derecede önemli eylemcilerinin yanı sıra, olayların peşinden sürüklenmiş ikinci belki de üçüncü derecede önemli olan kişilerdir. Bu kişilerin zaaflarının masal kahramanlarından öte, insan yayınlarının özellikle 12 Mart’tan sonra, 12 Mart’la ilgili olarak yaratılan destansı ama gerçek olmayan tabularına aldırmadan ele alınması gerekiyordu, işte Issızlığın Ortası’nda bu yapılmıştır… Türk Romanı konusunda iyimserim. Bence son yıllarda büyük mesafeler alındı. Romanlar şehirlere ya da başka bir değişle burjuvazi ile işçi sınıfının hesaplaştığı arenaya eğildi. Çok roman yazılıyor ve çok kişi roman yazıyor. Bu saptama Türk Romanı’nın yarını açısından üzerinde sevinerek durulacak bir nokta. Bugün Türkiye’de sınıflar ve davranışları yavaş yavaş klasik şemadaki yerlerine oturuyor. Artık en azından iki nesildir burjuva yada işçi olan insanlar var ülkemizde. Artık herkes hakim çelişkinin ne olduğunu biliyor, bilmek zorunda bırakılıyor. Türk Romancısı’nın bir başka talihi de Türkiye’nin çok değil daha 70 yıl öncesine kadar bir dünya devleti oluşu ve başka ulusların yüzyıllarca yıllık tarihlerine sığan olayların, bizim bir çeyrek yüzyılımıza sıkışması. Romancı için bol malzeme demektir bu. Önemli olan geçmişimizde duran bu malzemeyi kullanabilmek. Buna sıra gelmişken bir örnek vermek istiyorum. Falih Rıfkı bence Türkçe’yi en iyi kullanan, saptamalarında alışılmışın dışında bir ustalık taşıyan yazarlarımızın başında gelir. Falih Rıfkı I.Dünya Savaşı’nı Suriye Cephesinde, Cemal Paşa’nın karargahında geçirmiştir. O dönemin Suriye’si gerek Arap milliyetçiliği gerekse diğer politik gelişmeler açısından olağanüstü bir zaman parçasıdır. Ermeniler, Lübnanlı, Hıristiyanlar, Arap gizli örgütleri, Almanlar, Fransızlar ve düşman İngilizler… Falih Rıfkı işte bu cepheden Zeytin Dağı’nı çıkarmıştır. Zeytin Dağı Türkçe’de yazılmış en önemli kitaplardan biri sayılmasına rağmen, çerçevesi çok dar tutulmuş bir yapıt olarak kalmıştır. Halbuki aynı dönemde Arabistan’da bulunan ve Arap Yarımadası’nı kaybetmemizde önemli bir rol oynayan ve serüvenlerini sonradan Bilgeliğin Yedi Temeli, (Seven Pillars of Wisdom) adlı kitapta toplayan ünlü casus Lawrence’in eseri, Türklük hakkındaki peşin yargılı düşünceleri bir yana, gerek hacmi ve bütünlüğü, gerekse içeriği açısından bir baş yapıt seviyesindedir. Bilgeliğin Yedi Temeli, Malrux’dan Churchill’e kadar birçok kişi tarafından Batı’nın en önemli eserlerinden biri sayılmaktadır. Falih Rıfkı çap olarak belki Lawrence’den aşağı biri değildi. Ama Falih Rıfkı’da eksik olan, beklide Batı medeniyetinin temeli olan, büyük sorunlara birey olarak katılma, sorunları evrensel bir boyutta ele almaktı. Çağdaş Türk yazarları bu boyutu hiç ihmal etmemelidirler… Çağdaşlık sorununa gelince, bence bu yüzyıl Marks, Freud ve Einstein’ in üzerinde oturuyor. Bu varsayımı yazarlığa indirgersek, bilimselliği, metodu ve bireyi aynı potada eritip bize ait meselelere el attıkça ortaya çağdaş eserler çıkacaktır. İnsanı ve olayları maddi çevresinden soyutlamadan, politik çerçeveyi çizerek, bireyselliklerini ihmal etmeden ele alan romanlar tabii ki çağdaş olacaktırlar.
Asıl uğraşınızla romancılık arasında organik bir bağ kurabiliyor musunuz? Ya da ikisi çelişiyor mu? M.E. – Mühendislik belli verilerle belli sonuçlara ulaşılan bir disiplindir. Yazarlıksa, kuralları pek belli olmayan bir süreç sonucunda ortaya çıkan yapıtla ölçülüyor. Bu açıdan bakarsanız iki uğraş arasında bir bağ olmadığı rahatlıkla söylenebilir. Ama mühendislikte önemli olan probleme yaklaşma biçimidir. Metod ve kurallar ancak problem tarif edildikten sonra uygulandıklarından, çözümün başlangıcı problemin belirlenmesidir. İşte bu belirleme ya da planlama hayal gücü ister. Çünkü ekonomik çözüm her zaman alternatiflerin irdelenmesiyle ortaya çıkar. Alternatifleri çoğaltmak ise muhayyele ister. Soruya bu açıdan bir cevap arandığında, gerek mühendisliğin gerekse romancılığın, geniş bir hayal gücüne ve yaratıcılığa muhtaç olmalarından ötürü benzerlik taşıdığını söyleyebilirim. İş saatlerine mühendislik akşamları ise roman. Bu benim şu andaki yaşantımda kurduğum ve sürüp giden bir denge…
Issızlığın Ortası alışılagelmiş deyişle bir 12 Mart romanı mı? Yoksa 12 Mart Kıbrıs savaşı, bu yapıtta yalnızca birer öğe mi? Yani amacınızda tarihi saptamak düşüncesi var mıydı? M.E. – Issızlığın Ortası ne bir 12 Mart romanı ne de Kıbrıs savaşını anlatan bir yapıt. Yazarken daha çok yakın geçmişimizde duran bu olaylar hakkında ahkam kesmemeye özellikle dikkat ettim. Bu tabii ki bir takım saptamalar yapmaktan kaçındım anlamına gelmez. Ama niyetim ne 12 Mart’ı anlatmak ne de Kıbrıs savaşını hikaye etmekti. Niyetim böyle bir toplumsal platformda belli bir küçük burjuva kesimini çizebilmekti. Gerek 12 Mart gerekse Kıbrıs savaşı, prototip olarak çizilen roman kahramanlarının, düşüncelerinin, inançlarının, entellektüelliklerinin, cesaretlerinin eve insanlıklarının sınandığı bir insanlık durumu, olarak kullanılmışlardır. Nasıl bazen reaksiyonların açığa çıkması için sisteme ısı verilirse bu iki öğe de ISSIZLIĞIN Issızlığın Ortası’nda aynı amaçla kullanılmıştır. Bu arada biraz önceki sözlerime geri dönüp çağdaş roman tarifine bir ekleme daha yapmak istiyorum. Çağdaşlaşmanın faktörlerinden biride irdelenen konunun evrenselliğidir. Soruna bu açıdan bakarsak evrensel olan 12 Mart yada Kıbrıs savaşı değil, faşizm baskı ve savaş karşısında roman kahramanlarının davranışlarıdır. Bu anlamda Issızlığın Ortası hiç de alışılmış bir 12 Mart romanı değil, yeri gelmişken belirteyim. Romanın en önemli kişisi Ayhan öyle sanıldığı gibi birinci sınıf bir eylemci değil. Ayhan daha çok Batı kültürü ve normlarıyla yetiştirilmiş genç bir küçük burjuvanın biraz abartılmış bir örneği. İrdelemek istenen Ayhan’ın toplumsal olaylar ve ölüm karşısındaki ancak Batılı bir aydına özgü tepkileri Issızlığın Ortası, kültürü, subjektif koşulları, değer yargıları toplumla çelişen birinin yenilgi karşısındaki hikayesidir. Çağdaş bir Tanzimat aydınının romanı olarak düşünülmeli Issızlığın Ortası.
Yeni çalışmalarınız var mı? Yeni romanlar… Bundan sonraki çalışmalarınızda hangi sorunları irdelemek isterdiniz? M.E. – İkinci bir romandan Issızlığın Ortası’nı nasıl yazdığımı anlatırken söz etmiştim. Şu anda bitirmek için, eğer istediğim gibi, çalışabilirsem, altı ya da yedi aya ihtiyacım var. Bu roman Issızlığın Ortası’nın devamı sayılabilir. Ayhan’ın kısa bir zaman dilimine sığan olağanüstü serüvenini tamamlamaya çalışacağım. Bundan sonra neler yazacağımı zaman gösterecek. Ama mutlaka yazmaya devam edeceğim. Bence bir yazar hedefini büyük seçmelidir. Ben ilk romanlarımı birer alıştırma, bundan sonraki romanlarımın önünü açan romanlar olarak değerlendiriyorum. Yazacak o kadar çok şey var ki…
DÜNYA GAZETESİ /SANAT TARİH : 18 MAYIS 1979